Ana SayfaYazarlarDoğan DurgunOnların medyası, bizim kapolarımız

Onların medyası, bizim kapolarımız


Doğan Durgun


Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın göbeğinde patlak verdi. ABD kendi halinde bir ülkeydi. Dünyadaki önem sırası çok önlerde değildi. Savaş halindeki Avrupa, her çeşit giyecek, yiyecek, ilaç ve silaha ihtiyaç duymaya başlayınca, satıcı olarak ABD karşılarına çıktı. Doğal olarak satışlar arttıkça, ekonomi büyümeye başladı. İhracat miktarı, eski rakamları beşe katladı.

Amerikan halkı savaşı o kadar uzak görüyordu ki, Kuzey-Güney Savaşı’ndan sonra bir daha savaş yaşamayacaklarını düşünüyorlardı. Herkes, başkalarının ölümü üzerinden gelen refahı tüketmek derdindeydi. Alman torpidoları bir ABD gemisini batırınca işler biraz değişti. Yine de savaş hala uzaktaydı. Ne var ki müşterilerinin baskısı artınca, ABD kendini savaşa girmek zorunda hissetmeye başladı. Halkın içinde böyle bir heves yoktu ve en büyük sorun buydu.

Toplum mühendisleri, medya üzerinden savaş propagandası yapmaya başladılar. Üç ay gibi kısa bir sürede, savaşa karşı olan bir halk, savaşa girmek için can atmaya başlayacaktı. Vatan, din, bayrak, Amerikan değerleri ile süslenmiş yazı ve haberler yeterli olmuştu. Vietnam’daki gibi, savaşa girmek için kendi destroyerlerini batırmalarına gerek kalmamıştı. Amerikan medyası, toplumu savaş isteyen bir kıvama getirmekte zorlanmamıştı.

Niye mi anlattım bu anekdotu? Medyanın, savaş ve barıştaki rolüne vurgu yapmak için.

Eğer bir toplumu savaşa sürüklemek istiyorsanız, propaganda araçlarınız farklı, barışa hazırlamak istiyorsanız daha farklı olur. Aslında medyanın savaş kışkırtıcısı değil, barışa katkıda bulunan bir pozisyonda olması gerekir. Medya, savaşanlar arasında taraf tutmaz, tutamaz, tutmamalı. Savaşın resmini çeker, nedenlerini irdeler, gerçekleri ortaya çıkarır, sivil halkın yaşadığı dramı üste taşır. Bu dram, savaşın son bulmasına katkı sağlar.

Savaşan tarafların düşüncelerini çarpıtmadan okuyucuya, izleyiciye ulaştırır. Birini şehit, ötekini leş diye tanımlamaz. Bakın BBC, 1982 de Arjantin ve İngiltere arasında Falkland Adaları yüzünden yaşanan savaşta, her iki tarafın kayıpları konusunda ve savaşın seyri hakkında eşit mesafede durmayı başarmıştı. BBC’nin dünya medyasında önemli bir ağırlığının olması bu bakış açısında gizlidir.

Oysa ülkemizde, kendini muktedir ve kibirli gören bir medya var oldu hep. Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki medya, Kürtlere yapılan katliamları bir eğitim programı gibi sunuyordu. Dağlardaki şakilere, vahşilere medeniyet götürülüyor, medeniyeti kabul etmeyenler istemeden öldürülüyordu. Menderes döneminin medyası ise komünist ahlaksızlara ve hırsız Rumlara ahlak öğretilerinden pasajlar sunuyordu. 60’lardan itibaren Askerin emrine amade oldular. Bu kesin bir teslimiyetti. Genelkurmay Basın Bürosunun yaptığı açıklamalar mutlak doğru olarak gazetelerin baş sayfalarında, radyo ajanslarının ilk haberlerinde, televizyonların özel bültenlerinde yer aldı.

68 Öğrenci Olayları, Deniz Gezmiş ve idamlar, grevler, Maraş ve Çorum katliamı, 12 Eylül Askeri Darbesi, Diyarbakır Zindanlarında yaşanan vahşet, Gezi, Madımak, Roboski…

Yazmakla bitmeyen, birçok önemli olay ve katliam topluma çok farklı şekilde yansıtıldı. Daha doğrusu yalan söylendi. Tıpkı onlarca köşe yazarının aynı gün, aynı başlıkla ve aynı içerikle yayınladıkları meşhur, deri eldivenli, deri pantolonlu çiş muhabbetli yazı gibi. Düşünebiliyor musunuz, onlarca yazar, yalan olduğunu bildikleri halde, sırf destek oldukları iktidar faydalansın diye böyle bir tiyatronun ortağı olabildiler. Bunlara yazar demek mümkün mü? Çoğu ismin köşe kapmak, televizyonlara kapak atmak, böylece gazetecilik yapmadan paraya konmak için, mafya patronlarının ofisboyluğunu yaptığını yakınlarda, bir kez daha görmedik mi?

