Eskidendi, çok eskiden. Toprak evlerden meydana gelen, odaların bir dehliz gibi iç içe geçtiği evlerde otururduk. Giriş kapısı kocaman bir mandalla kapanan odayı sırasıyla kiler, samanlık ve ahırın bulunduğu yerler takip ederdi. Ahır en sonda olduğu için, oranın kapısı arkadan da açılırdı. Hepimiz aynı odada kalırdık. Başka oda olmazdı zaten. Bir kış günü, bütün hane halkı evde oturuyorduk. O zamanlar yemekler, ilkel bir şöminede yanan ateşin üstünde pişirilirdi. Teneke sobaların dahi olmadığı arkaik bir zamandı sanki. Odada, yemeği pişiren ateşin sıcaklığı ile ısınıyorduk. Vakit akşama doğruydu. Birden kapıya sertçe vuruldu. Babamın açtığı kapıdan birisinin genç, ötekisinin yaşlı olduğu iki kişi girdiler. Hal hatır sorduktan sonra, çay getirdiklerini söylediler. Pazarlıktan sonra babam bir iki kilo almak için gelenlerle dışarı çıktı. Ben de peşlerinden. Dışarıda bir katır ve bir at duruyordu. Katır üzerindeki yükten neredeyse görünmeyecek durumdaydı. Çayımızı alıp içeriye geçince, babama kim olduklarını sordum. Suriye’den kaçak çay, yağ vb. şeyler getiren kaçakçı olduklarını söyledi. Suriye’nin neresi olduğunu soracak bir bilgim yoktu ama çok uzak memleketlere gidip geldiklerini, dağ, bayır, dere aştıklarını anlamıştım. Heyecan verici gelmişti bana ve büyünce kaçakçı olacaktım bende.
Eskidendi, çok eskiden. Okula başladığım zamanların ilk yıllarıydı. Farklı köylerde oturan çocuklar Yatılı Bölge Okulu’nda birlikte okuyorduk. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, adı Halil’di. Bütün zamanımızı birlikte geçiriyorduk. Bir gün okulu ekmeye karar verdik. Şehrin içine daldık iki hayalperest. El arabasında satılan havuçtan satın aldık önce. Sonra sinemaya gitmeye karar verdik. Sinema denen şeyin adını duymuştuk ama nasıl bir şey olduğunu, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Paramızı gişeye verdik, bizden önce bilet alan adamı takip etmeye başladık. Karanlık bir odaya açıldı kapımız. Sesin geldiği yöne doğru kafamızı kaldırdığımızda, perdede bir adamın (İrfan Atasoy) deli gibi ateş ettiğini görür görmez arkadaşımla birlikte siper aldık. Çok korkmuştuk ama artık sinema görmüş, film izlemiş iki çocuktuk. Arkadaşlarımıza hava atabilecektik. Okula doğru hızlı adımlarla yol almaya başladık. Okulun kapısında öğretmen bizi bekliyordu. Kızacağına, arkadaşımın başını okşayarak yanımdan ayırdı, birlikte uzaklaştılar. Kısa bir süre sonra Halil yanıma geldi. Hüngür hüngür ağlıyordu. Babasının yaralandığını söyleyip, amcasının kendisini köye götüreceğini söyledi. Sevgili arkadaşım yaklaşık iki hafta sonra okula geri geldi. Babasının kaçakçı olduğunu sınırı geçerken mayına bastığını ve öldüğünü mırıldandı. Artık evi geçindirmek için kendisi kaçağa gidecekti. Okulu bıraktı ve gitti. Kaçakçı olmak da benim dünyamdan silindi.

Eskidendi çok eskiden. Halil’in gitmesinin üzerinden birkaç yıl geçmişti. Bir hafta sonu, Halil’le beraber gittiğimiz sinemaya bu sefer tek başıma gittim. Sıkıcı bir karate filminden sonra Hudutların Kanunu diye bir film başladı. Bir sınır köyünde kaçakçılık yapan topraksız, fakir Kürtleri anlatıyordu. Hayatları pahasına sınırın öbür yakasına canlı hayvan götürüp, öbür taraftan çay, sabun, şeker getiren insanların dramıydı izlediğim. Bir yanda mayınlar, öbür yanda jandarmalar olan bu sıkıştırılmışlık, bir toplumun yazgısı olmuştu. Hıdır ve oğlu Yusuf’un yürek burkan vedalaşmasında hıçkırıklara boğulmuştum. Aslında izlediğim sanki Hıdır ve Yusuf değil de arkadaşım Halil ve babasının vedalaşmasıydı. O an, insanları kaçakçılık yapmak zorunda bırakan her şeyden nefret ettim.
***
Roboski’den önce kaçakçılık denildiğinde aklıma bu üç anı gelirdi. Roboski’den sonraysa artık bambaşka şeyler geliyor. Bu yazıyı yazdığım şu dakikalardan tam bir yıl önce, gencecik insanlara, başkalarının sınır dediği bir yerde, gökyüzünden bomba yağdırılıyordu. Planlı, organize, ekip ruhuyla ve soğukkanlılıkla hazırlanmış bu katliamda tam 34 Kürt çocuğu-genci öldürüldü.
İktidar bir özür dilese, birkaç rütbeliyi yem olarak ortaya atsa, hala yanan ve yanacak olan ateşi küllendirebilirdi. Yapmadı. Neden yapmadı yada yapamadı? Birincisi, bırakın Kürtlerden özür dilemeyi, özür dileme düşüncesi bile kendilerine çok ağır geldi. Kürtler bir özrü bile hak etmiyorlardı onlara göre. İkincisi, yem olarak ortaya atacakları bir iki rütbeli ismin konuşabileceğinden korktular. Konuşsalar o zaman emrin kim veya kimler tarafından verildiği ortaya çıkacaktı. Bu kim veya kimler demek ki çok önemli isimler. En risksizi belliydi. Kömür, makarna, yağ dağıtarak iktidar olan AKP, aynı yöntemi Roboski’de denedi. Parayla unutturmak istedi bu katliamı. Utanç vericiydi.
***
Roboski, bu ülkenin kanayan coğrafyasının kalbidir artık. Roboski Kürtlerin Guernica’sıdır. Her 28 Aralık gecesi, kalbimizin en derininde bu acıyı hissedeceğiz. Onun için, Roboski’yi unutturmaya çalışanlara inat; Roboski’yi unutma, unutturma…
29.12.2012
Doğan Durgun kimdir?
1968 Adıyaman doğumlu. 1992 yılında İzmir 9 Eylül Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Şiir ve denemeleri çeşitli dergilerde yayınlanan Durgun, uzun yıllar Özgür Gündem gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ayrıca Sanat ve Hayat Dergisi, Esmer gibi edebiyat-sanat dergilerinin yazar kadrosunda yer aldı. Bu dergilerde edebiyat ve sinema üzerine yazılar yazdı. Kolektif hazırlanan kitaplara yazıları ile katkıda bulundu. İHD’de (İnsan Hakları Derneği) yöneticilik yaptı. Mali Müşavir/Bağımsız Denetçi olarak çalıştı.