Maruz bırakıldığımız belirsizlik rejimi bizi steril bilgilere, steril yapılara ve steril bir geleceğe doğru itiyor. Birey ve topluluklar, özne olmayı, bilmeyi ve değiştirmeyi ret ederek kendisinin dışında belirlenen başka bir enerjinin olanaklarıyla ‘geleceği’ net bir şekilde görmek istiyor. Daha net şeyler söylemek, daha net bilgilere sahip olmak istiyor. Her zaman aydınlık ve ışık istiyor. Aşırı derecede karanlığa ve acıya mesafeli, aydınlığa ve umuda angaje olmuş güvenli mevzilerde bütün ömrünü geçirmek; her şeyi öngörmek, her şeyin belli bir plan, disiplin ve süreklilik içinde yürümesini istiyor. Düzen istiyor, paket halinde istiflenmiş, her şeyin yerli yerinde olduğu bir hayat arzuluyor.
Başkalarının rüyalarını yaşamak isteyen; başkalarının aklıyla düşünen, başkasının kulaklarıyla duyan ve başkasının gözleriyle görme tembelliğinden rahatsız olmayan bir kitle ile karşı karşıyayız. İnsanı insan yapan birçok doğal niteliği bir hizmet olarak mümkünse satın almak isteyen bir kitle. Bu sosyoloji geleneksel düşünüp modern yaşıyor. Ve kaderciliği başka bir form ile yeniden üretiyor. Yeni tip kadercilik, kendini modernitenin argümanlarıyla, üretim ve tüketim rejimiyle revize ederek, paradoksal gibi görünse de yeniden konumlandırıyor. Belirsizliğin ana kaynaklarından biri bu duruş olabilir.
Zamandan, mekandan, tarihten, konjonktürden arındırılmış birey ve topluluklar zamanın, mekanın, tarihin ve konjonktürün kurbanı olmaktan kurtulamazlar. Bunu zaman zaman hepimiz unutuyoruz. Asgari ölçülerde güvenlik ve geleceği öngörme arzusu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak yaşanan şey asgari ölçülerin çok ötesinde ve abartılı. Bireyin ve toplulukların öz iradesini elinden alarak makro yapılar karşısında kendilerini pasifize eden tüm arzular başkalarına aittir ve doğal olarak onlara hizmet eder.
Hiçbir şey yapmadan birçok şeyi bilme ve değiştirme yeteneği insanlık tarihi boyunca mümkün olmadı. Bilmenin, bedelin, öğrenmenin ve değiştirmenin sorumluluğundan kaçarak bilen, bedel ödemeyen, öğrenen ve değiştiren bir dinamik yok tarihte. Her şeyi ile belirlenmiş bir hayat muhtemelen ‘tarihin sonu’ olurdu. Her şeyi bilmek devrimlerin sonu, yolların, yolculukların sonu olurdu; artık hiçbir şeyin değişemeyeceğinin kabulü olurdu.
Yaşadığımız anı örgütlemeyi sürekli erteleyip, geçmişten kopma ve bugünü yağmalama güdüsü can sıkıcı bir şekilde bizi belirsizliğin kollarına itiyor ve bu da bizleri iradesiz kılıyor. Geleceği avucunun içine alma arzusu bizi gelecek üzerinden kurulan tüm tuzaklara düşürüyor; her gün, her an geleceği kazanma çabası, bizi belirsizlik rejiminin hegemonyasına mahkum ediyor. Post modern kent insanının, çağımız bireyinin temel çelişkisi bu ‘duruş’ olsa gerek.
Belirsizliğe karşı nasıl bir duruş
Belirsizlik karşısında bir ‘duruşa’ ihtiyacımız var. Yerde upuzun yatmak bir duruştur, komşunuz aç iken keyif çatmanız bir duruştur. Diz çökmek bir duruştur, ayakta ölmek de bir duruştur. Günlerce uyanık olmak, direnmek, örgütlemek, düşünebilmek, eleştirebilmek, itiraz etmek bir duruştur. ‘Büyük Adam Küçük Aşk’ filmindeki küçük Kürt kızının, savcının kendisine uzattığı şekeri denize fırlatması bir duruştur. Yılmaz Güney’in, Ahmet Kaya’nın yaşamı bir duruştur. Leyla Kasım’ın, Leyla Zana’nın ve Leyla Güven’in yaşamı hakeza öyledir. Depremin ilk saatlerinden itibaren deprem bölgelerine canla başla koşup insanları enkazların altından çıkarmak, yaralıları hastanelere taşımak, evsizlere evini açmak da bir duruştur. Depremden sonra reisin uykusunu bozmamak, depremzedelere çadır satmak, KHK’lıları deprem yardımlarından muaf tutmak, kent suçlarını kader olarak tanımlamak da bir duruştur. Bu duruşları iyi anlamak ve ayırt etmek gerekiyor.
Bütün duruşların insan haysiyetiyle yakın bir ilişkisi vardır. Kimi duruşlar insanı insan yapan haysiyeti ayaklar altına alır, kimisi ayakları haysiyeti ayakta tutan kolonlara dönüştürür.
Belirsizliğe karşı duruş: Bildiklerimizi hatırlamak
Belirsizlik rejiminde sağlam bir duruş için başa dönmek gerekebilir. Bize dayatılan belirsizlikler karşısında en maliyetsiz savunma biçimi bildiklerimizi yeniden hatırlamaktır.
Zira belirsizlikler karşısında çok iyi bildiklerimiz var. Kürdüz, Aleviyiz, kadınız, yurttaşız, ekolojistiz, işçiyiz, muhalifiz. Eziliyor ve sömürülüyoruz. Bunları çok iyi biliyoruz.
Bildiklerimiz bize önemli oranda nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini, hangi ilkelerle ve nasıl yaşamamız gerektiğini söylüyor.
Bildiklerimizi örgütlediğimizde belirsizliğin nasıl da dağılabileceğini görmüş olacağız.
Bilmediklerimiz, bildiklerimizden vazgeçmemiz için kurulan tuzaklardan ibarettir.
Bildiklerimiz bizi yönetmeli, bilmediklerimize karşı bağışıklığımızı güçlendirmeliyiz.
Bildiklerimizi hatırlamak önemli bir duruştur.
Belirsizliğe karşı duruş: Toplumu savunmak
Bu durumda neyi dert ettiğimiz, belirsizliğe neşter atabilecek başlıklardan biri. Savaş oldu, Covid oldu, deprem oldu. Kürt savaşında en az 70 bin, Covid’te en az 100 bin, depremde en az 50 bin insanımızı kaybettik. İnsanlar bu ülkede karne hediyesi olarak çocuğuna et alıyor. Çocukların yeterli ve dengeli beslenmesi için tüketilmesi gereken protein, dönemin sonunda çocuklara karne hediyesi oluyor. Sivil ölüme mahkum edilen KHK’lılara depremde çadır verilmiyor, deprem desteğinden yararlanamıyorlar. Kızılay depremde çadır satıyor, markette çalışan kasiyer çalıştığı markette intihar ediyor. Sadece bunların varlığı bile bir ülkede tek başında iktidarı değiştirmeye yetiyor. Bu listeyi uzatabiliriz. Evet esasında toplumu dert etmeliyiz. Toplumu savunmak belirsizliğe karşı en köklü duruştur.
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Üç yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.