Yaklaşık 100 yıldır basın bu şekilde idare edildi. Omurgasız ve biat eden isimler ile yol alındı. Gerçekler yerine, kör bir şekilde devleti aklama refleksi şaşmaz bir kural oldu. Onun için farklı bir ses bulabilmek, bazen Mars’ta su damlası aramak kadar zorlaştı. On yıllarca, insanların beyinlerine savaş pompaladılar. Ölüm üzerine hayatı bina ettiler. Toplu mezarlar, asit kuyuları için sustular.

Kürtlerin çığlıkları onlar için sessiz filmdi. Yeri geldi, Bosna’da Sırp askeri vurdular, yeri geldi Kürtlerin kendi köylerini yaktıklarını söylediler. Milyonların haklı taleplerini, üç beş çapulcu klişesine oturtup, günde beş vakit tekrarladılar. Olmadı, başaramadılar.

Bizim Kapolar

Bir başka yola başvurdular. Mızrap çuvala sığmayınca, evet yani Kürtler varmış dediler. Olmayan Kürtler, birden tırnak oldu. Tırnakları kesmek için manikürcü-pedikürcülere ihtiyaç duymaya başladılar. Mahallenin Kapolarını (Nazilerin yaptığı toplama kamplarında, esirler arasından seçilen, görevleri diğer esirlere gardiyanlık yapmak olan Nazi ayakçıları) arayıp buldular. Gazetelerinde, televizyonlarında yer ve para verdiler. İtibarlandırıp, Kürt aydını dediler. Artık hikâyeyi bu kapolara daha soft bir şekilde söyletmeye başladılar. Kürt sorununu işleyen her yazı dizisinde, her televizyon tartışmasında bu kapoları baş köşeye oturttular. Bu kadar şan ve paranın yanında, istekleri de vardı Kürt kapolardan. Hepsi, Kürt
siyasi partilerinin kendi başlarına karar veremediği, vesayet altında olduğu konusunda hemfikir olacaktı.

Bölgenin baskı altında olduğu, halkın gerçek düşüncelerini ifade edemediği, güven ortamı tesis edilse tüm oyları hamdolsun iktidarın alacağı gibi dahiyane fikirleri üretime soktular. Türk solcularının HDP’yi esir aldığını, Kürdi yönü yonttuğunu gözyaşları içinde anlattılar. Bir ağırlıkları olmadığı için, hiçbir toplumun kapolarına değer vermeyeceği gerçeğinden hareketle, söyledikleri onca şey fıkra düzeyinde kaldı. Öyle ya, kimisi bağımsızlık isterken elini kolunu sallayarak gezerken, birlikte yaşamı savunan Kürt
siyasetçiler hapislere dolduruldu. Hayat sürprizlerle doludur. İktidar MHP ile ortaklığa başlayınca, konsept değişti. Kapolara ihtiyaç kalmadı. Hepsi kullanılmış kâğıt mendil gibi bir tarafa atıldı.

Televizyonlara çıkamaz oldular, köşeleri başkalarına verildi. Bir kısmı yeni kurulan partilere girip, oralarda istikbal arama derdine girdiler.

Meraklısına…

Kapoların trajedisini yakından görmek için, 1960 yapımı Gillo Pontecorvo’nun Kapo filmini izleyebilirsiniz, hatta savaştan nefret eden herkes izlemeli de. Emmanuelle Riva ve Laurent Terzieff’in başrolünü paylaştığı film, 14 yaşındaki Yahudi Edith’in hikayesine odaklanır. Edith anne ve babası ile toplama kampına götürülür. Anne babasını burada kaybeder. Hayatta kalmak için önce Yahudi kimliğini değiştirir, Nicole adını alır. Sonra bir dilim ekmek için Alman subayları ile birlikte olur. Yetmez, kapo olmak için başvurur ve seçilir. Bir düştün mü, dibe kadar düşersin. Sonra geri dönmek istersen bile birçok şey için geçtir artık. Kapo’yu izleyin ve üzerine uzunca düşünün.




Önceki Haber
Medyanın Kürtçe sınırı
Sonraki Haber
İstanbul’da iki kadın katledildi