Özgür Sevgi Göral
Bu yazı dizisinde Türkiye ve Fransa hafıza sahasının pürüzlerinden, zorluklarından ve imkanlarından yola çıkarak iki ülkeyi karşılaştırmalı olarak düşünmeye çalışıyorum. İlk hafta, her iki ülke için de adına layık, gerçek bir geçmişle hesaplaşma süreci için sömürgecilik ve ırkçılık meselelerinin önemini vurgulamaya çalıştım. Her iki ülkenin de temel meselesinin yorgun, köhne, yine de katılığından geri adım atmak istemeyen ve sadece dar anlamda resmî kurumlarda değil akademide, entelektüel çevrelerde ve sivil toplum örgütlerinde de yeniden üretilen güçlü bir inkarcılık olduğunu ileri sürdüm. Bu inkarcılığın ise özellikle sömürgecilik ve ırkçılık konularında çok güçlü bir şekilde işlediğinin altını çizdim.
İkinci yazıda ise hem Fransa hem Türkiye açısından içinde bulunulan siyasi şimdi’nin, içinde bulunulan politik durumun, özellikle de sömürgecilik ve ırkçılık meselelerinin konuşulmasına nasıl bir engel teşkil ettiğini ele almaya çalıştım. Her iki ülkede de mevcut politik konjonktür nedeniyle sömürgecilik, ırkçılık ve geçmişle hesaplaşma meselesini devlet cenahından konuşan herkesin, aynı zamanda bugünü konuşmaktan şiddetle kaçınacağı için konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek zorunda kalacağını ileri sürdüm. Her iki ülke için de sömürgecilik ve ırkçılık tartışması hem geçmişin işlenme biçimleriyle ama hem de aynı zamanda bugünle ilgilidir; şimdi’nin en sert politik tartışmaları bu başlıklarla sıkı sıkıya ilişkilidir.
Bugünkü yazıda ise her iki ülkede bana göre geçmişle hesaplaşma çerçevesini çizen kavramlara dair tartışmak istiyorum. Bu tartışmaya öncelikle iki ülkeye bakarken kullandığım hafıza sahası kavramıyla başlayalım. Bugün iyice yerleşmiş bir saha olan hafıza sahasının kuruluşu için çok politik bir meseleye ve büyük bir felakete yani faşizme bakmak gerekiyor. Hafıza sahasının ortaya çıkışı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, faşizmin ve soykırımın şiddeti bu kez önceki sömürgeci şiddet biçimlerinden farklı olarak Avrupa’nın göbeğinde yaşandığı için, galipler açısından yaşananlarla hesaplaşma zorunluluğu oluşunca ortaya çıktı. Yani bugün hafıza sahası dediğimiz ve egemen yorumcuları tarafından sistematik bir biçimde depolitize edilerek bir yönetim tekniğine indirgenmeye çalışılan bu saha mutlak ve apaçık bir biçimde siyasi bir olgu olarak zuhur etti.
Hafıza sahasının politik niteliği sadece kökeni itibariyle faşizm, soykırım ve Holokost’la ilgili olmasından kaynaklanmaz aynı zamanda bugün hafıza çalışmaları olarak konuştuğumuz çoğul alanın, son derece politik bir sürecin, özellikle Batı Avrupa açısından 68 hareketlerinin ve gençlik mücadelelerinin sonucu olarak yerleşik bir hal kazanmış olmasından da kaynaklanır. Örneğin, 1950’li yılların Almanya’sına bakarsak, son derece sınırlı sayıda failin yargılandığı Nürnberg yargılamalarından1 sonra Nazilerin ve işbirlikçilerinin pek çoğu yeni toplumda kendilerine rahatça yer edinebilmişlerdi. Geçmişlerinde yaptıkları ve işledikleri suçlar yokmuşçasına üniversite, yargı, iş dünyası ve bürokrasinin pek çok kademesine kolaylıkla yerleşmişlerdi. Üstelik Soğuk Savaş dönemi ‘hür dünya’ uzlaşmasının ihtiyaç duyduğu kesif anti-komünizmi, Nazi ideolojisinden de çok iyi bildikleri için, belki de en iyi dile getiren ve pratiğe döken kadrolar olmuşlardı. Eğer 68 hareketinin radikal soluğu, küçük bir azınlığın yargılandığı ve soğuk savaş ideolojisine uygun bir biçimde depolitize edilmiş geçmişle yüzleşme retoriğini alıp gerçek ve devrimci bir politik program bağlamında yeniden dile getirip sokak eylemliliklerinin içine yerleştirmeseydi bugünün hafıza sahasından söz etmek mümkün olmayacaktı.2
Soğuk Savaş boyunca ve sonrasında hafıza sahası elbette sadece devrimci politik hareketler tarafından radikalleştirilmedi aynı zamanda farklı devletler ve sivil toplum kuruluşları eliyle mevcut rejimleri tahkim edecek ya da süslü kelimelerle geçmişe dair sadece kozmetik öneriler yapacak bir saha olarak da kurgulandı. Dolayısıyla hafıza sahası dünyanın her yerinde çoğul, çatışmalı, farklı yaklaşımlara sahip kurumlar ve inisiyatifler arasında mücadeleler ve müzakereler içeren, devlet aygıtı tarafından farklı şekillerde müdahale edilen, son derece dinamik bir saha. Üstelik profesyonel tarihçileri ve tarih yazımı tartışmalarını, farklı akademik kurumları ve yaklaşımlarını, çeşitli arşiv oluşturma çabalarını da göz önünde bulundurursak hafıza sahası aynı zamanda tarihçilik ve bilgi üretimiyle de yakından ilişkili.
