İktidarların tarihi, ötekileştirmenin tarihidir. İktidar olgusunu hem bir canavar hem de bir canavarlaştırma aracı olarak okumak, tarihin sayfalarında şeytanlaştırılan, hayaletleştirilen, canavarlaştırılan ötekilerin tarihini anlamamız açısından bizler için bir mercek görevi görebilir.
Richard Kearney’in kaleme aldığı Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar: Ötekiliği Yorumlamak isimli kitap ötekiliği ontolojik, tarihsel, siyasal, psikanalitik ve sosyolojik açısından anlamamıza büyük katkı sunmaktadır. Kearney, Canavar’dan Tanrı’ya uzanan mesafelenme durumumuzun nasıl da ortak zeminden -kültür ve iktidar ilişkileri- kurulduğunu gösteriyor. Kearney’e göre efendi ile köle arasındaki ilişki bir kültürel “normal”le bağlantılı olmakla birlikte efendi ve/ya köle olma arasındaki salınım mesafesinin kısa olduğunu ifade ederek, siyaset felsefesinin ontik karşıtlık kurduğu toplumsal kategoriler ve kavramların ortak üretim paydaları üzerinde duruyor. Bu yazıda da sık sık bu esere başvuracağız.
Bir ben var benden “öte”
Ben hep ötekiyle maluldür. Ben’in konumuna ister özne ister iktidar yerleşsin, ötekiyle kurulan diyalektik hep bir tanınma ve kabullenme üzerinden kurulur. Bu yönüyle ben’in benle mücadelesinde olduğu kadar ben’in ötekiyle mücadelesi de hep bir kampfplatz’dır, savaş alanıdır. Bu diyalektiğe ilişkin Kearney, Hegel üzerinden şöyle bir izah getirir: “Tinin Görüngübilimi’nde Hegel, sorunu bir efendi-köle diyalektiği bağlamında tarihselleştirir. Ben’in ancak Öteki (das Andere) ile mücadele ettiği ve neticede Öteki tarafından tanındığı ölçüde kendini egemen bir özne olarak ifade edebileceğini öne sürer.” Karşılıklı tanınma, bir meydanda karşı karşıya gelme ve temassız konum olmayacağı Hegel’in kendine özgü kavram setleriyle Kearney tarafından açıklanıyor.
Bu kapsamda onto-epistemolojik açısından ötekiyi benden bağımsız düşünemeyiz. Aynılığın reddi üzerine inşa edilen öteki, malum Ben’in, ötekileştirdiğiyle karşılaşmasıdır. Yani bir anlamda mevcutta olan, namevcut ile karşılaşır. Namevcut, mevcudiyetini karşılaştığıyla ifade eder. Olmayanı yerine oturtma (köle), olanı da bir konuma (efendi) yerleştirir. Bu karşılıklı konumlanmada kültürün iktidar ilişkilerinin üretimindeki rolü, önemli bir fonksiyonel görev görür.
Bu fonksiyonel diyalektikte öteki; iktidarlar, toplumlar ve bireyler tarafından karşımıza karanlıkta duran bir yabancı, hayalet ve/ya canavar olarak çıkar. Bilinmeyen olarak kodlanan öteki çoğu zaman korkularımızdan dolayı da şeytanlaştırılmıştır. İktidarlar tarafından yaratılan düzenin özünde, tehdit olarak görülen ötekinin def edilmesi ya da yok edilmesi yatmaktadır. Bu def etme ya da yok etme eylemi Tanrı’nın gücünü de yanına alarak ayrıca kutsallaştırılır ve öteki, Tanrı’nın da düşmanı olarak bilinmeyen olana, dipsiz kuyuya yollanmak üzere kodlanır. Burada yaman bir çelişki ortaya çıkar: Öteki “kutsal-karşıtı” ve “harcanabilir olan”dır. Fakat tüketilmesine izin verilemez. Çünkü Ben’in kendini tanımlamasının zorunlu koşuludur. Bu yönüyle Ben-Öteki arasında başlayan ve iktidarlaşma düzeyine ulaşan her ilişki şizofreniktir.
