Ana SayfaManşetYerelden küresele bakmak

Yerelden küresele bakmak

Azad Barış*


Küresel siyasetin ortaya çıkardığı güç ilişkileri yeni momentler yaratarak politik hayatı şekillendirmeye devam ediyor. ABD seçimlerini Biden’ın kazanmasıyla beraber transatlantik ittifakını güçlendirmeye yönelik adımlar atmaya başlaması, Rusya’nın Ortadoğu’da nüfuzunu genişletme çabası, Çin’in Afrika’ya kadar uzanan etki alanını genişletme tahayyülü ve Avrupa’nın birlik arayışları yeni konumlanma ve paylaşım mücadelelerini önümüze koyuyor. Bu kısa bakışta yerelden küresele bakarak küresel siyasetin ortaya çıkaracağı yen dünya nizamı ve özellikle güç ilişkilerinin yeni düzlemi ve olası etkilerini tartışacağız.

Küresel siyasetin ortaya çıkardığı güç ilişkilerinin, siyasi ittifakların ve politik gündemlerin şekillenmesinde önemli ve belirleyici bir faktör olduğunu 20. Yüzyılın başından itibaren izlemekteyiz. Etkisi bugün de hissedilen ve dünya savaşlarına, ittifaklara, birlik arayışlarına ve paktlara kadar uzanan bu güç ilişkileri, yeni momentler yaratarak politik hayatı şekillendirmeye devam ediyor. Bugün itibariyle küresel siyasi haritanın şekillenme biçimine baktığımızda, oluşan tablonun 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan güç ilişkilerine ve siyasi denkleme çok yakın bir seyir izlediği konusu siyasetten bilim dünyasına kadar birçok mecrada konuşulmakta, tartışılmaktadır. Bu tespitin kısa tercümesi hem güç odaklarının yeniden şekillenmesi hem alan hâkimiyeti sağlama dinamikleri hem de güç çatışmaları bağlamında yeni konumlanmalar, yeni bir paylaşım mücadelesinin gerçekleştiği anlamına gelmektedir.

Bu genel çerçeveden hareketle, küresel siyasetteki güç ilişkileri haritasını beş temel odak noktası ve merkez şeklinde ele almak mümkündür.

Bu haritadaki pozisyonu en belirgin olan odak ABD merkezli Kuzey Amerika iken, en silik olan ve sürekli renk değiştiren ise Ortadoğu siyasi haritasıdır. Bunun yanı sıra Rusya’nın Ortadoğu’ya dahil olma ve nüfuzunu genişletme çabası, Çin’in Ortadoğu ve Afrika üzerinden de etki alanını genişletme hayalleri ve Avrupa’nın birlik arayışı ve gayretini bu haritanın diğer farklı odakları olarak sayabiliriz.

Siyasi pozisyonların yeniden şekillendirildiği böylesi bir ortamda, ABD’nin küresel siyasetteki etki gücünü ve dominant karakterini tahkim etme arayışı Biden sonrasında ortaya çıkan bir moment olarak ayırt edicidir. Dolayısıyla bu haritanın şekillenme sürecinde ABD bütün bunlardan haberdar bir saikle proaktif bir siyaset üretme çabasındadır. Bütün siyasi ve askeri denklemlerin ince analizinden yola çıkarak iki eksenle bir stratejik hat inşa etmiş durumdadır.

Bu stratejik hattın ilki; askeri teknoloji anlamında söz konusu muktedir güçlerle rekabet kabiliyetine sahip olduğunu pratikte göstermek, diğer taraftan ise bazı yeni nüanslarla kurguladığı yeni bir sosyal devlet inşasıyla çıtayı baya yükseltmektir. Hem askeri hem de sosyo-ekonomik programı ve özgürlük meselesi ile ilgili ortaya koyduğu bu yeni girişim birçok açıdan küresel siyasetin oluşum dinamiklerini ve yörüngesini etkilemektedir.

Biden hükümeti yoksullukla mücadele programı çerçevesinde uyguladığı maddi destek programıyla Kuzey Amerika toplumunu birçok anlamda etkilemektedir. Özellikle pandemi koşullarıyla ile birleşen yoksulluğa karşı merkezin periferiyi merkeze aldığı ilk örnek olarak ön plana çıkmaktadır. Üstelik bu durum salt ulusal bir iktisadi planlama olarak değil aynı zamanda dünyaya örnek olabilecek yeni bir sosyal devletin de simgesi olacak bir siyasi program olarak kurgulanmakta, hayata geçirilmektedir.