Buna sanat eserlerinin, gazetecilik çalışmalarının ve pek çok kurmaca metnin farklı etkilerini eklemek de mümkün. Hafıza sahası derken Fransa ve Türkiye’de sürekli dönüşen, müdahale edilen, çatışmaların ve ittifakların sistematik bir biçimde değiştiği öte yandan kimi örüntülerin, tanıma ve inkâr biçimlerinin büyük bir dirençle aynı kaldığı, sadece kopuşlar değil süreklilikler de içeren işte bu karmaşık sahadan söz ediyorum.
Gelelim sömürgecilik kavramına. Bu kavram hem politik olarak hem de kuramsal ya da akademik olarak belki de en çok tartışılan kavramlardan biridir. Klasik sömürgeciliğin sona ermesinden sonra bu kavramı yerli yerinde kullanmanın imkanları, yeni sömürgecilik tezleriyle sömürgecilik sonrası dönemin ilişkilerinde süregelen sömürgeci örüntülerin vurgulanması, sömürgecilik sonrası çalışmalar başlığının yanıltıcı olup olmadığı, farklı sömürge tipleri ve iç sömürgeler gibi pek çok mesele uzun yıllardır siyaseten ve entelektüel saiklerle konuşuluyor, tartışılıyor. Sömürgecilik terimi sadece sömürgeleştirilmiş halklar bağlamında değil kadınlar, LGBTİ+ gruplar, siyasi tutsaklar, dini azınlıklar gibi pek çok grup bakımından da dile getiriliyor.
Sömürgecilik terimini en klasik anlamıyla kullanarak içinde yaşadığımız dönemdeki tezahürleriyle hiç ilgilenmemek ve klasik sömürgeciliğin çözülmesinden sonraki dönemde sömürgeci süreklilikleri görmezden gelmek de terimi en geniş ve gevşek haliyle her tür devlet ve tebaa ya da sistematik şiddet ilişkisine keyfi biçimde uyarlamak da oldukça riskli. Her iki durumda da kavram analitik kapasitesini ve politik gücünü kaybediyor. Öte yandan bu alanda çalışan önemli tarihçilerden Frederick Cooper’ın vurguladığı gibi, kavramın tarihsel özgüllüğüne dikkat etmek esas olsa da 19. yüzyılın sonundan itibaren pek çok eski imparatorluk, özellikle de kendi topraklarının sınır bölgelerinde, giderek daha fazla sömürgeci yöntemleri ve teknikleri kullanarak hareket eder. Bu klasik imparatorluklar, pratik bir zorunluluk olarak yerel elitlerle çalışmak zorunda kalsa da kendi marjına nüfuz etmek için çabalarken sömürgeciliğin pek çok taktik ve stratejisini kullanır.3
Pek çok tarihçi ve antropolog sömürgecilik kavramını bugün kullanmaya devam etmeyi önerir ve sömürgecilik-sonrası teriminin yanıltıcı olduğunu ileri sürer. Bu yaklaşım, sömürgecilik sonrası dönemde devam eden dayanıklı sömürgeci eşitsizlikler, sömürgeci taktik ve stratejilerin seçici bir biçimde farklı devletler tarafından farklı nüfus gruplarına sistematik olarak uygulanması, iç sömürgelerin ya da yarı sömürgelerin tarihsel olarak dikkat çekici süreklilikleri ve özellikle de emperyal ilişkiler ve müdahale biçimleriyle sömürgecilik arasındaki geçişkenlikleri vurgular. Sömürgeciliğin en klasik formasyonu, yani deniz aşırı sömürgelerdeki