Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Tue, 13 Jun 2023 10:31:20 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2020/07/cropped-karincalogo-512x512-1-32x32.jpg Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 78’li devrimci-yazar Banu Torun, “Hani, biz yoldaştık!” derken neyi kast etmişti? https://gazetekarinca.com/78li-devrimci-yazar-banu-torun-hani-biz-yoldastik-derken-neyi-kast-etmisti/ Tue, 13 Jun 2023 10:17:18 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266421 Banu A. Torun, ‘78 Kuşağı’nın Ankara’daki gençlik hareketinin önemli simalarındandır. 1980 öncesinde faşizme karşı mücadele vermekte olan çok sayıda (yaklaşık 49) örgütten biri olan Halkın Kurtuluşu çevresindendir. Dostları arasında, “70’lerin ikinci yarısından itibaren yılların yükünü, acısını, gamını, kederini, direncini, sevdasını, davasını ve umudunu yüreğinde taşıyan bir devrimci” olarak bilinmektedir. O zamandan bu yana çok sular […]

The post 78’li devrimci-yazar Banu Torun, “Hani, biz yoldaştık!” derken neyi kast etmişti? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Banu A. Torun, ‘78 Kuşağı’nın Ankara’daki gençlik hareketinin önemli simalarındandır. 1980 öncesinde faşizme karşı mücadele vermekte olan çok sayıda (yaklaşık 49) örgütten biri olan Halkın Kurtuluşu çevresindendir. Dostları arasında, “70’lerin ikinci yarısından itibaren yılların yükünü, acısını, gamını, kederini, direncini, sevdasını, davasını ve umudunu yüreğinde taşıyan bir devrimci” olarak bilinmektedir.

O zamandan bu yana çok sular aktı köprülerin altından; toplumun sosyal, fikirsel, siyasal dönüşümüne tanık oldu Banu. Yozlaşmanın, çürümenin, yitip giden dostlukların, arkadaşlık-yoldaşlık ilişkilerinin bozulmasına tanıklık etti. Olumsuz değişim ve dönüşümü gördükçe üzüldü, hayıflandı. Her devrimcinin güzel bir gelecek üzerine kurulu hayalleri 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı o uğursuz fırtına önünde tuzla buz olduğunda, Mamak Askeri Cezaevi’nde umudunu dirence dönüştürdü.

Mamak’taki karanlık günlerde onca baskı, eziyet ve işkence yoluyla imha edilmeye çalışılan evrensel insanlık ilkelerinin başköşesine oturttuğu devrimci sosyalist değerleri, direniş ve kurtuluş rehberi olarak içselleştirdi; onun sayesinde zindanların dipsiz ve zifiri karanlık dünyasından ruhsal-fikirsel-ideolojik açıdan sağ salim kurtulmayı başardı. Ninesinin en değerli sandığına verdiği paha biçilmez kıymet misali, devrimci ve yoldaşlık değerlerini temel ilke olarak benimsedi.

Yaşar Kemal’in “demir olsam çürürdüm, toprak oldum da dayandım” dediği bir dönemdi bu. Banu Torun’un toprak olup olmadığını bilemem ama tanıdığım kadarıyla onun, bilinçli bir insan olarak bütün olumlu değerleri içselleştirmesi sonucu Mamak’taki imha operasyonlarını ve büyük badireleri atlatmış olması çok daha muhtemeldir.

Mamak’tan çıktığında 12 Eylül’ün genetiğiyle oynayıp tarumar ettiği toplumdaki çürümüş insan ilişkileri, ne yazık ki onun yerinde yurdunda yaşamasına elvermedi. Bir şekilde Avrupa’ya geçip mülteci oluverdi. Yaklaşık 40 yıldır, sıla özlemiyle dolu mültecilik hayatını sürdürmeye çalışıyor.

Gittiği yerde de mensup olduğu harekete egemen olan devrimciliğe ve yoldaşlığa ters düşen davranışlarla karşılaşıp, uzun bir iç muhasebesi yaparak örgütünden ayrılarak yalnız başına kaldığı süreçte de sıkı sıkıya tutunduğu değerleri doğrultusunda yaşamına devam etmektedir.

Banu Hanım, yoldaş ve arkadaşlarıyla birlikte Prometheus gibi ateşi çalıp karanlıkta bırakılmış toplumu aydınlatmak uğruna uzun yıllar mücadele etti. Gelgelelim 12 Eylül’ü izleyen süreçte bütün devrimciler gibi ateşi götürmek istediği toplumun yozlaşması ve sosyalistlerin yerle bir edilmesi sonucu, elindeki kurtarıcı ateşin sönmeyen közü, içini kavurup durdu.

Tasavvufta çokça kullanılan o meşhur edebi ve şiirsel deyimle söylersek, “Ateşin gölgesi yoktu. O yüzden insanın içindeki yangını dışarıdan bakan göremezdi.” Bu yüzdendir ki çok az kimse bunun farkına varabildi.

Yukarıdaki uzun girişi şu münasebetle yaptım: Banu Torun’un Ocak 2023 tarihinde Kibele Yayınlarından iki kitabı çıktı: Eylül Buza Kesti Mamak’ta ve Biz Yoldaştık. Sağ olsun, Eşber Yağmurdereli ilk baskılarını bana iletti ve ben onca meşguliyetim arasında her iki kitabı yaklaşık 10 gün içinde okuyup bitirdim.

Eylül Buza Kesti Mamak’ta başlıklı ilk kitabı, Banu Hanım’ın 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Ankara’da kaldığı eve yapılan emniyet operasyonu sonucu arkadaşlarıyla birlikte bin bir eziyet ve işkence eşliğinde sorguya çekilip hapse atılmasını, yargılanıp mahkûm olmasını ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Kendisi 12 Eylül 1980 darbesini arkadaşlarıyla beraber Mamak’ta karşılamak durumunda kalıyor ki bu durum hiç de hayırhah olmayan bir karşılaşmaya dönüşüyor. En sert askeri tedbirlerin alındığı koğuş ve hücrelerde coplarla, sopalarla, farklı fiziksel işkence yöntemleriyle tutsaklara “Hoş geldin 12 Eylül” partileri düzenleniyor.

Farklı sol ve yurtsever fraksiyonlardan kadınların zaman zaman koğuşlara kimi vakit de tek kişilik tecrit hücrelerine tıkılmış olduğu bu hapishanede çektikleri eziyetin tasvirini, Banu Torun’un kaleminden (Açıklama ve Önsöz bölümü) aktarmalıyım:

“Anılarımın geçtiği süreç, yani 1980’lerde, içinde yaşadığımız toplumun kültürel değerleri gereği evlenmemiş kadınlara genel anlamda ‘kız’ deniliyordu ve bu adlandırma kadınlar için normaldi. O günün genç kadınları, kendilerine ‘kız’ denmesine karşı çıkacak bir cinsiyet kavramını henüz bilince çıkaramamışlardı…

Bunun içindir ki anılarımda ‘Mamaklı Kızlar’ ifadesi sık sık yer aldı. Çünkü biz, seksenler cuntasının Türkiye’yi kavurduğu yılların ‘Mamaklı Kızları’ idik. Anılarımda da öyle yer almalıydılar…

1980’lerin Türkiye’si, dünyada işkenceleriyle ün salan bir ülke olarak tarihe geçti. Mamak zindanında işkence, sistematik olarak günün her anında uygulandı. İşkenceciler, insanca olan, güzel olan her şeyi teslim almak için üstlerine çullanınca; kötülüğün iyiliğe galebe çalmaması, karanlığın aydınlığı boğmaması için biz kızlar, belki de kadına has, kadınca güdülerle yaşamı ve doğurduğu insanı korumaya soyunduk. Celladın ‘yok etme’sini boşa çıkarıp ‘yaşamı üstün kılma’nın yollarını aradık.

Zincir şakırtıları içinde apoletlerin eşliğinde hücresinden alınıp koğuşumuzun önünden idama götürülenlerin (Necdet Adalı ve Erdal Eren-FB) ardından ağlamayacak kadar yiğit değildik. Ama yanımızdaki arkadaşımıza inen cop sayısını azaltmak için ileri atılıp, ‘yeter ona vurduğun, artık sıra bende, beni copla’ diyecek kadar insana sevdalıydık.

Cellatlar salyalarını akıta akıta sömürünün devamı ve kokuşmuş düzeni ayakta tutmak için işkence çarkını döndürürlerken, biz ‘Mamaklı Kızlar’ yeniden sömürüsüz bir geleceği doğurmaya ant içtik. Zaferin tek şartı işkencecilerin emirlerini yerine getirmemek değil, biz emrin kendisini yere serdik. İşte, ‘Mamaklı Kızlar’ bunu yapmaya çalıştı.”

Mamak’ta direniş, doğal olarak hayran olunmaya değer devrimci bir tutumun sonucudur. Ancak o direniş için karar alma ve uygulama süreçlerinde solun bitmeyen illeti olan fraksiyonculuk her aşamada kendini gösterip safların bölünmesine, açlık grevlerinin kırılmasına, zaman zaman sözlü tartışmalarla fiziki kavgalara yol açabiliyordu. Yani ideal bir direniş, bu tür ikincil çekişme ve sürtüşmeleri de içeriyordu.

Bu yöndeki gözlemlerini aktarırken, yazar mümkün olduğunca herkesin erdemli ve nitelikli yanlarıyla eksiklik, kusur ve hatalarını da incitici olmayan bir üslupla okuyucunun takdirine sunuyor. Bu arada kendisine de çuvaldızı batırıp hata ve kusurlarını dile getiriyor. Bir anlamda tarihe not düşüyor.

Ayrıntılı anlatımlarından anladığım kadarıyla Mamaklı Kızlar, azim ve kararlılık bakımından cezaevindeki erkek tutsaklardan çok daha dayanıklı çıkıyor.

Kitapta yazılanlar, Mamaklı Kızlar’ın toplu imhaya karşı ölümcül direnişlerinin ayrıntılarını veren kapsamlı anılar toplamıdır. Diğer deyimle belgesel roman sadeliğinde, akıcı ve kolay okunur bir kitap.

Mamak anılarını okuyanlar Banu Hanım başta olmak üzere devrimci kesimin (kadın veya erkek) dış ve iç dünyasında uzun bir seyahat ettikleri hissine kapılacaklar. Derûnunda yatan magma misali kaynayıp duran fikirlerle duygularının ne kadar ince ayar olduğunu fark edecekler.

Bu noktada dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un şu tanımına başvuracağım:

“İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez. / Yüreğe dokunur bazı şeyler. Kimisi usulca, kimisi döke saça…”

Banu Torun’un Biz Yoldaştık başlıklı kitabına gelince; aslında ismi “Hani Biz Yoldaştık?” olsaydı daha yerinde olurdu diye düşünüyorum. Kitapta anlatılanlardan bunu anlıyoruz. Çünkü yazarın Mamak cehenneminden alnının akıyla kurtulup dışarı çıkmasından itibaren karşılaştığı dehşet, hayret, şaşkınlık, iç burukluğu ve hayıflanma gibi duygularla yüz yüze geldiği bir sosyal, siyasal, kültürel, ideolojik ortam var. Uğruna can feda edilmiş bir davanın, ülkünün, ütopyanın bütün değerlerini un ufak etmiş olan 12 Eylül’ün yok edici zalim çarkı var.

Bu çarkın dişlilerine kapılmış gitmiş herkes. Ortaklaşma, dayanışma, yardımlaşma, dostluk, arkadaşlık ve yoldaşlık kavramları kapıdan, akıldan ve yürekten dışarı atılmış; yerine piyasacılığın “ben” ve “birey” fikriyatı yerleştirilmiş. Gemisini yürüten kaptan olmuş, birilerinin sırtına basarak yükselmenin iş bitiricilik diye övüldüğü ve boğucu olduğu kadar zehirleyici bir ortam icat edilmiş. Dolayısıyla da mertlik, yiğitlik ve yoldaşlık bozulmuş.

Yazarın başından sonuna kadar demir çarıklı derviş misali Kaf Dağı’nda aradığı “yoldaşlık” adeta kayıplara karışmış. Zalim çarktan tek tük kurtulmayı başarıp çekirdek ailesiyle birlikte içe kapanarak ve egemenin zeminine düşüp kaymamak için kabuğuna çekilerek kendisini korumaya çalışan tek tük eski devrimci arkadaşlar bile 12 Eylül’ün takibatı ve baskısı nedeniyle sinmiş, sindirilmiş.

