Reyhan Hacıoğlu
Artık dağlar gibiyim!
Yorgundu, kederliydi, telaşlıydı ve en önemlisi üzgündü… Ama yine de ısrarla ve inatla gülümsemeye çalışıyordu. O farkında değildi ama ben farkındaydım; birazdan, tam olarak 30 dakika bile olmayan bu görüşmemizden sonra dışarıda onu bekleyen gürültüye karışacak ve canı çok yanacaktı.
Patronları canına okuyordu, çok çalışıyor, her söyleneni yutuyordu. Üç kuruş için “it gibi” çalışıyordu deyim yerindeyse. Yerinde değilse bile lütfen geri dönsün!
Gecesi yok gündüzü yoktu. Gözlerinin feri kaçmış elleri nasırlaşmıştı ve bedeni bir hayli incelmişti. En kötüsü duyguları kalabalıklaşmıştı. İnsanlar bütün hırslarını ve kavgalarını ona döküyordu, kimi “aptal” oluyordu kimi “geri zekâlı”… Ağladığı çok oluyordu, lavabo diye gidiyor musluğu açıp açıp hıçkırıyordu. Bu işe ihtiyacı vardı ve patronları da bunu biliyordu. 12 saat boyunca ayakta kalıyordu. Ayakları şişiyor, oturduğunda kalkamıyordu çoğu zaman. Sigaraya da başlamıştı üstelik. Canı canından yorgundu, susuyor en çok da susuyordu. Sırlarını paylaştığı az insan vardı onlar da bunu kullanabilecekler oluyordu! El bebek gül bebek büyümemişti ama bu kadar kötü olabileceğini “insanların” da kimse dememişti açıkçası. Ömrü 12 saat arasında, bir nefes almadan geçiyordu. Arabalarda uyuyordu ancak, o yüzdendi uzun yolculukları çok sevişi aslında. O bunu hiç bilmiyordu ama ben biliyordum…
Canı çok yanıyordu farkında değildi henüz o zamanlar ama; sevdiği “adam” birkaç ay sonra onu terk edecekti. Eee yüzyılın aşkları böyle “bebeğim”; ihtiyaçlar ve sorumluluklar üzerine kurulu olunca ömrü bazen bir mesaj kadar kısa olabiliyordu! Sen senin gözlerine ölüyor sanıyorsun o; “Sen kilo mu aldın ya da gergin misin bu aralar” diyordu! İnsan psikolojisinden anlamaz, kadın ruhunu ise sadece “kur” yapmak için tüketirdi “erkek” dediğinin cinsi çoğu zaman. Ve o da en ihtiyaç duyduğu gün onu terk edecekti. Sevgi zor zamanların sınanmışlığıdır; na, sevgi zor zamanda en iyi kaçabilmekti artık bu yüzyılda! “Neden?” bile demeyecekti “adama”. Giden gidiyordu da bitiyor sanıyordu ama yıllar boyu unutamayacaktı. En nihayetinde o da boşlukta bulduğunu “adam” sanacaktı. Boşluğuna iyi geleni de “doğru”. İnsan insanı yarasından tanır sanıyordu, oysa psikolog ve “psikopat” kadın; insan kendisine en iyi acı çektireni buluyor çünkü onun öğrenmişliği acı çekmişliği kadardır, diyor. Henüz farkında değildi ama sırtını verdiğini sandığı “adam” biraz kadar yakın bir takvimde sırtını dönecekti. Ve o da öğrenecekti “sevgi” tüketilebilir bir şeydi! “Sevmek de yetmiyor erken rastlaşacaktık” diyordu siyah beyaz filmdeki kadın. Doğru sevgiyi bulmak çok zordu. Eş’lik bir denklikte sevmek ise uzak bir mümkün gibi geliyordu artık… O bunu bilmiyordu ama gözleri çığlık çığlığa bunu anlatıyordu.