hammaddeye, insan emeğine ve iktisadi alana el koyma ve beyaz yerleşimciler eliyle hukuki apartheid rejimi yaratmak şekliyle sömürgecilik elbette çok sınırlı sayıda kaldı. Öte yandan, sömürgecilik, sömürgeleştirilen coğrafyaların yerli halklarının ırkçı üstünlük kuramları açık veya örtülü kabul edilerek bilgisinin toplanması; sonra bu topluluğa farklı tekniklerle nüfuz edilmesi; bedenlerinin, inançlarının, değerlerinin, dillerinin, ritüellerinin ve zihniyet dünyalarının değersiz kılınarak tahrip edilmesi, işgal edilen coğrafyanın başka bir ‘sömürge hukuku’ ile idare edilmesi ve zor gücünün ya da şiddet fazlasının sistematik olarak kullanılmasını da içerir. Bu haliyle sömürgecilik ya da en azından seçici bir biçimde sömürgeci tekniklerin kullanılması günümüz dünyasında da en sert haliyle devam eder.
Gelelim bu iki kavramın Türkiye ve Fransa için ne anlama geldiğine ve nasıl sonuçlar doğurduğuna. Fransa ve Türkiye hafıza sahası, oldukça farklı nedenlerle, çok uzun bir süre unutma toplumu, amnezik bir toplum, ve zayıf bir hafıza sahası olarak tanımlandı. Fransa merkez siyasetleri, artık küresel bir hafıza rejiminin parçası haline gelmiş Holokost hafızasıyla gecikmeli ve parçalı olsa da bir ilişki kurdu. Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve sonraki on yıllarda ABD’den gelen rüzgarla anaakımlaşmış hafıza ödevi sorgulamasına, sınırlı kalmaya özen göstererek Holokost anmalarına katıldı. Ancak buna rağmen Fransa hiçbir zaman, örneğin Almanya’nın olduğu gibi, geçmişle hesaplaşma konusunda ‘örnek’ olduğu ileri sürülen ülkelerden biri olmadı. Türkiye ise İkinci Dünya Savaşı’na katılmamış bir ülke olmanın rahatlığıyla faşizmi ve soykırımı sorgulayan bu entelektüel ve reel politik eğilimin dışında kaldı. Türkiye’de sadece devlet aygıtı değil bir bütün olarak akademik ve entelektüel dünya da İkinci Dünya Savaşı sonrası esmeye başlayan geçmişle hesaplaşma, faşizmin ve soykırımın bakiyesiyle boğuşma sorununa son derece ilgisiz kaldı. Bu boğuşmanın temel soruları, pürüzleri ve gerilimleri Türkiye kamusunda ve entelektüelleri nezdinde hak ettiği ilgiyi görmedi.4 Bu ilgisizlikte Ermeni Soykırımı’nın inkarının muhakkak bir bağlantısı olsa gerektir.
Öte yandan Holokost hafızasına Avrupa çapındaki ve küresel trendlerin etkisiyle de olsa girmiş olan Fransa kendi sömürgeci geçmişiyle hesaplaşma konusunda her zaman çok isteksiz davrandı. 1962 sonrasında Cezayir Bağımsızlık Savaşı bittikten sonra sömürgecilik konusu da bitmiş gibi bir tutum takındı. Savaş sonrası pek çok Cezayirlinin ve Fransa’nın başka eski sömürgelerinden gelenlerin sömürgecilik meselesine dair pek çok eşitsizliği ve tartışmayı Fransa’nın kalbine taşımış olmasına rağmen devlet aygıtı ve anaakım Fransız politik hareketleri böyle bir şey yokmuş gibi davranmayı tercih etti.