Böylesi bir hal, o günden bugüne devrimcilerin nasıl bir çember içerisine sıkıştığını gösterir. Çünkü ne kendine dönük ne de kendi aralarında eşit cümleler kurmanın şartları yoktur, ortadan kaldırılmıştır. Bunda sosyalistlerin de önemli payı vardır.

Eşit ve samimi cümle kurulamayınca da ortalığı sessizlik kaplar. Ya da öfke patlaması olur. Çinlilerin “zor zamanlar” dediği vakitlerde bu suskunluk ve öfke katlanarak büyür. Akılcı ve gerçekçi söylemlerin geçerli olma şartları yok olur, faydasız hale gelir.

Derken suçlama ve ithamlar boşluğu doldurmak üzere harekete geçer. Boşluğu dolduran samimiyetsizler ve fırsatçı çıkarcıların kaba cahil cesareti, başkalarını yani farklı düşünen samimi insanları kendine benzeştirmeye yönelik çığırtkanlığa dönüşür. Vaziyet öyle bir hal alır ki en aklı başında ve olgun diye tanımlanan kişiler bile dipsiz kuyuların karanlığına çekilir.

Yazar Torun’un aktardıkları bir yanıyla tükenmişlik sendromu sergiler. Normaldir; bir insan tükenebilir ve giderek kendi cürmü veya hacmi kadar yer kaplar. 1980 öncesi kitlesel destekleri sayesinde yeri göğü inleten, caddeleri titreten ve tahtları sallama gücüne sahip olan anlı şanlı devrimci hareketlerin tükenmişlik sendromuna yakalanması ise fazlasıyla trajik ve sarsıcıdır. Çünkü böylesi bir siyasal zelzeleden yüzbinler, milyonlar etkilenir; topyekûn bir yenilgi duygusu veya mağlubiyetin bizzat kendisi ülkenin dört bir yanındakileri uzaydaki karadelikler gibi içine alıp öğütür.

Bu hengâme içinde insani, vicdani veya devrimci duygularla Banu Hanım’a el uzatıp ona bir şekilde yeni hayat mücadelesinde arka çıkma çabaları ise uzun sürmüyor. Haklı veya haksız gerekçelerle, “buraya kadarmış” denilerek yüzüstü bırakılmasa bile, kendisine ihsas edilerek “halden anla can arkadaşım” denilerek barındığı, yerleştiği, çalıştığı yerden “kendi kararıyla” uzaklaşması sağlanıyor.

Kitaptaki ifadelere bakıldığında da görülecektir: Yazarımız babanın oğluna, kardeşin kardeşe, yoldaşın arkadaşına sahip çıkamadığı böylesine acımasız, karanlık ve zor zamanlarda “kimseye yük olmamak, kimseyi zorda darda bırakmamak” için misafir olduğu/edildiği yerlerde fazlaca kalmamıştır.

Banu Hanım, eskiden bildiği ve yüreğindeki altın kafeste besleyip büyüttüğü o eski yoldaşlık ruhunun hakiki karşılığını sadece Türkiye’de değil, mülteci olarak bulunduğu gurbet ellerdeki eski siyasi ve sosyal çevresinde bile bulamamış.

Bu acı gerçek, Biz Yoldaştık kitabında şöyle ifade ediliyor:

“…Cezaevinden çıktıktan sonra Türkiye’de fazla kalamadan Avrupa’ya geldim. Avrupa’daki yaşamım da öyle kolay olmadı, zorlu geçen bir süreçti.

Emniyet ve hapishanelerdeki işkencelerin üzerimde bıraktıkları izlerle uğraşmak bir yana, siyasi olarak birlikte olduğu grupta rüyasına yatsam bile aklıma gelmeyecek, beklemeyeceğim tutum ve davranışlarla karşılaştım. Doğal olarak bunların bana etkileri elbette ki kötüydü. Hani, düşmanın zindanları değil ama ‘dostun bir tek gülü’ başka yaralamıştı.

İşkencenin izlerini tedavi edemezsiniz ama onlarla yaşamayı öğrenebilirsiniz. Peki, ‘yol arkadaşlarınız’ın yaşattığı travmalarla nasıl başa çıkarsınız?..

Yaşadıklarıma özce değinmek istedim. Çünkü devrimciler içinde dönen olumsuzlukların; devrimcileşememiş, egoistlikleri için her şeyi feda edebilenlerin devrim nutukları atmasına inanmamak gerekiyor. Sömürü ve baskının olmadığı, güzel bir dünya isteyenlerin devrimcilik nutuklarına değil, ne yapıldığına iyi bakmaları gerekmektedir.

Tarihimizden ders çıkarılması için devrimcilerin kendilerini eğitmeleri; sürünün değil, insan topluluğunun bireyleri olmaya ve değerlerine sahip çıkmaya çalışmalarının önemi için bunlara birkaç cümleyle yer vermek istedim.”

Kitabı bitirdikten sonra edebiyatçı yazar Uğur Gökbulut’un şu dizelerini hatırladım:

“Bir tek annenin yüreğinde büyümedim ben / Orada kaldı çocuk yarım / O saf yanım ve en güzel anılarım / Bir tek orada çocuktum, çoktum / Sonrası hep eksik, hep yarım.”

Her iki kitaptan bana kalan şu duyguları okuyucuyla da paylaşmak isterim:

Zindanlardaki tatlı ve acılı günlerin hamuruyla yoğrulan, bazı zaaflarına rağmen çeliğe verilen suyundan içen ‘Mamaklı Kızlar’, belki muratlarına erip gökten inmesi gereken kırmızı elmaları ağız tadıyla, mutlu mesut yiyemediler. Ancak dostluk bağlarının kopmaması için dönemsel olarak bir araya gelip o eski günleri bir kutsal kadim ayin havasında ve kendilerinden geçerek anabiliyorlar.

Ekmeğin çürüdüğü, tuzun koktuğu ve insanlığın tabutuna son çivilerin çakıldığı böylesi bir düzende, insanlıktan ve dostluktan yana bir film karesini görüp yaşayabilene ne mutlu.

Her iki kitap, özellikle birincisi hakkında onlarcası yazılmış olan zindan ve işkenceleri içermekle birlikte aslında “insanın özü”ne, iradenin gücü, direncin karşı konulmaz kuvvetine vurgu yapıyor. İkinci kitap ise daha çok gerçek “insanlığa, dostluğa, arkadaşlığa ve yoldaşlığa” çağrıdır.

Her iki kitabı okuma sürecinde şunları düşünmeden edemedim:

* Bu coğrafyada zulüm ile direniş başat gelişmiştir. Zulmün imparatorluğu farklı isim ve maskelerle devam ediyor. 12 Eylül’ün türemeleri, icatçıları, icracıları, mirasçıları ve yan ürünleri iktidarlarını sürdürmekteler.

* Özgürlük ve eşitlik düşleriyle çıktıkları yolda önleri kesilip tutsak edilenlerin bir kısmı, insanlığın yitik cennetlerini aramayı bırakmış değiller. Banu Torun da bunlardan biridir.

*Almanya’da yaşayan Gül Güzel’in mahpushanedeki tutsaklarla yazışmalarından derleyerek yayınlandığı Zindandan Mektup Var (Fırat Yayınları) isimli kitabın tanıtımını, şair ve yazar Adil Okay’ın kaleminden okudum geçen hafta. Orada tutsak kadın Deniz Tepeli’nin mektubunda vurguladığı bir gerçek var:

 “Aslında, dışarıda olsak belki de hiç tanışamayacağımız, ya da fark etmeden yanından geçip yine de keşfedemeyeceğimiz dostlarla ancak tutsaklık koşullarında tanışabilirdik. Bu da hayatın cömertlik ve adaletlerinden biridir. Duvarlar ve yasaklar birçok şeyi sınırlar, kısıtlar. Ama engellerin çatlaklarından bir yol bulup, süzülüp, sıyrılıp gelir güzellikler. Küçük bir şey; mesela yazılan birkaç satır, yapılan bir davranış, bir ifade ediş biçimi çok şey anlatır.”

* Bu durumda güldükçe yüzün özüne kavuşur, gülünce insanlık demlenir kalbinde…

Kapanışı, bir Diyarbakırlının kendine has şivesiyle okuduğu, “Söylesene, DAYE… Bizim sol yanımıza konan kuşlar. Hep dert mi taşır kanatlarında?” dizesiyle yapsam olur mu?

Önemli not: Ne yazık ki kitabı yayına hazırlayanlar, anıların tarihi önemine ve içerikteki niteliğe uygun bir düzeltme ve redaksiyon yapamamışlar. Kitabı okurken, elimde kalem eksik veya hatalı kelimeleri düzeltmeye çalışırken, çoğu zaman muhtevadan kopuyor; tekrar tekrar okuyup anlamak zorunda kalıyordum. Bu özensizlik hem kitabın yazarına hem okuyucuna saygısızlık sayılabilir hem de yayınevinin itibarını zedeler.

Son bir not: Banu Hanım’ı, konferans vermek üzere gittiğim Avrupa’da tanımıştım. Rastlantı sonucu ve bir arkadaşının tavsiyesi üzerine gelmişti dinlemeye. O arada bir-iki kitabımı da alıp imzalatmıştı. Zaman içinde irtibatımız oldu; yazışmalar sırasında dostluk, arkadaşlık ve yoldaşlık anlayışına önem verdiğini ve üst seviyede tuttuğunu anladım.

Nadiren de olsa bazı münasebetlerde karşılaştığımızda, hep böyle davrandığına tanık oldum. Bir ara kitap yazacağını söylemişti ancak yazma, yayınevine verme ve matbaa sürecinden haberim olmadı. Umarım emeğinin karşılığını bulur bu kitap. Parasal değil, manevi açıdan bahsediyorum. Üzerine titrediği insanlığa dair o güzel değerler ne kadar çok okunup bilinirse, onun tahayyül ettiği dünya da o kadar bereketli olur.


 

Faik Bulut kimdir?

1980’lerden bu yana gazetecilik yapmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde çalıştı. Ortadoğu’daki meseleler üzerine analizleriyle tanınıyor. Aynı konularda yazılmış 36 kitabı mevcut. Serbest gazeteci olarak köşe yazıları yazmaktadır.

The post 78’li devrimci-yazar Banu Torun, “Hani, biz yoldaştık!” derken neyi kast etmişti? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Şimdi Haziran https://gazetekarinca.com/simdi-haziran/ Tue, 13 Jun 2023 10:15:05 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266629 Haziran güneşinin altında ezilen ile egemen arasında süregelen kavga yol, yöntem ve tarz değiştirerek devam ediyor. Kavganın üzerinden çok zaman geçti. Henüz yola çıkanlar için bu uzun zaman tüneli bir gün gibi geliyor, bir seçim kampanyası kadar kısa. Ancak kavga insanlık tarihi kadar eski. Öyle ki ezilen ve egemen arasında her çağa göre güncellenen gerilim, […]

The post Şimdi Haziran first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Haziran güneşinin altında ezilen ile egemen arasında süregelen kavga yol, yöntem ve tarz değiştirerek devam ediyor. Kavganın üzerinden çok zaman geçti. Henüz yola çıkanlar için bu uzun zaman tüneli bir gün gibi geliyor, bir seçim kampanyası kadar kısa. Ancak kavga insanlık tarihi kadar eski. Öyle ki ezilen ve egemen arasında her çağa göre güncellenen gerilim, insanlık tarihinin tamamlanmamış ve tamamlanamayacak olan en büyük hakikat kavgasıdır. İstisnasız her çağda ezilen ile egemen kavgasından geriye bir hakikat kalır. Bu devasa kavgayı sürdürülebilir kılan asıl olgu geride kalan hakikat ile kurulan ilişkidir. Hakikatin bize söylediği çok şey var. Kulak veriyoruz, yolun başına dönüyoruz.

Egemenler kanlı tarihin içinden parçalanmış bir toplum, ezilenler ise direniş tarihlerinden özgür bir toplum yaratmak ister. Tarihsel olarak hakikati çarpıtmaya yeminli egemen kanadın barbar yığınağı, ezilenlerin gövdelerini parça parça feda etmesiyle adım adım yarıldı. Ezilenlerin kökten yok oluşunu esas alan egemenlerin tarihsel ablukası günümüze doğru geldikçe parçalandı ama bitmedi. Güncellenen gerilimde hem egemenler hem ezilenler hegemonya kurmak için yeni oyunlar kurmak zorunda. Şimdi her iki tarihsel blok da başka tarihler peşinde.

“Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz.”

Kavurucu bir güneşin altındayız. Mezopotamya’dayız. Mevsim Haziran. Her şeyi partide görüp kendisini partide görmeyenlerin sayıca çoğaldığı, tüm  doğruların ve yanlışların aynı anda partiye yüklendiği bir Haziran yaşıyoruz.  Haziran’da egemenler yeni ablukalar, ezilenler yeni bir direnç merkezi kurma peşinde. Ezilen Kürtler ve dostları açısından Parti formu bunun en doğru yolu olarak görülüyor. Onlar için Parti demek akıl, ev, dost, yoldaş, gelecek, gelenek, umut demektir; fakat  parti tüm bunların ötesinde yolun kendisidir. Bir yaşam tarzıdır parti; soyut değil somut, yalan değil gerçek, esrarengiz değil insani ve reel… Haliyle parti öncelikle insana dair olandır; etten, kemikten, sinirlerden oluşan insan. İnsana dair olanı anlamlı kılan fikriyattır parti.

Ezilen Kürtlerde “Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz” inancı tarihin, emeğin, kanın, terin, kederin ve umudun kristalleşmiş halidir. Partiye inanan halk partinin tahayyül edilen varlığı sayesinde kendini güvende hisseder. Bir mümin gibi partinin herhangi bir işini yaptığında doğru bir iş yaptığına inanır, kutsal bir ritüeli yerine getirmiş gibi rahatlar. Küsse de kızsa da buna inanmış bir kere. Bin yıllık hafızaya götüren anahtar gibi. Ezilen için karanlıkta, çölde, kaosta yol gösteren rehber gibidir parti.

“Partinin vardır bir bildiği, parti yanlış yapmaz” algısı o kadar kolay oluşmadı. O kadar kolay da sulandırılamaz. Bunu yine kendisini partili olarak görenler önleyebilir. Yoksa sulak zamanlardayız, sahte zamanlardayız, kaygan ve kirli zamanlardayız. Eğer “Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz” deniliyorsa o zaman partinin izi sürülmeli. Partinin bahse konu olan bildiklerini hatırlama ve anlama çabası içine düşülmeli. Yeterince zaman ayrılmalı. Aceleci ve koşuşturmacalı hayat bir süreliğine ertelenmeli.

Partiyi savunmasız bırakmak

“Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz” dediğimiz yapı modern kentlerin kalabalıklarına karıştı, bazen alışamadı, direndi… Hepimize inanmak ve güvenmek istedi. Biz ise kentliler, modernler, gündelik yaşayanlar genel olarak kendi hesabımıza çalıştık, hesabımız tutmayınca partinin saf kimyasıyla oynamaya başladık. Kavurucu güneşin altında ne işi olabilir partinin diye sorma gereği duymadık, ne de olsa parti işini yapıyordu; dert etmedik. Dert etmediğimiz diğer hakikatler gibi. Oysa rahat bir nefes alalım diye partiyi asıl hikayesinden uzaklaştırarak modernitenin sıradanlıklarına boyun eğdirmeye biz zorlamıştık.

Mesele hakikati bulmak değil çarpıtmaktı. Hakikat nedir gerçekten? Şayet yol yoksa hakikatin hükmü olabilir mi?

Yanlışı yoldan almak yerine yolu yanlışa uyarlayan akıl günün sonunda yol bırakmaz. Yol kaybolduğunda parti kalmaz. Yanlış yapmak değil sorun, başkasının yanlışları ile yaşamaya alışmaktır asıl mesele. Başkasının yanlışından devşirilen doğrular, başkasının sempatisiyle kurulan hikayeler ezilenleri bir süre daha sömürge toplumunun içinde boğulmasından öteye götüremez. Yanlış yol duvara toslar; kafanın, gözün patlaması, dilin şişmesi, gövdenin sakat kalmasıyla sonuçlanır.

Yanlış yapmayan partiye yanlış yapılmaz!

Tüm zamanlarımız işgal altındayken Mezopotamya sıcağında hakikatimizin peşine düşen partiyi suçlamak işin en kolayı. Neyimize yetmedi bildiğimiz doğrular ve yollar? Neyimize yetmedi sadeliğimiz? Gövdemizin üzerinde salınan sömürgeci kafaların bizi götürdüğü yollarda ne işimiz vardı bizim?

Sahtekarların mağduru değiliz, sahtekar zamanlardan geçiyoruz. Zaman soyut değil; öznesi insan. İnsan kaynağımız hem yargıç, hem suçlu hem mağdur. Bize yetmeyen zamanlarda yaşıyoruz. Çünkü zamanı başkaları için çalıştırıyoruz. Bize henüz zaman yok. Bize vakit yok. Tam da sömürgeci vakitlerden geçiyoruz.

Mezopotamya sıcağının altında cebinde kurumuş bir ekmek parçasıyla sırt üstü uzanmış doğrularımız…. Halbuki annelerimizin, mezar arayışındaki tevazudan nice ülkeler kurulurdu.

“Tenimden kopan parçayı istiyorum ya rab, bir mezar istiyorum ya rab, ölü çocuğumun ayakkabılarını artık çözmek ve gömmek istiyorum ya rab.”

Annelerin feryadı, “inşaat ya rab” diyen barbarların beton kolonları arasında yankılanıp dururken neyi seçtik, neyi seçemedik; seçeneklerimiz on yılların uzantısı değil miydi?

Susmanın şiddeti

Ellerini açıp Rabba konuşanların konuşmaktan vazgeçtiğini söylüyorlar. Bir sekülere sorsan “ne ala” der. Fakat mesele o kadar basit değil. Temel sorun bizim için ağır olanın başkasında basitliğe dönüşmesi. Anlama ve dinleme sorunu büyük susmaya doğru gidiyormuş; bir geleneğin susuşu olabilir mi? Evet neden olmasın, ezilenler boş duvara karşı konuştuğunu hissederlerse neden susmasınlar? Bilmezler mi had bildirmeyi, bilmezler mi yanlışları bangır bangır söylemeyi. Fakat yanlışın kendisi haline geldiyse her şey, susarlar. İlahi bir kuvvetten beklenti yoktur susanların sessizliğinde. Zaten anlaşılmayan da tam da budur. İlahi olanın adaleti ile iradi olanın adaleti arasında kısalan mesafeye bir isyandır susuşlar.

Her susuş kolonların altına gömülenlere bir öz eleştiridir. Her susuş cebinde bir parça kuru ekmekle mezarsız kalan ölülere hiçbir zaman ödenmeyecek olan kadim borçtur. Her susuş beyazların hiçbir zaman anlamayacağı ezilenlere has bir kekemeliğin yeniden söze, eyleme dönüşme anıdır. Dönüşümün ve yeniden doğumun şafak vakitleridir ezilenlerin kitlesel susuşları.

Zihinsel sapmanın şiddeti

Mevsim Haziran. Hakikatimizi sandığa boğduran zihinsel sapmanın şiddeti ezilenlerin kitlesel susuşlarından ne anlasın? Şiddet yüklü cüretkar koronun gürültüsü tüm cesaretini asıl konuşması gerekenlerin sessizliğinden alıyor. Nar tanesinin hikayesinde olduğu gibi öyle bir gürültü yaptılar ki asıl konuşması gerekenler sustu.

Ezilenler dün olduğu gibi bugün de şiddetin her türlüsü ile boğuşuyor; klavye şiddeti, zehrin şiddeti, merminin şiddeti, teorinin şiddeti, aydının şiddeti, sandığın şiddeti, şimdi de iktidarın şiddetinden feyz alan eleştirel şiddet… Bu şiddet biçimlerinin neredeyse tümü aynı laboratuvarın mamulleri hissini veriyor, aynı nehrin sularında yıkanmış gibi, benzer motivasyonlarla ayakta kalan modernitenin uzantıları sanki; çoğu saldırgan, egemen, nobran, erkek, geleneksel, belirlenmiş, beyaz, yıkıcı ve konforlu. Yan yana getirmekte ve ayıklamakta zorlanıyorsunuz; bir kentin kirli gürültüsü gibi, sıradan bir kavganın bağırtıları ama bir o kadar ezilenin bedenine şiddet uygulayan sesler.

Demek ki partinin yorgun, uykusuz ve zayıflamış bedenleri daha fazla bedel ödemedikleri için, daha fazla aç, daha fazla susuz kalmadıkları için çıkıp bu şiddet üreten sarmaldan özür dilesin öyle mi? Kimin kimden özür dileyeceğini tersine çeviren çivisi çıkmış dünyada alçalmanın dayanılmaz hafifliğiyle bir süre daha yaşayabiliriz; ancak hakikat faşizme kör kalarak canı istediğinde hadsizce bağırıp çağırma, değersizleştirme, bayağılaştırma, itibarsızlaştırma hakkını cömertçe kullanan cüretkar mahfillerin suratında bir utanç olarak kalacaktır. Bu utancı yaşamaktan daha rasyonel bir yol olamaz.

Sonuç

Kavga sürüyor; kavganın mücadele-müzakere, savaş-barış yöntemleri değişiyor.

Egemenler yeni bir savaş ve barış gerilimine hazırlanırken, yalanın ve gerçeğin ayırt edilemediği bir zaman tünelinde ezilenler ne karşılığında neyi feda edeceğine bir an önce karar vermeli. Zira ezilenlerin politikası ve direnişi bir kez daha “fedakarlıkla” karıştırılacak. Ezilenlerin en büyük mükafatı “Sizler feda edilecek kadar kıymetlisiniz” mottosu. Oysa ezilenlerin hesabı hiçbir zaman basit olmadı; aklı ve politikası da öyle. Köleler, köylüler, proleter kadın ve erkekler, ezilen halklar ve direnen tüm ötekiler “iyi direniyor, eksik yapıyor, doğru anlatamıyor.” O direnişlerin mirasçısı olan bizler de kimsenin bekçisi olmadığımızı, kimse için fedakarlık yapmadığımızı, yaratmak istediğimiz dünya ve ütopya için direndiğimizi anlatmakta yetersiz kalıyoruz; böyle olunca da mücadelemizi başkalarının aklıyla yaptığımızı düşünmeye başlıyoruz. Ama öyle değil.

Ezilenlerin yeni kavgada kuracağı oyun mücadele ve müzakerenin, savaşın ve barışın sınırlarının ve süresinin belirsizliğine son veren neşter görevi görmeli. Nasıl yapmalı, ne yapmalı, nasıl yaşamalı? Bu sorular tarihsel kavşaklarda sorulması gereken sorulardır. Bu soruların sulandırılmaması gereken bir kavşaktayız.

 


Mehmet Nuri Özdemir kimdir?

MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Üç yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.

The post Şimdi Haziran first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Olmayan ayaklarım beni hep burada tutuyor https://gazetekarinca.com/olmayan-ayaklarim-beni-hep-burada-tutuyor/ Tue, 13 Jun 2023 08:20:16 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=239493 Lisa Çalan’ı birçoğumuz 5 Haziran HDP Diyarbakır mitinginden sonra tanıdık. Lisa IŞİD’in saldırdığı o mitingde iki bacağını kaybetti. Halen Diyarbakır’da yaşıyor ve çok aktif bir hayatı var. Kadın çalışmaları yürütüyor, sinema yapıyor ve hatta yeri geliyor sinema yapan arkadaşlarının filmlerinde oyunculuk yapıyor. Lisa ile söyleşi yapmak için onun fiziksel koşullarına uygun mekan bulmakta zorlanıyoruz. Kimi […]

The post Olmayan ayaklarım beni hep burada tutuyor first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Lisa Çalan’ı birçoğumuz 5 Haziran HDP Diyarbakır mitinginden sonra tanıdık. Lisa IŞİD’in saldırdığı o mitingde iki bacağını kaybetti. Halen Diyarbakır’da yaşıyor ve çok aktif bir hayatı var. Kadın çalışmaları yürütüyor, sinema yapıyor ve hatta yeri geliyor sinema yapan arkadaşlarının filmlerinde oyunculuk yapıyor.