Var olmam için ilk önce bir günah keçisi yaratmam sonra da onu yok etmem gerek!
İktidar, ister ilkel çağlarda isterse post-modern çağda olsun, her daim kutsalla ilişki kurar. Bu ilişkiyi ritüeller, damgalar, söylemler üzerinden geliştirdiği tertibatla yapar: “Çoğu kültür, yabancıları günah keçisi haline getirmek için kurban mitleri üretir. Günah keçisi bulma meraklıları, toplumsal marazlardan sorumlu tuttukları bu yabancıları tecrit eder ya da ortadan kaldırır. Böyle kurban etme stratejisi, topluluklara bağlayıcı bir kimlik bahşeder; yani kimlerin topluluğa dahil edildiğine (biz), kimlerin topluluğun dışında bırakıldığına (onlar) dair temel bir farkındalık sağlar. Mutlu bir topluluk yaratmak için ödenmesi gereken bedel çoğu zaman bir yabancının dışlanmasıdır; ‘ötekinin’, ‘yabancının’ sunağında kurban edilmesidir” der Kearney. Böylece ben/biz aidiyeti, bir başkasının varlığı ve bu varlık üzerine üretilen bilgiyle gerçekleştirilir, ritüellerle pekiştirilir. Ritüel “iman düzeyine çıkarılanın” her an yeniden üretilmesini sağlar. Madalyonun bir suretinde Ben’e dair iman ritüelle tazelenirken diğer suretinde Öteki bir kez daha kurban mertebesine konumlandırılır. Dağıtan ve toparlama yetisini kaybeden şizofreni, varsayan paranoyaklıkla buluşmaya doğru yol alır.
Tarihin “öteki” yüzüne doğru bir yolculuk yaptığımızda canavarlaştırılan ötekinin def edilmesi veya yok edilmesi ile ilgili sayısız örnekle karşılaşırız. Ateşi tanrılardan çalarak insanlığa armağan eden Prometheus’tan köleliğe baş kaldıran Spartaküs’e; ekonomik, ideolojik, dinsel ve özellikle ataerkil motivasyonlarla cadılık ile suçlanan ve katledilen kadınlara; vahşi kapitalizme karşı sınırsız ve sınıfsız dünyayı tahayyül eden devrimcilere ve canavar iktidarların düzenine çomak sokan, günah keçisi ilan edilen ötekilere kadar liste bir hayli kabarıktır. Bu listenin ortak paydası her bir ötekileştirme hikayesinin iktidar ilişkilerine dair olmasıdır.
Türkiye tarihinde de iktidar ilişkileri paydasında günah keçisi ilan etme pratikleri, Osmanlı dönemi ve daha önceki iktidarlardan kalma bir gelenek olarak Cumhuriyet dönemine aktarılmıştır. Şeyh Bedrettin’den Aşık Maşuki’ye, Baba Zünnun’dan Nur Ali Halife’ye kadar sayısız günah keçisi ilan etme ve bu günah keçilerini Tanrı’ya kurban ederek iktidarını sağlamlaştırma pratiklerini görebiliriz. Koçgiri’den Zilan’a, 6-7 Eylül Pogromu’dan Dersim Katliamı’na kadar yine iktidar eliyle günah keçisi ilan etmenin modern dönemdeki sayısız replikası karşımıza çıkmaktadır. Post-modern bir örnek olarak köklerinden koparılıp, bilinmeyene ve bitmeyene yolculuk yapan, dost-düşman siyasal aklı ile varlığını sürdürmeye çalışan iktidarlar tarafından düşmanlaştırılan, korkulması gereken bir “imge” olarak karşımıza çıkarılan mültecileri gösterebiliriz. Zygmunt Bauman Kapımızdaki Yabancılar kitabında bunun nüanslarını şöyle sergiler: “Savaşların ya da despotizmlerin canavarlığından veya beklentisiz bir varoluş yüzünden kaçan mülteciler modern zamanların başlarından bu yana diğer halkların kapılarını çalıyor. Bu kapıların ardındaki insanlar için, onlar şimdi olduğu gibi her zaman yabancı. Yabancılar tam da “yaban”- dolayısıyla, günlük olarak etkileşimde olduğumuz ve ne beklediğimizi bildiğimize inandığımız insanlardan farklı olarak -yani korkutucu şekilde öngörülemez oldukları için- kaygıya neden olmaya eğilimlidir; çünkü hepimiz biliriz ki kitlesel yabancı akını değer verdiğimiz şeyleri yok edebilir ve bu, avutucu şekilde aşina olduğumuz yaşam şeklimizi sakatlamak ya da yok etmek anlıma gelebilir.”