Aslında bu durum Avrupa’nın diğer ülkelerinden pek de farklı değildi, İkinci Dünya Savaşı hafızası pek çok manipülasyonla birlikte olsa da daha genel bir kapsayıcılık şemsiyesi yaratmışken sömürgecilik hafızası rahatlıkla inkâr edilen bir hafıza oldu. Fransa, Cezayir kökenli ve eski sömürgelerinden gelen diğer nüfusun giderek artmasına, 1970’ler ve 80’ler boyunca Fransa’da yaşayan yeni kuşakların sömürgecilik şiddetiyle ilgili daha çok soru sorarak politika yapmasına, 1980’lerde büyük ırkçılık karşıtı yürüyüşlerin tamamında ülkenin sömürgeci geçmişi ile bugünü arasında ilişki kurulmasına, 1990’lar ve 2000’lerde banliyölerdeki polis şiddetinden ve isyanlardan akademi içinde bu konulara yönelik giderek artan ilgiye rağmen, sömürgecilik ve ırkçılıktan söz etmek konusunda aşırı isteksiz bir merkez yarattı. Başka bir deyişle söylersek, bu konuda oluşan politik basınca, kimi taban örgütlerine ve politik kampanyalara rağmen Fransız merkezi sömürgecilik ve ırkçılık tartışmasına ya girmedi ya da çok defansif bir şekilde girerek tartışmanın derinleşmesinin önünü kesti.
Bunun sonucu olarak da Fransız aşırı sağ ve faşist hareketleri, sömürgecilik nostaljisi, sömürgeci şiddetin ve ırkçılığın inkârı konusunda, özellikle üç alanda çok aktif oldu: politik alan, tarih eğitimi ve müfredatlar başta olmak üzere eğitim alanı ve eski popüler medya kanalları ağırlıklı olmak kaydıyla anaakım medya.5 Bu üç alanda gelişmeler Türkiye’de de benzer bir şekilde tezahür etti. Üstelik, Türkiye açısından sömürgeciliğin veya sömürgeci taktik ve stratejilerin inkârı Fransa’dan çok daha kolay ve yaygın biçimde gerçekleşti, ne de olsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin klasik anlamda bir sömürgesi yoktu. Bu ön kabul, bu alanda 1960’lardan başlayarak ve Kürdistan’dan Kıbrıs’a pek çok tarihsel bölgenin yönetilme biçimlerine dair daha incelikli politik ve entelektüel tartışmaların varlığına rağmen, sömürgecilik inkarını Türkiye devlet aygıtı ve anaakım akademik çevreleri açısından tartışmasız norm haline getirdi.
Kürdistan’ın klasik anlamda sömürge olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı tartışması hem yeni değildir hem de politik ve entelektüel olarak epey şümullü bir tartışmadır. Bu konuda elbette farklı görüşler ve yaklaşımlar olabilir ancak bırakalım politikayı sosyal bilimlerle ciddiyetle uğraşan birinin Kürdistan’da sömürgeci politikaların, taktik ve stratejilerin, seçici bir biçimde ve farklı dönemlerde uygulandığına itiraz etmesi epey zor görünür. Bilgi üretimi politikayla sıkı sıkıya ilişkili olduğundan Türkiye’nin anaakım entelektüel ikliminde bu zorluk pek de üzerine düşünmeden kolayca aşılır. Türkiye’de 1980’lerde ve 1990’larda oluşan yeni taban örgütlerine ve özellikle Kürt hareketinin yürüttüğü politik tartışmalara, 2000’ler sonrasında güçlenen sivil toplum örgütleri ağına rağmen hafıza sahasında sömürgecilik ve ırkçılık konuları son derece sınırlı bir şekilde dile getirilir. Tarih sahnesine ve politik alana sömürgecilik tezleriyle giren çok önemli Kürt örgütleri ve entelektüelleri dışında kalan aktörler açısından, kimi çok önemli istisnalara rağmen, bu tartışma görece geride kalır. Belki kısmen 1984 yılından itibaren başlayan Kürt savaşının yarattığı çok büyük bakiyenin de etkisiyle, hafıza sahasında çok az aktör Türkiye’nin geçmişle hesaplaşması tartışmasını sömürgecilik ve ırkçılığa bağlar. Mesele, özellikle 2000 sonrası sivil toplum kuruluşları eliyle, daha çok insan hakları, hukukun işleyişi ve ceberut ya da hukuk dışına çıkan devlet meselesi olarak çerçevelenir. Bu çerçeveleme kimi alanları açar hiç şüphesiz ama kimi alanların da üstünü örterek kapar.