Lisa ile söyleşi yapmak için onun fiziksel koşullarına uygun mekan bulmakta zorlanıyoruz. Kimi mekanda ona uygun tuvalet yok, kimisinde merdivenin trabzanı. Her mekanda tepkisini dile getiriyor. Bir mekana oturuyoruz ve Lisa’nın oldukça zor olan hayatını dinlerken bir yandan da savaş uçaklarının sesleri ile bölünüyor sohbetimiz.

Lisa Çalan, bütün zorluklarına rağmen Diyarbakır’da yaşamakta ısrar etmesini şöyle açıklıyor: “Eğer ben bu sisteme öfkeliysem, bunu değiştirmek için ben emek vermeliyim. Köşede durup ‘Ben zorlanıyorum, bir şey yapamam, yorgunum’ diyemem. Ben tam da buna öfkeliyim zaten. Bu yüzden de olmayan ayaklarım beni hep burada tutuyor.”

Lisa Çalan hayatının dönüm noktası olan patlamadan sonraki hayatını Gazete Karınca’ya anlattı.

Nasılsın Lisa?

Benim en çok üzerinde durduğum soru bu. İnsanların birbirine gerçekten nasılsın sorusunu sormuyor olmasının üzerine çok düşünüyorum. Bize o kadar sorulmayan bir soru ki bu ya da belki de içten bir şekilde sorulmayan bir soru. Bunu sorduğunda yanıt da gerekiyor ve yanıtladığında karşı tarafın seni dinlemesi gerekiyor. Ama toplumda artık birbirine tahammül edememe, birbirinin derdine dokunamama hali ve ayrıca politik sorunlar insanları birbirinden uzaklaştırmış ve ‘Nasılsın?’ sorusu ‘Ne yapıyorsun?’ sorusuna dönüşmüş.

Bu beni biraz incitiyor açıkçası. Çünkü insanın bir şey yapabilmesi için ruh hali de önemli. İyi olmak gerekiyor, iyi olmasa da motivasyonlu olmak gerekiyor. O nedenle benim çok önemsediğim bir soru bu. Karşımdaki insanın bana bu soruyu sorup sormadığına ya da sorduğunda yanıtımı gerçekten dinleyip dinlemediğine çok dikkat ederim. Kendim de insanlara mutlaka samimiyetle ‘Nasılsın’ diye sorarım. İnsanlar bu soruyu sorduğumda garip bir psikolojiye giriyor, yüz ifadeleri değişiyor.

Bir tür yüzleşme yaşıyorlar gibi değil mi? O sırada bir ‘Nasılım?’ diye kendine dönüyor insanlar sanki. Aslında insanların üzerine çok düşünmediği, ötelediği bir soru gibi… Belki de yaşadığımız coğrafya ile ilgili. Ne dersin?

Kesinlikle, politik bir şey bu. Ruh halimiz politik krizlerden, yaşadığımız savaş politikalarından çok etkileniyor. Ben bir de engelli bir kadın olarak bundan çok etkileniyorum. Tam da burada belirteyim, ben bu aralar iyi değilim. Uzun zamandır iyi değilim aslında. Birçok şeyle mücadele etmek zorunda kalıyorum ve bu son dönemlerde biraz tükendiğimi hissettim. İnsanlar beni sürekli güçlü olmam üzerinden değerlendiriyor. Evet güçlüyüm. Herkes güçlü. Hepimizin bir mücadele alanı var, mücadele ediyoruz çünkü yaşamı tercih ediyoruz. Ama bunu yaparken ruh halimiz değişkenlik gösteriyor ve iyi olmamakla güç ayrı şeyler. Bu yüzden evet güçlüyüm, mücadele ediyorum ama iyi değilim.

Neden iyi değilsin?

İyi değilim çünkü aşırı baskılar, arkadaşlarımızın sürekli risk altında olması ruh halimi olumsuz etkiliyor. Hepimiz risk altındayız. Bir sürü şey kaybettik ve benim yaşamımın arka planı başkaca mücadeleler yürütme üzerine de kurulu. Sağlık sektörüyle mücadele ediyorum, toplumsal normlarla mücadele ediyorum, sinemada mücadele ediyorum ve bütün bunlar beni yormaya başladı. Bazen anlaşılmadığını düşünüyorum. Sanıyorum yaşadığımız bütün bu süreçler bizde büyük bir deformasyona neden oldu ve algı seviyemiz biraz düştü. Toplumu gözlemlediğimde insanların kendini ifade etmekten de vazgeçtiğini görüyorum. Bu da insanı dibe çeken bir şey.

Niye böyle oldu sence?

Toplumun bir bütününe eleştirel yaklaşamam çünkü çok politik bir konu bu. Devletin baskısı, yoksullaştırma politikası, kimliksizleştirme, işsizlik, ekonomik sorunlar bizde toplumsal bir kırılmaya neden oldu. En büyük etkenler bunlardı ama aynı zamanda kendine dönme halimiz çok eksik. Bunları yaşıyoruz ama bir yerde kendimize dönmemiz gerekiyor. Bunu yapmak zorundayız. Ama işte bunu erteliyoruz. Kendimize dönmediğimiz için yüzümüzü arkadaşımıza da çevirmiyoruz, annemize de.

Kürt sorunu yeni bir sorun değil, bu coğrafyadaki travmatik olaylar da öyle. Bir çoğumuz bunların içine doğduk. Ancak son zamanlarda kiminle konuşsam bu dönemde daha çok zorlandığını anlatıyor. ‘Adaletsizlik’ en çok yakınılan şey günümüzde. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?

Öfkeli bir nesle dönüştük biz. 1990’lı yıllarda ebeveynlerimiz yaşadı bunu. Onların travmaları bize de taşındı, her birimizin pek çok çocukluk travması var. Bir de yetişkin travmalarımız var. 1990’lı yıllarda sosyal medya olmadığı için görünmez bir Kürt mücadelesi vardı. Doğru bilgiye ulaşmak zordu. Ama şu anda bence öfkemizin temel kaynağı, tüm dünyanın gözü önünde bunu yaşıyor olmamız. Öfkeliyiz, ben böyle hissediyorum. Bazen konuşurken ses tonumu ayarlayamadığımı fark ediyorum. Çünkü içimde bir öfke var ve onu bir yere aktaramıyorum. Üstelik bu çok haklı bir öfke.

Burası benim köklerim. Her ne kadar dönüştürmeye çalışsalar, o hafızayı yok etmeye dönük politikalar geliştirseler de hafızam, anılarım burada. Buradaki değişimin bir parçası olmak istiyorum.

Uzun yıllardır Diyarbakır’da yaşıyorsun. Hiç ayrıldın mı buradan?

İki yıl Ankara’da yaşadım. Bir süre de tedavi için Almanya’daydım.

Zorunlu haller dışında Diyarbakır’da yaşamayı tercih ediyorsun. Üstelik çok aktif bir hayatın var. Bir taraftan da burada yaşamanın zorluklarından bahsediyorsun. Peki özellikle 5 Haziran saldırısından sonra başka bir ülkeye yerleşmen de çok mümkünken neden burada yaşamakta ısrar ediyorsun?

Neden burada olduğumu ben de zaman zaman kendime soruyorum ama bahsettiğim öfke anlarında soruyorum bunu. Burası benim köklerim. Her ne kadar dönüştürmeye çalışsalar, o hafızayı yok etmeye dönük politikalar geliştirseler de hafızam, anılarım burada ve ben herhangi bir ülkede bu anıya geri dönüş yapamıyorum. Sadece zihnimde yaşıyorum, oysa ben anılarıma dokunmak da istiyorum, görmek, duymak da istiyorum. Hissetmek, koklamak istiyorum ve tüm bunlar beni buraya bağlıyor. Gittim dünyanın farklı yerlerini de gördüm. Farklı fikirlere dokundum. Bütün bu deneyimlerim bende şu duyguyu oluşturdu, eğer ben bu yapıya ve bu sisteme öfkeliysem, bunu değiştirmek için ben emek vermeliyim. Köşede durup ‘Ben zorlanıyorum, bir şey yapamam, yorgunum’ diyemem. Ben tam da buna öfkeliyim zaten. Bunun dönüşmesi gerektiğini düşündüğüm için öfkeliyim. Bu yüzden de olmayan ayaklarım beni hep burada tutuyor. Buradaki değişimin bir parçası olmak istiyorum.

Ben iki mekanik bacağımı ikinci hayatım olarak değerlendiriyorum ve bu hayatımda da burayı dönüştürmenin bir ayağı olmak istiyorum. Bunun için kavga vermeliyim ve kavga etmediğim insan da kalmadı. Burası benim şehrim, benim yuvam. Herkes için yaşanabilir bir dünya hayal ediyorum. Hepimizin eksik olduğu birçok konu var. Benim de bir ton eksikliğim var. Ama kavgamla bunlara meydan okumak istiyorum. Ben olmasam kim kafeye gidip engelli tuvaleti yok diye kavga edecek mesela. (Gülüyor)

Bir de ben sinema yapmaya çalışıyorum, Kürt sineması iddiam var. Direnen bir sinema diyorum Kürt sinemasına. Bunu başka bir yerde yapamam ki. Benim rengim, kameram, sesim, yüzüm buraya ait. Ben buradaki hikayeyi hangi ülkeye taşıyabilirim ki? Buradan besleniyorum. Buraya haksızlık olmaz mı? Çok oryantalist olmaz mı? Buraya bağlı olmalıyım. Bir hikaye oluştururken ki Kürt sinemasında bu hikayeler de hep yaşanmış hikayeler oluyor, buradan kopuk bir şekilde oluşturamazsın. Bazen tarih kokuyu yazamıyor ama belki sinema kokuyu işleyebilir.

Peki istediğin gibi sinema yapabiliyor musun?

Yapamıyorum. Benim bacaklarımın gidişiyle beraber bedensel olarak aktive olma halim yüzde 70 azalmış durumda. Benim açımdan böyle bir yanı da var ama sonra bakıyorum birçok arkadaşımız sinema yapamıyor. Bunun birçok nedeni var. Devletle olan sorunlarımız bunun başında geliyor. Diğer bir önemli neden dil problemi. Bir başka neden para-fon sorunu.

Dil sorunu derken Kürtçe’nin kullanımının önündeki engellerden mi bahsediyorsun?

Evet. Burada Ortadoğu Sinema Akademisi var, ben de oradayım ve Kürtçe sinema yapmaya çalışıyoruz. Ama biz hep öteleniyoruz. Hep ekstra çaba sarf etmemiz gerekiyor. Sinemamızı var edebilmek için herhangi bir Türk yönetmenin on katı çabalamamız gerekiyor. Bu da insanı aşağı çeken bir şey.

Sen bütün bunların üstüne bir de kadın olarak Kürt sineması yapmaya çalışıyorsun. Bunu da anlatır mısın?

Bir kadın, hem de engelli bir kadın olarak Kürt sineması yapmaya çalışıyorum. Benim bir film yapabilmek için benimle gerçekten gönüllü bir şekilde bu yolu yürüyebilecek insanlarla kolektif bir çalışmaya ihtiyacım var. Çünkü benim yapabileceğim şeylerin sınırı belli. O yüzden de önce arkadaşlarını hala sinema yapabildiğine ikna etmen, ‘Ben varım’ demen gerekiyor. Bu yaklaşım biçimlerinden o kadar çok tecrübe edindim ki, mesela beni ‘sorumluluk’ olarak gördükleri noktayı yakalıyorum ve bu beni çok incitiyor.

Seni ‘sorumluluk’ olarak gördüklerini söylerken tam olarak neyden bahsediyorsun?

Engellisin ve toplumda engelliye destek olmak biraz ‘hayır’ işleme üzerinden oluyor. Bunda dinlerin de etkisi büyük, ‘Engelliye hayır yapmak sevaptır’ anlayışı var. Ben bunu yakalıyorum ama bunu arkadaşınla tartışamazsın, çünkü bunu kabul etmiyor.