Sadece sosyo-ekonomik bir programla değil, bunun yanı sıra çağın küresel siyasetinin ana konularından birini oluşturan iklim meselesi bağlamında da uluslararası iklim masasına geri dönerek, yeşil ekonomi ve sürdürülebilir çevreci yatırımlar yaparak yeni bir çağın başlangıç levhası olabilecek nitelikte bir programın uygulayıcısı konumundadır.

Bu programın başarılı olup olmayacağını önümüzdeki zamanda görecek olsak da, bu programın yeni bir küresel doktrinin ana odağını oluşturduğunu ve uzun bir süredir akademi ve sol siyasi çevrelerin demokrat partiye dayattıkları bir program olduğunu özellikle belirtmek gerekir. Dolayısıyla Kuzey Amerika başta olmak üzere dünyadaki birçok demokrat ve çevre hareketleri Biden’ın bu siyasetini salt bir yeniden inşa süreci olarak görmüyor, aynı zamanda dünyadaki totaliter ve ırkçı sağ, faşizan akımların vücut bulmuş hali olan Trump’ın alaşağı edilmesi ve sağ popülizmin panzehri bir siyasi program olarak tasavvur etmektedir. Başka bir ifadeyle Biden’ın seçilmesi ve yüz günlük icra politikası Trump’ın şahsında anti-faşist yeni bir cephenin oluşumu olarak algılanmaktadır. O nedenle ABD’nin, daha doğrusu Biden’ın küresel siyasetini bu bağlamda ele almak gerekir. Yani Çin ve Rusya başta olmak üzere totaliter elementlerin törpülenmesinin salt askeri ve diplomasi üzerinden mümkün olamayacağını, bunun yanında rekabetçi bir sosyal devletin inşasının da temel bir ihtiyaç olduğu saikiyle ilerlediğini belirtebiliriz.

Bu programın gelişimi ve icrası bağlamında öncelikli olarak Avrupa ile oluşturulacak yenilenmiş bir güç birliğiyle Rusya’nın agresif tavırlarını sınırlandırmak ve onu müzakere masasına çekmek hedeflenirken Çin’in karşısında daha radikal ve caydırıcı bir tavır sergilenmektedir.

ABD’nin Avrupa ile ilişkilerinde ortaya koyduğu sosyo-ekonomik program ve özgürlükler meselesinin standartlarının yükseltilmesi konusunda hem demokrasi tarihi ve deneyimi hem de insan hakları standartları açısından en elverişli odak ve anti totaliter sistemin önemli bir müttefiki konumunda olan Avrupa’dır. Bu yeni güç matrisinde Almanya ve Fransa’nın önemli ölçüde rol oynadığını görmekteyiz.

Bunun yanısıra İran ile sağlanmış olan kısmi mutabakat ve onun gelişim süreçlerinin tamamıyla Avrupa Birliği üzerinden bina edileceği görülmektedir. İran’ın yayılım ve yönetim kabiliyeti sınırlandırılıp çembere alındıktan sonra Arap dünyası ile İsrail arasındaki anlaşmaların yeniden yoğunluk kazanacağı görülmektedir. Özellikle Netanyahu’nun iktidarının sona ermesinin bu programla uyumlu olduğunu belirtmek mümkündür. İsrail Filistin meselesi başta olmak üzere, Ortadoğu’da sağlanması zor olan barışın teşvik edicisi kendisi olacak iken muhatap ve aktör olarak Birleşmiş Milletler ve Avrupa’yı işaret eden bir tutumun geliştiği görülmektedir.

Bunun bir sonucu olarak özellikle küresel siyasetin askeri ve ekonomik konsantrasyon haritalarından birinin Pasifik olacağını belirtebiliriz. Böylesi bir aktüel programın öngördüğü şeyin Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerinden askeri ve maddi varlık olarak çekilme anlamına gelmediğini ifade etmek lazım.

ABD’nin Ortadoğu siyaseti bağlamında, Türkiye ve Kürt meselesinin de önemli bir başlık olduğunu belirtebiliriz. Öncelikle ABD başta olmak üzere küresel güçlerin tamamının mevcut ulus-devlet sınırlarının değişmesinden yana olmadıkları aşikar bir gerçekliktir. Sınır değişimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar bu güçler için birçok açıdan büyük maliyetler ortaya çıkarmaktadır. Bu tutumun yanında dünyadaki bazı teritoryal değişimleri ve defacto durumları göz ardı edemediklerine yakın tarihin perspektifiyle yeniden bakmakta yarar vardır.