İşte bu karmaşık ve pürüzlü alanlar nedeniyle Türkiye’yi de Fransa’yı da bir unutma toplumu, amnezi toplumu ya da unutkan toplum olarak tanımlamanın doğru olmadığına inanıyorum. Mesele unutma hatırlama zıt ikilisiyle açıklanamayacak kadar karmaşıktır ve her şeyden önce inkarcılık ile örülü bir meseledir. Türkiye’de de Fransa’da da farklı biçimlerde sömürgecilik ve ırkçılık konusunda inkara karşı mücadele eden önemli sayıda politik örgüt, inisiyatif, kurum ve birey olmasına rağmen merkezi devlet aygıtı ve ana akım medya bunlar yokmuş gibi davranır. Öte yandan sağ ve sol varyantlarıyla pek çok cumhuriyetçi düşünce sömürgecilik ve ırkçılık tartışmasını esas gündemin kaydırılması olarak görür. Her iki yerde de geçmiş ve şimdi arasında ırksal hiyerarşiler, etnik gerilimler ve sömürgeci ilişkiler nedeniyle çok güçlü bir ilişki vardır ve bu ilişki bugünün siyasi krizini de belirler. Buna rağmen toplumun genelinde bu konuları konuşmakta sadece bir bilinçli isteksizlik olmakla kalmaz aynı zamanda bu konuları konuşacak kelimelere, kavramlara ve ifadelere sahip değildirler.
Mesele bir bilmeme, unutma ve farkında olmamaktan yani amneziden çok bilinçli bir ret ve inkâr ve bu inkârın sonucunda da tüm bunları konuşabilmek için gerekli kavramlardan, kelimelerden, fikirlerden ve düşüncelerden yoksun olma durumuna denk düşer. Bu durumu Ann Laura Stoler Fransa üzerine tartışırken sömürgeci afazya olarak adlandırır, katı bir inkarın sonucu olarak yaşanan kavramsal, düşünsel ve politik yoksunluk. Bu kavramı Türkiye bağlamında düşünmek bize önemli kapılar açacaktır. İlginç akademik kavramlara meraklı olduğumdan değil Türkiye’nin karmaşık hafıza sahasını doğru tanımlamanın önemine inandığımdan bu kavramı kullanmayı öneriyorum. Sömürgeci afazya kavramı Türkiye hafıza sahasının çelişkilerini, zenginliğini ve pürüzlerini çok daha doğru ve nüanslı biçimde ifade ediyor. Geçmişin işlenme biçimlerine dair konuşurken olanın ağırlığını yadsıyan, içinde bulunulan durumu seyrelten, hafifletici ifadelerle, yumuşatıcı dolambaçlarla ya da küçülterek konuşmanın tehlikelerine dikkat çeken Adorno’yu hatırlayarak serinin bu yazısını bitirelim.6 İçinde bulunduğumuz şeye ad koyma ve doğru adlandırma çabası bizi belki bu tehlikelerden biraz koruyabilir.
1 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşı kazanmış Müttefik Devletler, Almanya’nın Nürnberg şehrindebir askeri mahkeme oluşturdular ve Ekim 1945’ten Nisan 1949’a kadarNazi rejiminin 200’den fazla üst düzey temsilcisini yargıladılar.Nürnberg yargılamaları hakkında etraflı bilgi için bkz. AnnetteWeinke, Nürnberg Yargılamaları, çev. Oğuzhan Açıcı, Runik Kitap, 2021.
2 Susan Neiman, Learning fromtheGermans. Raceandthe Memory of Evil, Farrar, StrausandGiroux, 2019, s. 155.
3 Frederick C. Cooper, Colonialism in Question. Theory, Knowledge, History, University of California Press, 2005, s. 26
4 Nora Seni, “A breakdown of memorial processes in Turkey,” Bystanders, Rescuers or Perpetrators? The Neutral Countries and The Shoahiçinde, ed. C. Guttstadt, T. Lutz, B.Rother, ve Y. San Román, Metropol Verlag & IHRA, 2016, ss. 289-300.
5 Nicolas Offenstadt,L’Histoire. Un Combat au Présent, Textuel, 2014, s. 52.
6 Theodor W. Adorno, Yeni SağRadikalizminVeçheleriveGeçmişinİşlenmesi Ne Demektir?,çev. ŞeydaÖztürk, TarhanOnur, Metis Yayınları, 2020, s. 61.