Sana eksik hissettiren bir duygudan söz ediyorsun…

Tabii ki tam olarak bu ve bunun için arkadaşlarımla büyük mücadele ettim. Ben eksik hissettim ve sadece eksik hissetmedim, onların yaklaşım biçimiyle minnetle büyüdüm. Hep ‘Aaa yanımdalar’ dedim. Bir eksikliği görürsem de söylememeyi tercih ettim. Bu o kadar ince bir manipülasyon ki aslında ben de bunu şu an fark ediyorum. O zaman farkında değildim. Şimdi kendime bunu neden yaptığımı sorguladığımda, yanımda oldukları için onların arkadaşlıklarını daha kutsal gördüğümü ve bunu bana onların yaptığını görüyorum. Çünkü sürekli minnet duymamı istediler. Bunu fark edip tartıştığım noktada da artık yanımda değillerdi.

Bunları son bir buçuk yıldır düşünüyorum, tartışıyorum, okumalar yapıyorum. Mesela ilk zamanlar kendime dezavantajlı diyordum, bu yaptığım okumalardan sonra hayır ben bir engelliyim diyorum. Çünkü doğru tanımı koymazsan doğru bir yaklaşım biçimi de geliştiremezsin. Bazı şeyleri yumuşatmamak gerekiyor. Kendini kabul etmek gerekiyor. Bütün bunlarla sürekli sessiz bir savaş yürütüyorsun. Yer yer sesli yürütüyorsun. Bu yüzden iyi değilim.

Bu benim tercihim değil, bana dayatılan bir durum. Türkiye’de 3 milyondan fazla engelli var. Sadece Diyarbakır’da 200 bin engelli var. Bu çok büyük bir sayı ve görünmeyen çoğunluk.

Aslında bu bizim toplum olarak da bilmediğimiz bir şey değil mi?

Öyle maalesef. Engelliler görünür değil. Sanki hiç engelli yok gibi değil mi? Sokakta görmüyorsun, bir kafede, restoranda görmüyorsun. Çok azdır bu örnekler. Çünkü eve hapsedilmişler. Toplum bunu dayattığı için ve sistem de gerekli koşulları sağlamadığı için engelli bireyler de bunu kabul etmek durumunda kalıyor.

Bugün bizzat tanıklık ettim. Dışarıda bir yerde senin fiziksel koşullarına uygun bir yer bulamadık. Kimi mekanda engelli tuvaleti yok, kimisinde merdivenin trabzanı. Her gün bununla yüzleşmek nasıl bir şey?

Beni eve mahkum ediyor bu. Ben kendimi eve mahkum etmiyorum. Birçok insan bana ‘biraz dışarıya çıkman gerekiyor’ diyor. Nereye çıkacağım? Bana bir yer söyler misiniz? Sur’a gitmek istiyorum, gezmek istiyorum ve Sur’u çok seviyorum ama orada sadece bir ya da iki yerde tuvalet var. Bir saat sonra nereye gideceğim? Bu benim tercihim değil, bana dayatılan bir durum. Türkiye’de 3 milyondan fazla engelli var. Sadece Diyarbakır’da 200 bin engelli var. Bu çok büyük bir sayı ve görünmeyen çoğunluk.

Engellilerle ilgili, engellilerin kendi durumuyla sınırlı kalmayan toplumdaki yanlış yaklaşım ve ifade biçimlerini de ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadeleyi örgütlememiz gerekiyor.

Buna karşı bireysel bir çaban var. Bunu daha örgütlü bir hale getirme düşüncen var mı peki?

Ben bireysel bir savaş yürütüyorum ama belki de yapmam gerekiyor. Engelliler için kurulan derneklere üye olup bir şeyler yapabilir miyim diye düşünüyorum zaman zaman. Fakat o da kapalı kalıyor bana. Yani kendi içlerinde birbirlerini örgütlüyorlar. Ben tam da buna karşı çıkıyorum. Benle sen aynıyız. Aynı yerde örgütlenmemiz gerekiyor ve aynı bilince sahip olmamız gerekiyor. Evet, özgün kurumlar, dernekler olabilir. Engellilik salt bedensel değil. Nöroçeşitlilik denilen bir şey var. Yani dili de düzeltmek gerekiyor ya. Mesela birini aşağılamak için hep geri zekalı, aptal, salak diye tanımlamalar kullanırız. Sen nöroçeşitli bir engellinin durumunu bir hakaret cümlesi olarak ifade ediyorsun. Bizim siyasetçilerimiz bile “Kör, sağır, dilsiz siyaset” gibi kavramlarla bunu yapıyor. Oysa kör olmak çok zor bir şey ya da sağır olmak ya da dilsiz. Bu tür sağlamcılık yaklaşımları çok rahatsız edici. O yüzden engellilerle ilgili, engellilerin kendi durumuyla sınırlı kalmayan toplumdaki yanlış yaklaşım ve ifade biçimlerini de ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadeleyi örgütlememiz gerektiğini düşünüyorum.

Sinema yaparken zorlandığını anlattın ama pes de etmedin. Şu anda nasıl projelerin var? Neyle uğraşıyorsun?

Ben iki yıldır Filmmor’da film izleme komitesindeyim. Sinemada son iki yılım biraz daha aktif geçti. O ara bir kısa film de yaptım. Şimdi Ortadoğu Sinema Akademisi’ndeyim. Kaybettiğim tüm zamanımı hızlıca geri kazanmaya çalışıyorum. Kurgu öğrenmek istiyorum, daha profesyonel bir kurgucu olmak için çabalıyorum. Kadın çalışmalarımız var.

Aynı zamanda oyunculuk da yapıyorsun değil mi?

Oyuncular benle kavga edebilir. (Gülüyor) Bizim akademilerde ortaklaştığımız çok güzel bir arkadaş grubumuz var. Ali Kemal Çınar da onlardan biri. Ali Kemal kolektif işler yapıyor ve biz hep dahil oluyoruz. Ya kamera arkasında oluyoruz ya kamera önünde. Yani aslında Ali Kemal oynar mısın dediğinde oynuyorum ama kendime oyuncuyum diyebilir miyim bilmiyorum .

Peki senin içi oyunculuk yapmak mı daha zor yoksa yönetmenlik mi?

Oyunculukta çok müthiş bir deneyimim yok. Ama ne yapmak istersin dersen elbette ben yönetmenlik, yani film yapmak isterim. Ama oyunculuk da fena bir şey değil. Bazen acaba yaşadığım bazı şeyler olmasaydı ben oyunculuk yapar mıydım diye düşünüyorum. Şimdi teklif gelsin, kabul ederim. Tam da bahsettiğim sağlamcılık anlayışını yok etmek için, toplumun dönüşümü için, bu klasik estetik ölçülerini tokatlamak için de olsa oyunculuk yapardım.

Seçim gündemi Diyarbakır’da da en çok konuşulan konuların başında geliyor elbette. Zira oldukça politik bir kent burası. Nasıl bir atmosfer var şu an Diyarbakır’da?

Ben halktan çok kopuğum. Otobüse binemiyorum, halkın içinde yürüyüş yapamıyorum, bir parka oturamıyorum. Yani akışın içinde olamıyorum. Dolayısıyla dinamik bir temasla oluşan gözlemlerim yok. Haberlerden ve gidip geldiğim kurumlardan takip edebiliyorum gündemi. Ama net olarak şunu söyleyebilirim ki Kürtler asla vazgeçmiyor. Bu çok güzel bir şey. Ne olursa olsun kendi hakkını alma, talep etme çabası asla bitmiyor. Halkın içinde olmasan da bunu görebiliyorsun ve bu seni hep diri tutuyor. Her ne kadar motivasyonumuz azalsa da, kırgınlıklarımız olsa da bir çizgi var. Kürtler o çizgiyi hep koruyor. Talep etmekten vazgeçmiyor. Ne olursa olsun. Şimdi yine öyle bir sürece girdik. Hepimiz seçim dönemlerinde muhtemelen toplum siyasete biraz daha kırgın, mesafeli yaklaşabilir diye düşünüyoruz. Ama hiç öyle değil. Daha sert bir yerden hakkını talep ediyor ve olmasını da istiyor, geri çekilmiyor. Bu benim için yeterli bir şey ve güvende de hissettiriyor. Halkın bu duruşu, yani o ateş nasıl tarif edilir bilmiyorum. Bir güç var ve hakikaten bir şey oluyor ve tekrar diriliyor. Tekrar kendini diriltmeyi bilen bir halkız.

Adalet istiyorum. Yaşamımın her alanında, kendi evimde, ailemin içinde en küçük zeminde bile adalet istiyorum. Çünkü bizim en çok yaşamadığımız duygu adalet.

Sen bir seçim mitinginde iki bacağını kaybettin. Oy verdiğin parti HDP, 2. turda Altılı Masa’nın adayını destekleme kararı verirse ne hissedersin? Çünkü o masada senin hayatını değiştiren 5 Haziran patlaması sırasında dönemin başbakanı olan Ahmet Davutoğlu da var.  

Üzerine düşünmüyorum. Çünkü biz Davutoğlu’nu affetmiyoruz. O bir açıklama yapmıştı, “Ben konuşursam” diye başlayan o açıklamasının devamını getirirse, Ankara, Suruç ve 5 Haziran katliamı davalarında itiraflarını yaparsa, konuşursa o zaman bir nebze hafifleriz. O da belki. Çünkü bu bizim açımızdan biten bir süreç değil. Biz iyileşmedik, iyileşmiyoruz. Benim yaralarım hala açık. Kulaklarım iyi duymuyor mesela. Kullandığım ilaçların deformasyonunu yaşıyorum. Bu tüm hayatım boyunca taşıdığım bir travma. Bitmedi ki. Bitse, insan unutkan bir varlık, unutursun. Yani hatta biz çok hızlı unutuyoruz. Ama devam ediyor, biz yaralarımızı saramadık, kimse yaramızı sarmadı. Ne mahkemelerde, ne sokakta. Mahkemelerimiz devam ediyor bizim. Nasıl olabilir, ne hissederim bilmiyorum.

Aslında yüzleşme ve adalet mevzusu Türkiye’de çok derin bir yara. Helalleşme denilen şeyden ise epey uzaktayız sanki. Ne düşünüyorsun bu konuda? Yüzleşme ve adaletin sağlanmadığı bir helalleşme senin için bir şey ifade eder mi?

Etmez. Ben artık adaletsizliğe tahammül edemiyorum. Bana dünyada ne istiyorsun diye sorarsan, adalet istiyorum. Yaşamımın her alanında, kendi evimde, ailemin içinde en küçük zeminde bile adalet istiyorum. Çünkü bizim en çok yaşamadığımız duygu adalet. Sen yaşayabildin mi? Benim neredeyse hayatımın hiçbir noktasında adalet yerini bulmamış. Ben adalete açım yani. Görmek istiyorum. Adaletin yerini bulduğunu görmek, hissetmek istiyorum.

Nasıl sağlanabilir sence bu?

Önce yüzleşeceksin. Gerekirse bunun cezasını çekeceksin. Bu sadece öz eleştiriyle çözülecek bir durum değil. Bu kadar tarumar olan psikolojiler, yaşamlar geri gelmeyecek ama siz bunun cezasını çekmelisiniz. Bilmiyorum çok mu kaba oluyorum bunu söylerken?

Bunu sorduğun için çok naifsin bence şu an…

Bilmiyorum. Tek bildiğim ve kendime de söylediğim şu, önümüzde bir seçim var ve herkes kendi alanında en iyisini yapmalı. Mesela biz sinemacıyız, sinemada mücadele etmemiz gerekiyor. Siyaset yapamayız ama bizim de kendi alanımızda yapabileceğimiz şeyler var. Sinemamızı büyütmeliyiz. Sinemamızı, hikayelerimizi dünyaya ulaştırmanın yollarını bulmak zorundayız. Hepimiz bu yaşamda gönüllüyüz. Mesela Kürtlerin neredeyse yüzde 60’ı gönüllüdür, biz gönüllü yapıyoruz her şeyi. E tabii gönüllü yapınca da ruhunu da katıyorsun. Böyle ruhla, gönülle yapılan bir işin başarılı olma olasılığı da gerçekten yüksek.

Ailenle nasılsın? Onlar nasıl göğüsledi bu süreci?

Ailemle çok iyiyim, onlara minnettarım. Herkes gitti onlar kaldı. Biz Kürtler çok arkadaşçıyız, yani ailemizi bir kenara bırakıp arkadaşlarımızı önceleyebiliyoruz. Bu süreçte bu durumun haksızlık olduğunu gördüm. Çünkü minnet edilen o arkadaş çevresinden bahsettim ya aile öyle bir şey değil. Şu an onlar olmasa ne yaparım bilmiyorum. Aileme karşı vicdan azabı çekiyorum.