Aile bağları zayıftı en nihayetinde kendi ayakları üzerinde duruyor/du. Ve aile dediği o sınırları çizen daireden çıkıyordu yavaş yavaş. Benimle bağı ise duygusal bir aile bağından geliyordu aslında. O bunu fark etmiyordu ama belki bir başkası olsaydım onun için işler daha farklı olurdu. Belki de beni görmek için geldiği ama bana dokunamadığı soğuk ve gri betonlar arasında geçirmezdi vaktini… Beni seviyordu ve bunun farkında değildi ama ben onun özlediği çocukluğuydum ve o deli gibi bunu, bu saflığı özlüyordu…
O bunları yaşarken, aramızdaki ince camın ardından bense onunla en çok yoldaş olmak isterdim o vakitler. Çünkü o o kapıdan çıktıktan sonra canını çok yakıyorlardı. Her şey üstüne geliyordu. “Kıymeti” cebindeki para kadar, aşkı her şeye olur diyene kadar, dostluğu karşısındakinin işine yarayana kadar, ailesi onlara itaat ettiği kadar oluyordu. Aslında “zincirlerini” zorluyordu en çok da bu yüzden kanıyordu her yeri, her seferinde… Bağlarından kurtuluyordu ama boşlukta savrulacaktı daha farkında değildi… “Ben iyim” diyordu her seferinde oysa eli, gözleri, bedeni, gitmek istemeyen ayakları, telefonu sertçe kapatışı, son bakışı, “kendine iyi bak” deyişi hep farklısını söyledi aylar boyunca. Beni çok seviyor/du ama bir “tanıdıktım” onun için ve ötesi asla yoldaşı olamıyordum. Ya koşullardan ya koşulsuzluktan. Oysa aynı yolda yürümek ne güzel olurdu kim bilir…
Camdan cama gördüğüm bir kadında gördüklerim bu kadar yalın, bu kadar çarpıcıydı işte o zamanlar; ve ben kaç defa camları geçip elini tutmak istiyordum. Oysa geçip gidiyordu önümden ve tükeniyordu, izliyordum sadece. Kapıdan çıkar çıkmaz bir daha ki buluşmamıza kadar biliyordum koşacaktı. Aylar sonra öğrendim ki bir süre dayanabilmiş ancak ve sonra insanlardan kaçmaya başlamış… Bir kaçma biçimine dönüşmüş köşeler, yastıklar. Karanlıkları tercih edip en çok da uyurmuş. O yok olmayı ya da kendinde var olmayı insanlardan kaçarak denemiş. Farkında değilmiş henüz, ama bu toplumsal bir intihar biçimiymiş…
Ama ve lakin aslında düşebiliriz, yorulabiliriz, sıkılabiliriz, umudumuz yorulabilir, en çok da tekrara düşebiliriz, benzeşebiliriz de, velhasılı her şey olabiliriz. Fırtınalı bir denizde rotasını kaybeden bir geminin kıyıya sağlam varma şansı her geçen saat nasıl da azalır. Varır mı? Belki, Sağlam mı? Hiç sanmam. Rivayet odur ki, o yüzden vardır deniz fenerleri. Yolunu kaybederse şayet gemi, yolunu bulsun diye. YOLDAŞLIK da böyle bir şeydir sanırım ve büyük olasılıkla. İster dostluk de, ister kankalık, ister kardeşlik, ister arkadaşlık ama içinde ve özünde birlikte yol yürümeyi ve güç vermeyi barındırıyorsa, hele bir de bir düş ortaklığı varsa o yoldaşlıktır. Ayakta tutar, güç verir, inanç verir, umut tazeler ve tek başına yürürsen dahi varlığı güven verir, varlığına anlam katar anlamı. Yaşamak için ölmeyi göze almış bu kişidir o ve bu uğurda seni sırtında bile taşır… Evvel o ki sırtına yük olma sadece!