Hayaletin kerameti: Mitik şiddet ve hep geri gelme
İktidarların, günah keçilerini Tanrılara armağan ederek yarattıkları uyumun ve düzenin bahçesine gömülen ötekiler, üzerlerine basılan toprağın onları iyice nefesiz bırakması ile uzun süredir kaldığı ve neredeyse unutulduğu yer altından uyanır ve malumun karşısına tekinsiz bir meçhul olarak çıkar. İktidarlar tarafından yaratılan uyum ve düzeni, daha doğrusu “ilahi düzeni” tehdit eden canavarlaştırılmış öteki, bu düzenin düşmanı olarak temsil edilir ve def edilmesi gerekir.
Def etme edimi, bir türlü defin işlemine dönüşemez. Çünkü: “Canavarların hepsi ‘yaşayan ölü’dür. Tekrar tekrar geri gelmelerinin sebebi belki de ‘bize kendimiz hakkında söyleyecek veya gösterecek bir şeylerinin’ olmasıdır hâlâ! Canavarca olanın önlenemez geri dönüşünün, insan aklının akıl sır erdiremeyeceği sebepleri vardır bazen.” Ben’in paranoid şekilde varsaydığı Öteki’nin en büyük özelliği hayalete dönüşebilmesidir. Hayalet hem olan hem olmayan, her an olabilen veya sonsuza kadar yok olabilendir. Elle tutulamaz, tanımlanamazdır. Böylece Ben’in kendisini Öteki’yi tanımlayarak kurmasının imkansızlık sınırıdır. Fakat Jacques Lacan’ın rivayet ettiği üzere hayalet hep geri gelendir. Çünkü gerektiği gibi gömülmemiştir.
Ben ile Öteki’yi, Canavar ile Tanrı’yı, İlahi olan ile Mitik olanı ortak paydada buluşturan kültür ve iktidar ilişkileri arasındaki ortak payda ise bu ikiliklerin arasındaki sınırı çizen bitimsiz mücadeledir. Bu mücadelede mitik olan olumsallığı ve mazlumluğu temsil ettiği anda estetik hale gelir. Mitik olan sürekli geri gelir. Muktedir karşısında, iktidar olmasa da yenilmezliği temsil eder. Varlığın direnç alanı olur. 2018 yılı orijinal Netflix yapımı olan “Ghoul” dizisinin hikayesindeki gibi, varlığın direnci yükseldikçe herkes olması gereken tarafa yerleşir. Muktedirin dağıtma, köleleştirerek efendiliğini tasdik etme arayışına karşı ezilenlerin toplaşıp bir arada kalmasını sağlar. Dizide temsil edildiği gibi muktedirin tarafında olan ezilen, asla aslıyla kabul edilmez. Aslına rücu etmesi için hayaletin belirmesi gerekir. Çünkü hayaletler bir yenilmezlik nişanıdır. Öteki olarak hayalet, kendisini muktedirin tanımlama döngüsünden kurtardıkça Ben’in tanımlanmasını sağlar.
Hal-i pür melalimizi sinemayla, kitapla anlamak dileğiyle…