Tam da şu anda savaş uçaklarının seslerini duyuyoruz. Ne hissediyorsun?

Seslere karşı çok duyarlıyım. Sadece ben değil, eminim ki bununla yüzleşen birçok insan aynı şeyi hissediyor. Bir tedirginlik yaşıyoruz, yine aynı şeyleri mi yaşayacağız diye. Bana hatırlattığı tek şey patlamalar oluyor. Seçime doğru giderken acaba yine patlamalar mı olacak tedirginliğini yaşıyorum. Çok travmamız var, nasıl affedeceğiz bütün bunları? Nasıl unutacağız? Hadi diyelim ki affettik de nasıl unutacağız? Mümkün değil.

Yeni bir film projen ya da çekmeyi çok istediğin ama henüz projelendiremediğin aklında, hayalinde olan bir şey var mı?

Çok var. Bir kısa film var. Patlamalara dair hep bir belgesel çekmek istiyordum. Son birkaç aydır bundan vazgeçtim. Birkaç dokümanter yapıldı bu patlamalara dair ve yapmama kararı aldım. Ne yaparsam yapayım yeterince anlatamayacağımı düşünüyorum. Bunu bir sorumluluk olarak da görüyorum. Bunu ben anlatmayacaksam kim anlatacak? Bu yüzden de anlatacaksam eksik kalmaması gerekiyor. Mükemmeliyetçi bir yerden bakıyorum ve kendimi ikna edemiyorum.

Dayanışmaya ihtiyacım var. Büyük bir adaletsizlikle karşı karşıyayım ve bu başkalarının da başına gelmesin diye elimden gelen her şeyi yapacağım.

Yakın bir zamanda Avustralya’da seni ameliyat eden bir doktorla ilgili bir ifşada bulundun. Gerçekten korkunç bir süreç yaşamışsın. Olayı tekrar anlatmanı istemeyeceğim ama hislerini sormak istiyorum.

Öfke… Adalet diyorum ya yine adaletsizce bir durum var ve bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Hipokrat yemini denilen bir şey. Bunu kime anlatayım? Yıllardır bu doktor yüzünden tedavi olamıyorum. Benim doğru bir sağlık hizmeti almamı engelledi. Her bireyin sağlık hizmeti alma hakkı vardır. Bu, evrensel hakkımın önüne geçti. Beni başka yerlere yönlendirmeden kendi başıma bıraktı. Benimki çok spesifik bir ameliyattı, bunu yapmaması gerekiyordu, çünkü ben onun ürettiği parçaları kullanıyorum. Bu parça kırıldığında tek iletişim kurabileceğim insan oydu ve çaresiz bıraktı. Bunu düşününce bazen evde bağırıyorum, haykırıyorum. O görevini yapsaydı yaralarım bu kadar açık olmayabilirdi. Bu kadar enfeksiyonla mücadele etmeyebilirdim. Kendi doktorum beni tedavi etmeye devam etmediği için ben şu an acılı bir hayat yaşıyorum. Bu psikolojimi yerle bir ediyor. Şu anda da kendisine ulaşmaya çalışıyorum. Hollanda’daki bir hastaneye yazıyorum. Ama yanıt alamıyorum bir türlü. İmplant, mekanizmamın değişmesi gerekiyor. Yanıt alamadığım için yapamıyorum bunu. Ve bunlar çok maliyetli şeyler. TL değil Euro, Dolar bazında hesaplanan şeyler.

Peki hala yapılabilecek bir şey var mı?

Bu konuda bir dayanışmaya ihtiyacım var. Ben İHD’ye haber verdim, “Ben çok yoruldum, mücadele edemiyorum bu durumla” dedim. Üstelik bana yaşattığı bütün bu mağduriyete rağmen o doktor benim anlattıklarım üzerinden röportaj verdiğim gazeteye iftira davası açtı. Bu davadan sonra ben konuşmaya karar verdim. Çünkü onlarca mail, mesaj var elimde bunu kanıtlayan. Mesajların hepsinde de ‘lütfen bana yardım’ edin diye haykırmışım. Ve ben hepsini gazeteye gönderdim. Mahkemede delil olarak sunulacak bunlar. Ama işte bu tek başıma yapabileceğim bir şey değil. Gerçekten ciddi bir dayanışmaya ihtiyacım var. Büyük bir adaletsizlikle karşı karşıyayım ve bu başkalarının da başına gelmesin diye elimden gelen her şeyi yapacağım.

The post Olmayan ayaklarım beni hep burada tutuyor first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Pazarcıklı yaşlı meşe ağacı https://gazetekarinca.com/pazarcikli-yasli-mese-agaci/ Tue, 13 Jun 2023 07:27:50 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=243939 Bir köy evinin bahçesinde rastladım O’na. Çok yaşlı olduğu yüzündeki kırışıklıklardan belliydi. Yanaklarında gençliğinden beri taşıdığı yuvarlak, göze benzeyen yara izleri vardı. Bilgeliği sessizliğinde saklıydı. Hafif tebessüm ederek izin verdi dokunuşlarıma, yaralarını sıvazlamama. Bir de fotoğrafını çekeyim dedim, “eh ne yapah çek bakalım” dedi küçümseyerek. Utandım hamlığımdan. İçimde karşı koyulmaz bir dertleşme arzusuyla “geçmiş olsun” […]

The post Pazarcıklı yaşlı meşe ağacı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Bir köy evinin bahçesinde rastladım O’na. Çok yaşlı olduğu yüzündeki kırışıklıklardan belliydi. Yanaklarında gençliğinden beri taşıdığı yuvarlak, göze benzeyen yara izleri vardı. Bilgeliği sessizliğinde saklıydı. Hafif tebessüm ederek izin verdi dokunuşlarıma, yaralarını sıvazlamama. Bir de fotoğrafını çekeyim dedim, “eh ne yapah çek bakalım” dedi küçümseyerek. Utandım hamlığımdan.

İçimde karşı koyulmaz bir dertleşme arzusuyla “geçmiş olsun” diye söz açtım. Yine aynı tebessümle “çok acı” dedi “çok acı!” Depremin yaşattığı acılardan söz edeceğini düşündüm doğal olarak. Sanki aklımdan geçenleri okuyordu.

“Yağmur da yağar kar da, acıyı depreme yükleme!” diyerek söze başladı.

“Yazın ev yapıp duvarları örüp bırakıyor, çatıyı yağmur yağınca akıl ediyorsunuz sanki. İşiniz çok zor, acı olan bu. Öğrenmeye bile vaktiniz yok. Zamanla yarışıp kendi sonunuza koşuyorsunuz. Yıl dediğin döngü, sadece bir gündür, bizim çok yaşadığımızı söylersiniz o yüzden. Yağmur besler, güneş büyütür, kış uyutur, baharda uyanır, sunarız evrene topraktan aldıklarımızı, bire bin veririz. Siz tersini yapıyorsunuz. O yüzden gecelerden, şimşekten bile korkuyorsunuz. Depremin yağmurdan farkı yok ki!” 

“Tabi bizim bir ömrümüz var, sizin iki” diyecek oldum lafımı ağzıma tıkarak devam etti.

“Bu mazeret değil. Tek ömre bile sığdırdığınız kötülüklere şaşıyorum. Tek korkumuz ikinci yaşamımızda insanın elinde balta sapı olmaktır bizim. Bir bebeğe beşik olsak iyi, yansak bile verecek bir şeylerimiz var. Ama kardeşlerinin ölümüne araç olmak fena…”

Uzun bir destanın dizeleri gibiydi anlattıkları, hepsini aktarmam mümkün değil bu yazıda. Gözlerimde yaşlar, utançla ayrılırken bir türkü tutturdu sanki, ya da bana öyle geldi…

Bir hafta doldu. Biz beş gündür Pazarcık’tayız. “Nesini söyleyim canım efendim.”

Pazarcık Hasankoca Köy Evi kucak açmış gönüllülere, burası bir arı kovanı. Her yerden gelen gençler gün doğumuyla ayaklanıp gelen yardımları özellikle hiç gidilmedik kıyılara ulaştırmak için gece yarılarına kadar çalışıyor. Köy evinin, yiyeceklerin hijyeni birinci öncelikte. Bölgede görülen en büyük ihtiyaç burada sağlanmış, organizasyon iyi çalışıyor. Araçlardan indirilen yardımlar gıda-giysi-hijyen malzemesi olarak ayrı ayrı depolanırken bir yandan da dağıtım yapılıyor. Biz de Gezici Sağlık aracına dönüştürdüğümüz karavanla, gönüllü çalışan sağlıkçıları köylere taşıyoruz. Derede bir damla su olmaya çalışıyoruz…

Köy evleri, cemevleri etrafında görece örgütlü olan halk, çok daha hızla toparlanıp dayanışmayla yaraları sarmaya başlamış. Birbiriyle bağlarının gücü kadar, örgütlü olduğu kadar ayaktalar. Örneğin Maraş Pazarcık yöresi mahalle ve köylerinde çalışan bir tek sağlık ocağı, ana sağlık merkezi yok. Binalar hasarlansa da bahçeye kurulacak bir çadırda hizmet sürebilir, çünkü halk böyle yaşıyor. Hasarlı evinin önüne derme çatma da olsa çadır barınak yapıp içine kurduğu sobayla yaşamını sürdürmeye, hayvanlarına bakmaya devam ediyor. Köy evlerinin bazılarında sağlık odası bile var.

İhtiyaç listesi isteyen arkadaşlara, her şeye ihtiyaç var ama bir kamyon “organizasyon” gönderin diyorum, asıl sorun bu. Çünkü devleti çakarlı arabaların ve kodamanların ziyaret ettikleri çadırların etrafında silahlı askerler olarak gördük sadece!

En büyük ihtiyaç, ev şeklinde içinde soba yanabilen çadırlar. Yazlık kamp çadırı, uyku tulumu da gönderebilirsiniz tabi, buradaki insanların gülmeye de ihtiyaçları var! AFAD çadırları ise, sadece kameraların baktığı yerde olduğu gibi yollardan görünür yerlerde var sadece! Bir de bölgede görece doğal beslenen çocukların dengesini bozuyor gelen gofret, bisküvi, meyve suyu vb. ambalajlı yiyecekler. Bunların yarattığı kirlilik de cabası. Yaşamlarında çöp üretmeyen insanlar büyümeye başlayan atıklara şaşırıyor. Bu da ayrı bir tehlike…

Bu dayanışma en azından bahara kadar devam edebilir ama asıl sorun uzun vadede yaşamın yeniden nasıl kurulacağı. Devlet aklı, insanları çadır-konteyner kentlerde toplamaya, daha sonra da TOKİ evlerine doldurup ucuz emek deposu yapma peşinde. Bu şekilde insanları hayvanlarını, bahçelerini, ağaçlarını, bostanlarını terke zorlamak felaketin boyutlarını artırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Yaşamı ayağa kaldıracak asıl şey, yıkılan hasar gören evleri bulunduğu yerde yeniden inşa edecek dayanışmayı örgütlemeden geçiyor. Daha önceki felaketlerde başarılı bir şekilde örülen Kardeş Aile kampanyaları gibi Yeniden İnşa dayanışmaları örgütleyebilmeliyiz. Maddi olarak durumu iyi olan aileler bu kardeşliği inşaat malzemelerini karşılayarak yapabilir. Üniversite öğrencileri, gençlik, emek olarak katkı sunabilir. Kapitalizmin ücretli köleliği genişletmek için felaketi tanrının bir lütfuna dönüştürmesi böylece engellenebilir.

Evleri başlarına yıkılanlar, tırnaklarıyla enkazın altından çıkabilenler ve evleri yıkılmasa bile oturulamayacak hale gelenler, yine başlarına çöken yaşamlarını elleriyle ve dayanışmayla ayağa kaldıracaklar. Dayanışma sadece yaşatmada değil yarınları kurmada da sarılacağımız tek şey.


Bahadır Altan kimdir?

Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. Hava Kuvvetleri, Anadolu Üniversitesi SHYO, THY ve Pegasus’ta pilotluk ve öğretmenlik yaptı. 12 Eylül döneminde üsteğmen rütbesindeyken iki kez gözetim altına alındı. THY’den sendikal çalışmaları nedeniyle işten atıldı, Gökkuşağı Hareketi adıyla sendikal bürokrasiye karşı alternatif bir model kurarak mücadele etti. Çözüm Süreci ve sonrasında barış mücadelesinde aktif rol aldı. İki dönem Barış Bloğu’nun eş sözcülüğünü yürüttü. ADAM-Der üyesi. Airkule’de havacılıkla ilgili yazılar yazdı, halen Gazete Karınca’da yazıları yayımlanmakta.

The post Pazarcıklı yaşlı meşe ağacı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Mezopotamya’yı, sınırları, mültecileri, depremi fotoğraflarla anlatan bir platform: 4Ro Photos https://gazetekarinca.com/mezopotamyayi-sinirlari-multecileri-depremi-fotograflarla-anlatan-bir-platform-4ro-photos/ Tue, 13 Jun 2023 06:58:19 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=263804 Mezopotamya’yı ana eksenine alan fotoğrafçılar kurdukları 4Ro Photos adlı platform ile ülkelerin, halkların kültürlerini, sorunlarını, zenginliklerini fotoğraflarıyla anlatıyor. Platform İran’dan deprem bölgesine, Türkiye sınırında örülen sınır duvarlarından mültecilere, köylerine geri dönüş yapanlardan her yıl daha da küçülen Urmiye’ye kadar birçok fotoğrafın hikayesi yer alıyor.    4Ro Photos… Mezopotomya’yı dert edinen fotoğrafçıların kurduğu bir platform. Amaçları […]

The post Mezopotamya’yı, sınırları, mültecileri, depremi fotoğraflarla anlatan bir platform: 4Ro Photos first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Mezopotamya’yı ana eksenine alan fotoğrafçılar kurdukları 4Ro Photos adlı platform ile ülkelerin, halkların kültürlerini, sorunlarını, zenginliklerini fotoğraflarıyla anlatıyor. Platform İran’dan deprem bölgesine, Türkiye sınırında örülen sınır duvarlarından mültecilere, köylerine geri dönüş yapanlardan her yıl daha da küçülen Urmiye’ye kadar birçok fotoğrafın hikayesi yer alıyor.   

4Ro Photos… Mezopotomya’yı dert edinen fotoğrafçıların kurduğu bir platform. Amaçları dünyanın diğer ülkelerinde çalışma yapan fotoğrafçılarla bağlantı kurarak, kendi coğrafyalarının sesi olmayı hedefliyor.

Fotoğraf hikayelerini daha görünür kılmayı ve yaygınlaştırmayı da isteyen bu fotoğrafçılar, https://www.4rophotos.com’da kendileri hakkında şu bilgileri veriyor:

Sanatsal yaratıcılığımızla, etik değerlerimizle, gerçeği arama tutkumuzla, özgün, sorumlu ve dürüst yaklaşımımızla ürettiğimiz imgelerin toplumsal hafızaya katkısını önemsiyoruz.

Toplumun tüm katmanlarına, hayatın her alanına dair her hikayenin ele alınabileceğini ve görsel dille anlatılabileceğini düşünüyoruz, hepsine aynı kıymeti veriyoruz.

4Ro Photos, ekoloji, iklim, toplum, birey, sorunlar-çözümler, iyileştirme, barış, uzlaşma, kimlik, yeniden inşa ve hafıza gibi meseleler etrafında yeni bir dil bulma arayışında da aynı zamanda.

Platformun amacı

4Ro Photos’un amaçlarından biri de belgesel fotoğraf eğitimi, seminerler, söyleşiler sergiler düzenlemek. Belgesel fotoğrafçılığın gençler tarafından keşfedilmesini ve belgesel anlatılarının teşvik edilmesini de hedefleyen 4Ro Photos, bu alandaki farklı platformlarla işbirliği yapmayı da amaçlıyor.

Fotoğraf hikayeleri

Sitede yer alan fotoğrafçılar şöyle: Berge Arabian, Ensar Özdemir, Fatma Çelik, Matthieu Chazal, Murat Yazar, Paşa İmrek, Refik Tekin, Türkan Kılıç Pınar. Sitede yer alan alan bazı hikayeler ve başlıklar şöyle;

Refik Tekin’in “Zelzele” başlıklı hikayesinde 6 Şubat depremlerin hikayesini anlatıyor kare kare anlatıyor fotoğraflarıyla.

Murat Yazar’ın Umriye Gölü’nün her yılda biraz daha küçüldüğüne dikkat çekilen fotoğraf hikayesinde, “Ancak yerel halk da biliyor ki, sular bu şekilde çekilmeye devam edilirse muhtemelen kalan bu az su da önümüzdeki yıllarda olmayacak” ifadeleri kullanılıyor.

Fatma Çelik, “Doğaya dönüş” adlı fotoğraf hikayesinde göç etmek zorunda kalanların köylerine geri dönüş yapanlar yansıtılıyor. Fotoğrafçı Matthieu Chazal’ın “İran Günlükleri – Bölünmüş bir kamusal alan” başlıklı hikayesinde kadınların uğradığı ayrımcılığa dikkat çekiyor.

Ensar Özdemir’in “Coğrafya ‘duvar’dır” başlıklı hikayesinde, Türkiye tarafından örülen duvarın bazı bölgelerde mevcut sınır telleri ve kulelerin metrelerce uzağından inşa edilmesi fotoğraflarla dile getiriliyor.

Ve böyle birçok fotoğraf hikayesine, Türkçe, Kürtçe ve İngilizce olmak üzere üç dilde yayın yapan https://www.4rophotos.com‘dan ulaşabilirsiniz.

KÜLTÜR SANAT

The post Mezopotamya’yı, sınırları, mültecileri, depremi fotoğraflarla anlatan bir platform: 4Ro Photos first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kadınların isyanıyla bedene nakşedilen tılsım: Deq https://gazetekarinca.com/kadinlarin-isyaniyla-bedene-naksedilen-tilsim-deq/ Tue, 13 Jun 2023 06:45:45 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=231814 Kimilerine göre Hazreti Fatma’nın tacize karşı isyanı kimine göre ise bereketin imgesi. Ama her daim yıllara direnen bir sanat: Deq. Mezopotamya’nın kadim kültürü deqin yok olmasına karşı yola çıkanlardan biri de Fatma Temel. Bir hayat felsefesi olan deqi işliyor bedenlere, usta bir sanatçı inceliğiyle. “Kadınlar bir isyan biçimi olarak kullanmış bir dönem deqi. Dile getiremediği […]

The post Kadınların isyanıyla bedene nakşedilen tılsım: Deq first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kimilerine göre Hazreti Fatma’nın tacize karşı isyanı kimine göre ise bereketin imgesi. Ama her daim yıllara direnen bir sanat: Deq. Mezopotamya’nın kadim kültürü deqin yok olmasına karşı yola çıkanlardan biri de Fatma Temel. Bir hayat felsefesi olan deqi işliyor bedenlere, usta bir sanatçı inceliğiyle. “Kadınlar bir isyan biçimi olarak kullanmış bir dönem deqi. Dile getiremediği duyguları, yaşadıklarını bedenlerinde açığa çıkarmışlar” 

Nakış nakış işlenen binlerce yıllık bir gelenek; Deq.

Kimi zaman kadınların tacize karşı isyanı kimi zamansa güneşin kutsallığını simgeleyen motifler işlenmiş bedenlere.

Yöntemi ve anlamı kendine has olan deq, bilhassa kadınların dünyasında söyleyemediklerinin yansıması olmuş.

Mezopotamya halklarıyla özdeşleşen deqin öğretmenleri ise bu sanatı büyüklerinden öğrenen kadınlar, okulları da birbirlerinin evleri olmuş.

Mardinli bir kadın olan Fatma Temel şimdi bu okulları evden çıkarıp bir atölyeye dönüştürdü.

25 yaşındaki Temel, 2017’nin sonlarında Mardin’deki köyünde merak saldığını söylüyor bu sanata.

Bizim köyde deqi olan kadınlara soruyordum, ‘Ne için yaptınız, anlamı var mı, nasıl yapıyorsunuz?’ diye. Anne sütü ve kül kullanarak, iğneyle derinin altına işlediklerini anlattılar. Anlamlarını bilmediklerini, süs için yaptıklarını söylüyorlardı. Ancak bu cevap beni tatmin etmemişti.

İlk dönemde motiflerin anlamlarına ayrıntılı şekilde ulaşamayan Temel, önce yapım tekniğini öğrenerek başlıyor. Ve üniversite için Diyarbakır’a geldiğinde hem deqin tarihini araştırmaya hem de çevresindeki arkadaşlarına yapmaya başlıyor.

Kutsal ateş ve bereket

Temel, deq atölyesi açma sürecini ise şöyle anlatıyor:

Anne sütü ve isin neden kullanıldığını öğrenince daha çok ilgimi çekmeye başladı. İlk deqlerimden birini kendi çeneme yaptım. İnsanların ilgisini çekti ve birçok kişiye yaptım. Yok olmaya yüz tutmuş bir gelenek olduğu için insanların ilgisini çekti. Ben bir deq atölyesi açmaya karar verdim. Atölyeyi açtıktan sonra benim çalışmalarım, araştırmalarım daha da yoğunlaştı. Deqin tarihi ve anlamı üzerine çok az kaynak var. Bunlar da tatmin edici kaynaklar değil. Anne sütü ve isin neden kullandığını öğrendiğimde çok etkilendim. Bunu da Mezopotamya ve Kürt mitolojisine dair kaynaklardan öğrenip, derledim bilgileri.

Peki neden anne sütü ve is tercih ediliyor deq için? Temel şöyle açıklıyor:

Kürtler de Ezidilik’ten gelme bir gelenek bu. İsin kullanım sebebi; kutsal tapınaktaki -mesale Laleş’teki tapınaktaki- o kutsal ateşin yandıktan sonraki kalan isi, yani kutsal ateşi temsil ediyor. Anne sütünün kullanılma nedeni ise mitolojik olarak kız çocuğu doğurmuş annenin sütünün, tanrıça Anahita tarafından korunduğuna inanılıyormuş. Aynı zamanda bereketi getirdiğine de inanılıyor. Tabii farklı teknikler de var. Keçi, kedi sütü, hayvan ödü gibi. Ama en çok anne sütü ve is kullanılıyor.

 ‘Hazreti Fatma’nın tacize isyanı’

Deqin ne zaman ortaya çıktığına dair net bir bilgi yok. Ancak Temel, ulaştığı bilgiler ışığında deqin doğuşunu şöyle anlatıyor:

Bir rivayete göre Hazreti Fatma cinsel tacize maruz kalmış. O da buna karşı bir tepki, isyan olarak dudaklarına ve çenesine deq yapmış. Diğer kadınlar da ona destek olmak için yaptırmış. Kadınlar bir isyan biçimi olarak kullanmış bir dönem deqi. Dile getiremediği duyguları, yaşadıklarını bedenlerinde açığa çıkarmışlar.

Mezopotamya’dan Uzakdoğu’ya geleneksel dövmeler

Mezopotamya ile simgeleşen deqin dünyada pek çok halkın yaptığını söylüyor Temel:

Uzak Doğu’da bir kadın var. Hatta dünyada yaşayan en yaşlı tattoocu olarak biliniyor. Onların da geleneksel yöntemleri var. Kömür ve su kullanıyorlar, iğne yerine de bir bitkinin dikenlerini kullanıyorlar. Başka bölgelerde geleneksel figürleri bambularla yapanlar var. Bizimkini özel kılan ise yapım tekniği ve motifler. Herkes kutsal bulduğu şeyleri motiflemiş. Mesela güneş, pezkovî, taç, ayna gibi. Şaman ve pagan motifleri var. Güneş, Kürtlerde kutsal olan bir motif. Bilginin, yaşamın kaynağı, koruyucu. Taç, gücü ve asaleti sembolize ediyor. Dağ keçisi motifi direnişi ve doğurganlığı temsil ediyor. Farklı kültür ve halkların farklı motifleri var.

Suçlulardan asillere deqin yolculuğu

“İnsanlar tılsım gibi kullanmış aslında deqi” diyen Temel, dönem dönem farklı anlamlar için yapıldığını da anlatıyor.

