Türkiye’de uzun bir sürededir siyasal iletişim dili başta olmak üzere, medya araçlarının tamamını tekeline almaya çalışan iktidarın toplumla kurduğu ilişki dillinin ekseriyetinin şiddet üretimini artıran ve toplumsal ilişki ağlarını geren stratejik bir denklem içinde gelişim gösterdiğini görüyoruz. Kürt düşmanlığına varacak derecede keskinleşmiş nefret dili, kadın karşıtlığı, zenofobi ve polarize dil, toplumsal hayatın doğal bir parçasıymış gibi yansıtılıp sıradanlaştırılmaktadır. Toplumda hâkim kılınmaya çalışılan bu anlayışın ideolojik arka planına baktığımızda, bunun temellerinin yer yer etnik üstünlükçülükle, yer yer zenofobiyle, yer yer ulusalcılıkla ve tabii ki ırkçılıkla kesiştiğini görmek mümkündür.
Van’da ortaya çıkan görüntüler, sosyal medyadaki HDP tartışmaları, Rojava’ya yönelik ırkçı histeri, kadın düşmanlığı, İstanbul Sözleşmesi ve sığınmacılarla ilgili nefret ve şiddet dili, Yunanistan ile Ege üzerinden köpürtülmeye çalışılan yeni durum, nefret söyleminin potansiyelini ve ulaştığı kritik boyutları görmek açısından oldukça önemlidir. Toplumsal barışın bozulması nedeniyle her geçen gün azalan güven ve karşılıklı tahammülsüzlük, sosyal meselelerin ve toplumsal olayların ani dönüşümlere evrilmesine yol açıyor.
Rejimin son yıllarda başvurduğu kutuplaşma mekaniğinin, bilinenlerin dışında, ciddi manada paralel topluluklar ortaya çıkardığını özellikle dini cemaatler örneğinde görüyoruz. Kendi ideolojik düzlemi üzerine kurduğu sistem tamamıyla kaba güç ve kabile kanunları cüretkârlığı üzerinde bina edilmiş bir izlenim vermektedir. Kimi kesimlerin anayasal haklardan mahrum bırakılması tartışmalarına varacak kadar nefret söyleminin dolaşıma sokulduğu bugünlerde sığınmacılar açık bir şekilde hedef haline getirmektedir. Bugün yaşananlar siyasal iktidarın 20 yıldır üzerinde çalıştığı tekçi anlayışın bir dışavurumu olduğu muhakkaktır ama mevcut resmin düşündüğümüzden de daha tehlikeli bir hal aldığını görmekteyiz.
Bu resim, toplumsal kutuplaşmadır, ötekileştirmedir, sığınmacı ve Kürt düşmanlığıdır. Bu nefret zehirlenmesi sonucu toplumsal paranoyanın ne denli açığa çıktığını toplumdaki kutuplaşma üzerinden görebiliyoruz. Her kutbun kendi fantezi dünyasında diğer kutbu alenen suçlaması ve düşman olarak görmesi, mevcut rejimin nihai hedefine dolaysız bir hizmettir aslında. Rejimin bir toplum mühendisliği stratejisiyle yaydığı bu kin ve nefret dalgası giderek kitlesel bir patolojiye dönüşüyor. Özellikle anti-Kürt ve HDP düşmanlığı üzerinde odaklanan düşmanlaştırma propagandasının giderek güçlü bir şiddet sarmalına dönüştüğünü hem Erdoğan hem de Soylu’nun saldırgan dilinden görmek mümkün.
Kendi dışındaki diğer bütün siyasi aktörleri alenen “vatan haini” ve “terörist” olarak lanse etmesi her ne kadar içine düştüğü çaresizliğin dışavurumu gibi görünse de, bu amaçla kullandıkları siyasi aygıt ve siyasal iletişim dili, toplumsal barışı yok eden bir mekanizmadır. Güney ve Rojava başta olmak üzere durmadan yeni tehdit unsurları üretmeye çalışan siyasal iktidar bir bütün olarak devlet desteğini alarak tehlikeli bir savaş haline girmeyi göze almıştır. Dahası iktidarın bu alana yaptığı yatırım, etkileri ve sonuçları itibariyle büyük sorunlar üretme potansiyeli taşımaktadır.
