Onur Hamzaoğlu
Ukrayna ile Rusya arasında uzun zamandır yaşanmakta olan gerilim, 24 Şubat 2022 tarihinde savaşa dönüştü. Her iki ülke ile daha çok ithalata dönük olmak üzere ticari ilişkilere de sahip olan Türkiye, ölümler, yaralanmalar, sakatlanmalar ve yıkımlarla bunların ikincil etkileri dışında, söz konusu iki ülke halklarına benzer bir şekilde savaştan etkileniyor. Özallı yıllarda başlatılan, AKP hükümetleri döneminde de neredeyse sonlandırılmış olan bitkisel ve hayvansal tarım üretimi nedeniyle, bir süredir dışa bağımlı hale getirilen Türkiye, buğday, ayçiçek yağı gibi temel ürünleri bu iki ülkeden ithal ediyor. Bu iki ülkeden gelen turistler sayesinde turizm sektörü ayakta kalıyor, hatta büyüyebiliyor. Yanı sıra, kullandığı doğal gaz ve ham petrolün önemli bir bölümünü de Rusya’dan alıyor. Ayrıca, Rusya, Mersin’de bir nükleer santral inşa ediyor ve işletmesini üstlenecek. İşletme süresi 15 yıl, üretilecek elektriğin satın alma garantisi de verildi. Sinop’ta da başka bir nükleer santral inşası sırada bekliyor. Türkiye, NATO üyesi olmasına ve şiddetle uyarılmasına rağmen, milyonlarca dolar ödeyip, Rusya’dan S400 hava savunma sistemi satın aldı ve NATO izin vermediği için depoya koyup çürümeye terk etti.
Rusya’ya çoğu zaman standartlara uymadığı için geri gönderilen sera üretimi taze sebze ve meyve satışının yanında, Türkiye’nin malum müteahhitleri önceliğinde inşaat sektörü ve ucuz emek gücü olarak da bu ülkeyle ilişkiler yürütülüyor. Son olarak, Ukrayna’ya silahlı insansız hava aracı (SİHA)’nın satıldığını da Rus ordusunun bu silahla bombalanması sonrası, AKP hükümetinin eski solcuları da aracı tutup, özür dilemeye çalışması ve “bu amaçla kullanılacağını bilmiyorduk” açıklamasıyla öğrenmiş olduk. Bir tek, sattığımız SİHA’ları neden kelebekler gibi uçurmuyorsunuz demedikleri kaldı!
Özetle, AKP hükümetinin, savaşın iki tarafıyla da yıllardır yakın, geniş boyutlu ve karşılıklı çıkara dayalı ilişkileri apacık ortada. Rusya ile olan ilişkisinin ana belirleyicisi de kendisi değil Rusya, hatta doğrudan Putin. Böyle olmasına karşın, savaş sürecinde kendisine rol biçen iktidar, savaşın ilk günlerinde cumhurbaşkanının arabulucu olacağını ve Putin’in görüşmeler için Türkiye’ye geleceğini kamuoyuna duyurdu. Ancak, ikisi de gerçekleşmedi. Ardından hükümetin büyük çabalarıyla iki ülkenin dışişleri bakanları Antalya’da bir araya geldiler. Oradan da bir sonuç çıkmadı. Hatta ilişkiler biraz daha gerildi.
Peki, bu barış elçiliği sevdası nereden çıktı? AKP iktidarı hiç aynaya bakmıyor mu? Kasım 2002’den beri, 19 yılı aşan bir süredir yönettiği ülkede, yaşattıklarını ve komşu ülkelerle yaşananları nasıl görmezden gelebiliyor? “Dün dündür, bugün de bugün!” safsatasının işlevsel olacağını mı düşünüyor? İnsanın olduğu gibi, toplumların da hükümetlerin de tarihleri, yaptıklarıyla, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla oluşuyor. Bir gölge gibi de arkasından, yanından hiçbir zaman ayrılmıyor. Takip ediyor. ‘Sevsinler barış elçilerini’ dersek abartmış olmayız herhalde.