Bu nedenle Biden’ın Ortadoğu’daki siyasi denklemi oturtacak taşları yavaş yavaş dizdiğini görmek mümkündür. Bunun en önemli temel taşı İsrail’in egemenlik ve meşruiyeti, ikincisi ise liberal demokrat rejimlerin inşasıdır. Bu da ABD’nin Ortadoğu ile ilgili alacağı bütün kararlarda yerel aktörlerin ve onların teritoryal pozisyonlarının önemli ölçüde göz önünde bulundurulacağını göstermektedir.

Bu bağlamda mevcut Türkiye rejimi ile onarılmaya çalışılan ilişkilerin 14 Haziran’da yapılacak görüşmede de daha ileri bir safhaya evrilmeyeceği, bilakis ilişkilerin daha da çetrefilleşeceği ve çelişkilerin daha da derinleşeceği görülmektedir. Çünkü ABD içeride yeni bir sosyal ve refah devleti inşa ederken Trumpizm’in artıkları olarak gördüğü otoriter ve totaliter rejimlerle kapsayıcı bir ilişki kuracağı mevcut durumda mümkün görünmemektedir.

O nedenle demokrasinin temel ilkeleriyle evrensel değerler merkezinin büyütülmesi ve muhafaza edilmesi anlamında Rojava gibi demokratik dinamiklerle yapıcı ve inşa edici ilişkiler kuracakları kuvvetle muhtemeldir. Özellikle Beyaz Saray Sözcüsünün de içinde yer aldığı ABD heyetinin Rojava’ya ziyareti bu bağlamda ele alınabilir. Ziyaretin esas amacını salt Özerk Yönetimi İslam Devleti’ne karşı askeri olarak desteklemek değil kalıcı bir inşanın ve özerklik biçimleri üzerinden müzakere görüşmesi olarak görmek gerekir. Bu durum Rojava ile askeri olarak kurulan ve belli bir ilerleme kaydedilen ilişkilerin siyasal bir zemine doğru evrildiğini göstermektedir. Söz konusu ziyaretin sembolik diğer bir boyutu ise Biden’ın 14 Haziran’da Erdoğan ile yapacağı yüzyüze görüşmeden önce gerçekleşmiş olmasıdır. Zira Türkiye bu sembolizmin farkında olduğunu ve Rojava bağlamında Kürtler arası ilişkilerin bir dışavurumu olarak ABD heyetinin Rojava’da bulunduğu esnada Sofi Nureddin’e suikast girişimiyle cevap vermesi ayrıca direkt bir mesaj mahiyetini taşımaktadır. Başka bir ifadeyle biçim almakta olan Ortadoğu’nun bu yeni güç ilişkileri hem yerel hem de küresel bağlamda daha da hareketleneceği sonucu çıkmaktadır.

Kürt barışı özgünlüğünde ise ABD Ortadoğu masası başta olmak üzere Avrupa’dan sorumlu hariciyesinden de Kürt meselesinin müzakerelerle çözülmesinden yana olduğunun sinyallerini alıyoruz. Dolaysıyla Biden’le yapılacak olan görüşmenin, S-400’lerin yanı sıra, ağırlıklı olarak Kürt kartı üzerinde bina edilmesi durumunda küresel düzlemde etkili bir karşılık bulamayacağını ve böylece Erdoğan’ın elini daha da zayıflatacağını şimdiden öngörebiliriz. Ayrıca Türkiye’nin anti Kürtçü siyasetini aratmayacak şekilde Avrupa’nın bazı çevreleri PKK’ye karşı görüş belirtirken Avrupa’nın köklü bazı liberal siyasi partileri başta olmak üzere birçok çevre Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözülmesini tartışmakta ve PKK’nin daha önceki ateşkes çağrılarına vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla ister yerelden küresele bakmak isterse tersi olsun, ABD’nin Rojava heyetinin ziyaretini salt Suriye bağlamında görmemek gerekir, genel olarak siyasi ilişkilerin tesisi konusunda ele almak lazım. Türkiye kimi iç dinamiklerden dolayı bu sarih hakikat ve realiteden kaçıp dağı taşı bombalasa da bölgenin tamamına yayılmış Kürt meselesi uluslararası karakterini korumaya ve acil bir sorun olarak hem yerel hem de küresel siyasetin gündeminde yer almaya devam edecektir.

*Sosyolog, Spectrum House Düşünce Merkezi Direktörü




Önceki Haber
Soma Davası'nda mahkeme heyetine tepki: İtimadınız kalmadı
Sonraki Haber
Erdoğan zirve öncesi ikili temaslara başladı