Muhalefet başta olmak üzere Türkiye toplumunun siyasal iktidarın pekiştirmeye çalıştığı bu yıkım mekanizmasına destek vermesi durumunda toplumun tamamı telafisi mümkün olmayan tekinsiz bir yıkım makinasının pençesine düşecektir. O nedenle söz konusu bu yıkım mekaniğin içine dâhil olmak istemeyen bütün muhalif kesimler hedef alınarak bertaraf edilmek istenmektedir. HDP ve onun çeperindeki toplumsal güçlerin hedef haline gelmelerinin ana sebebi siyasal iktidarın toplumsallaştırmak istediği savaşa karşı çıkmalarındandır. Hiç şüphesiz bu karşı çıkışın temel ilkesi bir barış dilini bulmak ve onu toplumsal alanının tamamına yayma çabasıdır.
Kapatma dahil olmak üzere şiddetli bütün saldırılara rağmen HDP’nin geliştirdiği denklem bozucu stratejisinin temel esprisi toplumsal barışı kapsayan bir dil kurma gayretidir. Bu dil, iktidar ve muhalefetin el ele vererek kurmaya çalıştığı ve toplumda hâkim kılmak istediği dilin tam karşısında bir dil olması itibariyle mevcut hesapları bozmaktadır. Bu da HDP’ye yönelik nefreti beslemektedir. Dolayısıyla demokratik muhalefetin yapması gereken toplumsal barış ve hukuk ilkelerini savunan bir dilde buluşma hamlesidir. 2023 seçimlerinin konuşulduğu bugünlerde bu ihtiyacın herkes tarafından artık hissedildiğini söylemek abartı sayılmaz. Türkiye’nin hem rejim sorununu çözmek hem de toplumsal krizden çıkabilmesi için acil olarak yapması gereken esas şey yeni bir barış dilini bulmak ve toplumsal barışı garantiye alacak eski anayasanın çerçeve metnine geri dönmektir.
Yer yer geri, ırkçı ve çağ dışı olmasına rağmen kurucu metne bağlı kalarak yeni değişikliklere gitmesi yeniden bir inşayı beraberinde getirebilir ve öncelikle kendi iç barışını ve sonra dıştaki itibarını tesis edebilecektir. Buradan hareketle parlamenter sisteme geri dönme tartışmalarına ek olarak demokratik bir anayasanın tartışmaya açılması zedelenmiş olan normatif düzeni zamanla telafi edecektir. Zira yeni rejim biçimi toplumun yarısından fazla bir kesimin temel güven duygusunu ve varlık kaygısını derinleştirmiştir. Seçimlerden sonra kim kazanırsa kazansın, Türkiye Kürt kartını küresel olarak eline alarak çözüm odaklı yaklaşım göstermek zorundadır, aksi takdirde kendisi çözülmeye başlayacaktır. Eğer Türkiye kendi Kürtleriyle barış sağlarsa, dışarıdaki güçlere karşı gelişmiş olan derin bağımlılıktan da kurtulacak ve küresel anlamda rahat bir nefes alacaktır. Seçim sonrası herkesin rahat bir nefes alabilmesi için şimdiden sorumlu davranıp kapsayıcı bir barış dilli bulmak zorundadır.
AKP ve MHP’nin köpürtüp derinleştirmeye çalıştığı şiddet ve nefret dili, ancak onun karşısında bir dil kurarak, bir toplumsal barış dili bularak bertaraf edilebilir. Bu şiddet ve nefret dilinde AKP-MHP ile yarışmak, ondan daha düşmanlaştırıcı ve ötekileştirici bir dil kullanmaya heves etmek ancak be ancak iktidarın politikalarına hizmet edecektir. Üstelik bu barış dili salt seçim odaklı ve dönemsel siyasi menfaatlere göre değil daha kurucu ve temel prensipleri olan kalıcı bir yeni sözleşmenin zemini olmalıdır.