Çünkü: Seksenli yıllarda başlayıp, günümüzde de devam eden ve devlet tarafından “düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırılan, bu ülkenin kadın-erkek on binlerce gencinin ölümüne neden olan, çatışma hali neden devam ettiriliyor? Kısa bir dönem de olsa barış masası kurulduğunda, siyasi çözümün hiç de uzak olmadığı bizzat yaşanarak da deneyimlenen “Türk-Kürt sorunu” için neden TBMM’nin inisiyatifinde siyasi çözüm üretilmiyor?
Özü itibarıyla; Birleşmiş Milletler (BM)’in 15 Aralık 1978 tarihli Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilen: “… her insan ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin doğuştan barış içinde yaşama hakkına sahiptir.” saptamasını içeren 33/73 sayılı kararıyla, yine BM’nin 12 Kasım 1984 tarihli Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilen: “… gezegenimizde yaşayan tüm insanlar kutsal bir hak olan barış içinde yaşama hakkına sahiptir. Halkların barış̧ hakkını korumak ve bu hakkın uygulanmasını sağlamak her devlet için temel bir yükümlülüktür.” saptamasını içeren 39/41 sayılı kararıyla ve10 Aralık 2010 tarihinde İspanya’nın Santiago de Compostela kentinde toplanan Barış İçinde Yaşama Hakkı Uluslararası Kongresi’nde karar altına alınarak yayımlanan Santiago Bildirisi’ndeki “… bütün halkların ve bireylerin devlet tarafından “düşman-olarak-görülmeme-hakkı” vardır” ile “… bireyler, gruplar, halklar vazgeçilmez, adil, sürdürülebilir ve kalıcı barış içinde yaşama hakkına sahiptir. Barış içinde yaşama hakkının sağlanması ve korunması sorumluluğu devlete aittir.” saptamaları özel önem taşıyor.
Bu üç uluslararası kararla bile, barış içinde yaşamanın bütün insanlar için bir hak ve bunu sağlamanın da devletin sorumluluğu olduğu kabul edilmiş ve tüm devletlere de kabulü önerilen haklar ve ödevler arasında yer almıştır. Ancak, bir yurttaş olarak devleti, hükümeti muhatap alıp söz konusu hak ve ödevi anımsatan ve Türkiye halklarının da barış içinde yaşama hakkını ve devletin bu konudaki sorumluluğunu yerine getirmesini yazılı olarak talep edenlere yönelik gözaltılar, tutuklamalar, işten atmalar, kamu yasaklısı ilan etmeler AKP hükümetleri döneminde yaşandı. Üstelik devam da ediyor.
Günümüzde bile BM Genel Kurulu’nda egemen bir devlet olarak temsil edilmekte olan Suriye Arap Cumhuriyeti hükümetinin bütün itirazlarına rağmen, 2011 yılından beri o ülke topraklarında yalnızca ordusuyla değil, sağlık, içişleri ve milli eğitim bakanlıklarına ait kurum ve kuruluşlarla faaliyet gösteren bir ülkenin yurttaşlarıyız. Yanı sıra, Libya, Sudan, Azerbaycan, Karabağ, Afganistan vb. birçok sınır komşumuz dahi olmayan coğrafyadaki çatışmalı olaylarda-savaşlarda taraf olup, görevli-“asker” gönderen bir ülkeden bahsediyoruz.
O nedenle, böyle bir ülkenin yöneticilerinin başka ülkeler arasında barış elçisi olabilmeyi bırakalım, talep etmeyi nasıl oluyor da akıllarına getirebiliyor sorusuna insani değerlere, akla ve mantığa uygun bir yanıtı hala bulabilmek mümkün değil.
Ancak, bu satırları yazarken nedendir bilinmez, kadim Anadolu’muzun “arsıza söz, kokmuşa tuz fayda etmez” kadim sözü hiç aklımızdan çıkmadı.