“Sabahtan beri kafasını şişirdim kalk bana yemek yap diye. Olmaz arkadaşlar burayı bana bıraktılar, ‘kalk sen yap birlikte yiyelim’ dedi. Ben de yok sen yapacaksın deyip durdum. Biliyordum mevziisini bırakamazdı ama keşke yapsaydı şımarıklığıydı benimki. Kalkıp gitmem gerekti. Ben kalkarken çantasındaki çikolata ve bisküvileri verdi, benim ‘sen tek kalıyorsun’ dememe rağmen. Nedendir bilmem tam kapıdan çıkacaktım dönüp sıkıca sarıldım… Gittiğim eve üç dört saat sonra haber geldi, bir genç vuruldu diye. Ben adını bilmiyordum tabi o zaman, Murat vurulmuş dediler. Uzun süre cenazesini alamadılar, saatler sonra ancak, ben de gittim. Kanlar içindeki yüzünü tanıyamadım, bir yoldaşı silince son kez gördüğüm yüzü göründü…” bunu anlattığında hala aynı duygudaydı, keşke yemeği ben yapsaydım diyordu ve… Bu kadar anlık, bu kadar yoğunlukluydu işte. Belki binlerce kitaba yazılırdı, binlerce şiir ve edebiyatı yapılırdı ama hiç bir şey ne o son sarılmanın duygusunu verirdi, ne hala sakladığı çikolata kâğıtlarının verdiği acıyı dindirirdi.
Mahir, Ulaş’a bir sarılır mahkemede dünya yıkılır ya da dünya yıkılsa umurlarında olmaz artık… Bu kadar kutsal bu kadar sıcak ve bu kadar mühimdir yoldaşlık. Aynı yolda yürümenin direncinin tarifi yok, bir o kadar da cinsiyetsizdir aslında… Mazlum, Orhan’ı bir anlatır ki, gözlerin dolar. Ve ona öyle sözler verir ki; “Sen halkının kavgasında yaşayacaksın” diye… Çünkü Güneş’e ölenler kalanlara mirastır, kalanlar ise gidenlerin düşlerini taşımaya.
Yani ilişkilerin bu kadar korkunç olduğu bir ortamda ne güzel bu duygu, bu güven. Ayakta tutacak olan da budur… Aynı düşe inanmak, aynı düş için çalışmak ve aynı düş için yola düşmek. İşte bu duygu çokça kirlenirse geriye sadece sistemin “bireyi” kalır. Bencildir, kötüdür, hırslıdır, hırsızdır, arsızdır, çıkarcıdır velhasılı kötünün kötüsü ama bir o kadar da en kurnazıdır. Aslında herkes herkesi tanır, çünkü bu yüzyılın “en sevimli” özelliği kişileri, bireyleri ve bizleri çıplak bırakmasıdır. Baktın mı kötü’yü hemen görürüsün, tanırsın, hissedersin, hiç olmadı bilirsin… Sen edepten ve adaptan susarsın ama karşındaki fark edilmediğini sanır. O kadar da aptaldır aslında!
Bizim bize, bizim yoldaşa, bizim aynı düşün inancı ile ısınan yüreklerin birliğine, bizim aynı mevzide gülen gözlere, birbirine güven veren ellere, yol yürürken omuz vereceklere ihtiyacımız var. Çünkü sen eksiksen ben de eksiğim, çünkü sen zayıfsan ben de zayıfım ve çünkü sen düşersen ben de düşerim yoldaşım, bil…Hele ki bu karanlık, hele ki bu tiranlık günlerinde. Gücün gücüme güç katar ve düşün Saraylar mı dayanır o zaman bize! Ve bil ki “Eksik yoldaşlık” olur, ki oldu da ama kötü bir yoldaşlık yoktur, olmaz da…
No1:Kıblesi çıkarlar üzerine kurulu ne bir yoldaşlıktan ne bir ittifaktan hayır gelir, evvel odur ki kıblesi HAKİKAT olsun bireyin, partinin, halkın, yoldaşın. Bu değilse evet on’suz da olur, Onlar’sız da.
Not2: