Arif Altan
Yaşlılığı görüp hüzünlensin, hastalık ve elemle karşılaşıp acı çeksin, ölüme tanıklık edip yaşam sevinci yok olsun istenmedi. Dünyanın dertlerinden, hayatın sıkıntılarından, sokakların sefaletinden uzak tutuldu. Korunabilsin diye üç mevsime uygun üç saray, gezebilsin diye dört koru, eğlenebilsin diye bin rakkase tutuldu. Saray ve korularının dışına yolu bir kez düştü. Önce eli ayağı tutmaz buruş kırış bir yaşlı, sonra hastalığın kemirip bitirdiği bir adam, daha ileri de yakılmak üzere götürülen bir ölü, en sonunda da bir dilenci gördü. Bakıp da hiçbir şey görememek de vardı. O bir kez baktı ve her şeyi gördü, o bir kez görüp her şeyi anladı. Yaşamın üç acımasız öğesini, hayatın tüm acımasızlığına karşı koyacak gücü ve ona götüren tek yolu buldu. Bıkmadan, yorulmadan, ürkmeden, dönüp bakmadan yürüdü.
Prens Sidarta Gautama’ydı, “uyanmış kişi” Buda oldu. O baktı ve gördü, anladı ve tüm hayatı değişti. Biz de ömrümüzce bakar ve görmeyiz, göremediğimizi anlamaz, anlamadığımızı da değiştirmeyiz. Onca acı, onca ölü, onca sefalet… “Uyanmış kişi” onuruna erişmek de vardı, heba edilmeye hazır onca imkân içinde rezil olmak da. Ama uyanmak öldürürdü. Kendine karşı güven, iç dinginlik, iç suskunluk, iç barış, içgörü, anlama ve değiştirebilme, aydınlanma ve karşı koyma gücü, yani bize uzak olan her şey. Saplanıp kaldığımız bir şey, yaşamın acılarından kaçıp kurtulmanın tek yolu olarak nefs ve geçici hazların tutsaklığı. Bir geçimlik, bir ödenek, bizi ölü kokularına sımsıkı bağlayacak bir aylık, tüm acı ve elemleri birbirine zincirleyecek bir garanti meslek, sefaleti ömre yayacak bir ticaret. Bize yetip de artan şeyler…
Sıska atı, pirinçten zırhı, sızlanmadan adım atmaz silahtarı, yara almaz inadı, hiç gerilemeyen hayal gücü. Don Kişot! Ama ne kahramanca çılgınlığı, ne soylu yanı, ne benzersiz aşkıdır bize yakın olan. Daha uzak değil sadece, dört yüz yıldan beri bizim için hepten imkânsız, onda kendimiz yaptığımız her şey. Bizim hüzünlü şövalyemiz olabilir, olmak isteyebileceğimiz kişi ise asla. Hiç iyileşmeyecek olan romantik bir deli en fazla, bizim için sonsuza kadar aptal kalmaya yazgılı bir serüvenci. Tuhaf huyları gülümsetebilir, gerçeklikle bağdaşmaz yönelimi eğlendirebilir, talihsizlikleri kahkahaya boğabilir, cesareti imrendirebilir, erdemleri şaşırtabilir. Yine de bizi peşinden sürükleyen bu asil şövalye değil, her zaman için silahtarı. Saflığı ve halk bilgeliği alındığında ondan geriye kalanıyla Sanço Panza! Don Kişot ’un bu aklıselim, bu dinlenmeyen ve dinlenilmeyen, şövalyenin bu aksi görüntüsü ve bayağı yanı, yüzünü nereye çevirirse bizim de yürüdüğümüz ve varmak istediğimiz yer orası. Uykuyu, yemeyi, konuşmayı ve dünyevi her tür garantiyi pek seven o sağduyusu fazlasıyla sağlam, o ölümsüz ve zamansız ruh. O kadar zaman dışı ve o kadar canlı ki dört yüz yıl sonra bile o en dayanıklı özelliğiyle, hesapçı inadı ve bütün istekliliğiyle hala içimizde tepinen hayat dolu o dipdiri hayalet. Çılgın şövalyenin serüvenlerini daha renkli, erdemlerini daha belirgin kılan capcanlı rüyası bizim de ayakta kalma becerimiz, değişmez talebi, bizim de ısrarlı talebemiz.
Pasifist, yasalcı ve elbette mantıklı. Müzakereye açık, işbirliğine yatkın. Sakin, sabırlı ve tedbirli. Tek ve değişmez talebi, sonsuza kadar seslendirip duracağı arzusu, efendiyle sağlam ve garanti maaşlı bir çalışma ilişkisi. Sömürgenin çağ sakatı insanı şövalyenin değil, silahtarının azimli mirasçısı. Tabii bir kont ya da marki unvanı veya efendisinin fethedeceği ilk krallığın başına geçme gibi yüksek bir beklentiden biraz daha aşağı. Bir düzen ve istikrar unsuru, ama kendisi için temel önemdeki bir şeyi arsızca isteyebilen, bir aylıkla özgürlüğü bağdaştırabilen dolaylı, örtük veya apaçık bir sistem ve iktidar yandaşlığı. Emeğinin karşılığının dayakla, açlıkla, kötü havayla ve vaatlerle ödenmesinden şikâyet eden ve nakit parayla ödenecek uygun bir maaş isteyen o sevimli silahtarın yüzyıllar sonra kendi çıkarına saplanıp kalmış sömürgedeki sevimsiz mirasçıları. Okumuşundan okunmuşuna, tüccarından ermişine, teknokratından çiftçisine, şehirlisinden köylüsüne, işçisinden memuruna, düşünüründen gündelikçisine, ölünesi bir “iyi yaşam” düşü ve yalnızca süründürecek bir ücret hülyası.
Ne bilgelerin ışığı, ne şövalyelerin yüreği. O yüzden ne anlayabilir, ne cesaret edebiliriz. Ama istek, kesinlikle; heyecan ise her zaman. Fakat bu, zamanı bükerek, hayatı büzerek kesesine ve alışkanlıklarına uydurabilen bir seyis canlılığı. Bir yaşam doluluk, ama Sanço’nun bile kişiliği ve rüyalarına renkli yükseltiler kazandıran saf öğelerden yoksun. Bakıp göremeyen, anlayıp değiştiremeyen, dibe doğru çeken tutuk bir tutku tutukluluğu. Çekildiği sefalet derinliklerinde umutsuz bekleyişine ruhani bir ivme kazandıracak garantili bir yevmiye, asılı kaldığı yerde tutacak bir şimdinin geçimlik senedi, ölü gövdelerden yükselip gökyüzünü kaplayacak, sonra da tüm yaşam gözeneklerini dolduracak içsel bir bakışın, apansız bir ışımanın, sağlıklı ve temiz bir uyanışın kuvvetlerine ve onun tüm gelecek vaatlerine baskın.
Ahmaklığına, açgözlülüğü ve kötülüğü eklemiş bitik mirasçının dağınık düşleri. Yılgınlığına diri, kısırlığına verimli, kırılgan yoksunluğuna istekli. Yaşam belirtileri bakımından şimdiki hali, başlangıcındaki haline eşdeğer. İki anında da bilgilerinin hareket noktaları özdeş olduğu için yanılsamaları da aynı kalan bir canlılık. Anlamaya uzak, hüznün hakiki vurgularına yabancı, sadece utangaçlarla ılımlıların şaibeli derinlikler vererek itibar kazandırdığı bir coşkunluk halesi. Prensin tersten Nirvana’sı, şövalyenin bozuma uğramış imgesi, seyisin aksi rüyası. Çaresizlik içinde kalabalıklarca kuşatılmış bir kendi başınalık titreşimi, bir ayakta kalma ümidi, bir yalnızlık esprisi. “Neydi ki, ne olacaktı durumu” denebilir. Ama mirasçının ortaya çıkışı, hayatın verileriyle çelişik olarak, canlı dünyanın bağrına ölüden kalma tehlikeli olan her şeyin de girişi. Yanlışın bu içli olumlanması, hayret içinde varılan iffetsiz bir ifşaat düzeyi. Doğru, garanti bir iş ilişkisi talebi mantıklı mirasçının kavrayış yetkinliği, ama bu aynı zamanda da soluksuz bırakan bir ışık artışı, körleştirici bir aydınlık yoğunluğu. Çünkü hayatta tutan her şey, hayat dışına sürme pahasına. Kişisel bakımdan kurtuluşu fısıldayan her ses, onu öneren fikrin içine ölümünü de haber veren bir dilsizlik kurar. Bir şeyler söyleriz, kimseye duyuramayız. Bir arı vızıltısından az, mezarlıktan ayrılanların arkasından seslenmek isterken mezar taşına başını çarpıp iç çeken ölünün sesi. Sessizliğin ebedi sesi…