Belirli dönemlerde farklı şekillerde kullanılmış. Mesela bir dönemde suçluları deşifre etmek için yapılmış. Bir dönem ticaret için kullanılmış. Bir dönem asiller kullanmış. Ne kadar çok deqin varsa o kadar asilsin anlamına geliyormuş. Dönem dönem yapılma amacı değişse de hepsinin bir anlamı var. Mesela sağlık, kısmet doğurganlık, bereket, mutluluk için. Her bir motifin bir anlamı var. Ama motiflerin anlamı da yöreden yöreye değişiyor. Mardin’deki güneş motifinin anlamı nazardan korunmakken, Urfa’da farklı bir anlam taşıyor. İşte bu bilgilere erişmek çok zor oluyor.

‘Kuma gelmesin diye yaptım ama geldi’

Deqi olan teyzelere sorduğumda, gençken yaptık diyorlar. Ama mesela saha çalışması yaptığımda konuştukça, güven bağı kuruldukça neden yaptıklarını anlatıyorlar. Nazara karşı yapan var, üstüne kuma gelmesin diye yapan var, el lezzeti için de yapan var. Urfa’da avcunun üzerinde üç nokta deqi olan bir kadın, bunu üzerine kuma gelmesin diye yaptığını söyledi. Sonra ne olduğunu sordum, kuma gelmiş. Bu trajikomik bir hikayeydi ama ben de motiflerin enerjisine inanıyorum.

Bir kültürün yaşatılması

Şu anda ise atölyeye gelenlerden bazılarının popüler kültürün etkisiyle, bazılarının da kültürün devam etmesi için deq yaptırdığını söylüyor.

Ben yapmaya başladığım zaman kimse yoktu açıkçası, atölye benzeri bir yerde yapan bildiğim kadarıyla yapan yoktu. Olanlar da normal dövme şeklinde yapıyorlardı. Ama benden sonra da geleneksel yöntemlerle yapan arkadaşlar oldu. Bu beni mutlu ediyor tabi. Çünkü bu kültür aynı zamanda artık bitme noktasına gelmişken devam ediyor. Konuştuğum teyzeler mesela 10 yaşında başlamışlar deq yapmaya. İlk çocuklara nazar değmesin diye tek nokta motifi yapılıyor. Anneme de yapılmış uzun ömürlü olsun diye.

Deqin daha çok kadınlara ait bir sanat olduğunu belirten Temel, “Kürtler için söylersem deqi olanların çoğu, yüzde 70’i kadın. Çok nadir erkeklerde var” diyor.

Temel’in ilerideki hedefi ise hem Mezopotamya mitolojilerinden beslenip hem de deq yapan insanlarla röportaj yapmak ve bu motifleri arşivlemek.

The post Kadınların isyanıyla bedene nakşedilen tılsım: Deq first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Barış Ünlü: ‘Türklük Sözleşmesi’ esniyor, tehlikeli bir reaksiyon oluşabilir https://gazetekarinca.com/baris-unlu-turkluk-sozlesmesi-esniyor-tehlikeli-bir-reaksiyon-olusabilir/ Tue, 13 Jun 2023 06:41:00 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=249426 Ulusal ve dinsel sözleşmelerin statik olmadığını, Türklük Sözleşmesi’nin de diğer kurucu sözleşmeler gibi esneyebileceğini söyleyen Barış Ünlü’ye göre Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması sözleşme tarihi açısından çok önemli. Sünni-Türk üstünlüğünün politik, ekonomik ve demografik açıdan çok güçlü olduğunu unutmamak gerektiğini vurgulayan Ünlü, Dersimli bir Alevinin cumhurbaşkanı seçilmesinin devletin ve toplumun içindeki çeşitli kesimlerin reaksiyonlarına neden olabileceğini […]

The post Barış Ünlü: ‘Türklük Sözleşmesi’ esniyor, tehlikeli bir reaksiyon oluşabilir first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ulusal ve dinsel sözleşmelerin statik olmadığını, Türklük Sözleşmesi’nin de diğer kurucu sözleşmeler gibi esneyebileceğini söyleyen Barış Ünlü’ye göre Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması sözleşme tarihi açısından çok önemli.

Sünni-Türk üstünlüğünün politik, ekonomik ve demografik açıdan çok güçlü olduğunu unutmamak gerektiğini vurgulayan Ünlü, Dersimli bir Alevinin cumhurbaşkanı seçilmesinin devletin ve toplumun içindeki çeşitli kesimlerin reaksiyonlarına neden olabileceğini hatırlatıyor.

“Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza attığı için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edilen, Türklük Sözleşmesi kitabının yazarı Barış Ünlü’yle, bu ülkenin yazısız anayasası olduğunu söylediği Türklük Sözleşmesi’nin seçim gündemini nasıl etkilediğini konuştuk.

Türklük Sözleşmesi’ni, devlet ile toplum arasındaki ve toplumun kendi içindeki ilişkileri düzenleyen, yazılı olmamakla birlikte pek çoğu örtük biçimde üzerinde anlaşmaya varılmış temel kurallar silsilesi olarak tanımlıyorsunuz. Sözleşmenin ilk maddesi ‘Müslüman ve Türk’ olmak. Alevi ve Kürt kimliğine sahip Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinde bir onaşmanın Türklük Sözleşmesi’nin ilk maddesinde bir gevşemeye neden olacağını düşünebilir miyiz?

Öncelikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisini Kürt olarak görmediğini, Türk gördüğünü vurgulamam gerekiyor. Bu bilgi önemli çünkü Türklük büyük ölçüde sübjektif bir olgu, objektif değil. Yani bir insan veya aile Türküm diyorsa, Türkleşiyorsa, Türk’tür. Tabii “dışarı”dan Kürt görünebilir. Örneğin Kürtler kendisini “Kürtlüğünü gizleyen, bastıran, unutmaya çalışan, ama aslında bizden biri, en azından bize yakın biri” olarak görebilir. Ya da Türklerin bir bölümü, tam da aynı sebeple, yani Kılıçdaroğlu Dersimli olduğu için onu bir Kürt olarak, hatta onun da ötesinde doğrudan bir vatan haini olarak görebilir. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu kendisini nasıl görürse görsün, Dersimli olması önemli bir olgu. Bir kere Dersim 19. yüzyıldan beri, ama özellikle de 1915’ten beri, devletin güvenmediği, “Ermenileri saklayıp koruyan; eşkıya, terörist, komünist yatağı” olan, hukuki ve fiili olağanüstü hallerle yönetilen bir bölge. Bir Dersimli olarak Kılıçdaroğlu da devletin o bölgede insanlara nasıl muamele ettiğini bilen biri. Bu bilgi ve deneyim dünyası onu tipik bir Türk’ten ayırıyor, bu da onu Türk devletinin ve Türklüğün sahibi olarak görenlerin nezdinde güvenilmez, tehlikeli biri yapıyor, sanırım bunu söyleyebiliriz.

Bir Dersimli olarak Kılıçdaroğlu da devletin o bölgede insanlara nasıl muamele ettiğini bilen biri. Bu bilgi ve deneyim dünyası onu tipik bir Türk’ten ayırıyor, bu da onu Türk devletinin ve Türklüğün sahibi olarak görenlerin nezdinde güvenilmez, tehlikeli biri yapıyor.

Tabii Alevilik, Kılıçdaroğlu ile Türklük Sözleşmesi arasındaki Kürtlükle bağlantılı zaten karmaşık olan ilişkiyi daha da karmaşıklaştırıyor. Türk olmanın birinci şartı Müslüman olmaktır. Yani ancak bir Müslüman gerçek bir Türk olabilir. Az önce bir insan isterse Türk olabilir demiştim, işte o insan Müslüman insandır. Din, Türk milletinin ve devletinin oluşumunda bir tür ırk işlevi gördü. Yani doğuştan getirdiğiniz, bu nedenle sonradan biçimsel olarak din değiştirseniz bile devletin gerçek dininizi unutmadığı bir özellik. Bu nedenle gayrimüslimlerin ezici çoğunluğu çeşitli politika ve araçlarla tasfiye edildiler, kalan küçük bir azınlık ise hiçbir zaman gerçek bir Türk olarak kabul edilmedi. Aynı sebeple, Müslümanlığı bir an için bir ırk gibi düşünürsek, Müslümanlar ya kendi istekleriyle ya da asimilasyon araçlarıyla veya ikisinin bir şekilde bir araya gelmesiyle, Türkleşebildiler.

“Kendi istekleriyle” dediniz…

Kendi istekleri dedim, çünkü Türkleşmemenin bedeli çok büyüktür. Türkleşmenin getirileri de çok büyük olabilir, her zaman reel olmasa bile hiç değilse potansiyel olarak, bir umut dünyası anlamında. Tabii bu noktada karşımıza Aleviliğin Müslümanlık olup olmadığı, daha doğrusu Alevilerin Müslüman kabul edilip edilmediği sorusu çıkıyor. Bildiğimiz gibi Alevilik, Osmanlı tarafından İslam olarak ya da ayrı bir din olarak değil, heretik yani sapkın bir inanç gibi görüldü. Bu politik ve kültürel mirasın kısmen Türkiye Cumhuriyeti’ne de intikal ettiğini, örneğin fiili olarak devlet dininin Sünnilik olduğunu, ayrıca muhafazakâr Sünni nüfusunun zihniyet dünyasında Aleviliğin sapkın bir inanç olmaya devam ettiğini de biliyoruz. Ama tablo bu kadar basit ve net değil. Türkiye Cumhuriyeti laiklik ilkesiyle birlikte Aleviliği ve Alevileri içerecek çeşitli mekanizmalar da yarattı; Aleviliği hiç değilse resmi olarak Müslümanlığın ve özellikle Türklüğün bir parçası biçiminde gördü. Türkiye’deki seküler kesimler ve partiler bunu böyle gördü, görmeye de devam ediyor. Bunlar önemsiz şeyler değil. Nitekim Alevilerin cumhuriyet sevgisi ve genel olarak seküler, sol ve sosyal demokrat hareketlere olan desteklerinin arkasında da önemli ölçüde bu var. Özetle Kılıçdaroğlu’nun Kürtlüğü/Türklüğü meselesi gibi, Aleviliği/Müslümanlığı da Türklük Sözleşmesi kavramsallaştırmasının bir ölçüde inceltilmesini, genişletilmesini gerektiriyor. Yani Türklük Sözleşmesi’nin (bir an için bir kavram değil de gerçekliğin kendisi olduğunu varsayalım) kendisi gevşiyor mu sorusuna cevap vermeden önce kavramı biraz gevşetmek gerekiyor.

Kılıçdaroğlu’nun Kürtlüğü/Türklüğü meselesi gibi, Aleviliği/Müslümanlığı da Türklük Sözleşmesi kavramsallaştırmasının bir ölçüde inceltilmesini, genişletilmesini gerektiriyor.

Dünyada da bu durumun örnekleri var mı?

Toplumsal sözleşmeler, daha doğrusu ulusal ve dinsel sözleşmeler neredeyse hiçbir zaman ve hiçbir yerde statik değil. Çeşitli faktörlere (direnişler, ilerlemeye gösterilen gerici reaksiyonlar, dünya zamanı-konjonktürü, ekonomik genişlemeler veya daralmalar gibi) bağlı olarak her zaman değişirler, sertleşebilirler, yumuşayabilirler, daha önce içine almadıklarını almaya başlayabilirler. ABD’de “dışarı”dan beyaz olarak görünen İrlandalıların, İtalyanların veya Yahudilerin, Katoliklerin ancak zamanla beyaz olarak kabul edilmeye başlamasını düşünebiliriz. Örneğin bir Katolik’in 1960’lardan itibaren ABD başkanı seçilebilmesi bir genişlemeye işaret eder. Veya Medeni Haklar Hareketi’ni ulusal sözleşmeyi genişletme çabası olarak da görebiliriz. Tabii Türkiye’deki din gibi ABD’de de ırk en temel kıstastır. Dolayısıyla bir siyah olan Obama’nın başkan seçilebilmesi bir Katolik olan Biden’ın başkan olmasından daha önemli bir olay. Tabii Obama’nın başkan olması ırksal sözleşmenin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor, bir ölçüde esnekleştiği anlamına geliyor. Yani deri rengi kısmen açık olan ve sistem karşıtı olmayan bir siyahın başkan olabileceği kadar esnemiş olması. Ama devlet ve toplumun önemli bir kesiminde gözlemlenen bu esneme, karşısında aşırı-sağcı faşist bir reaksiyon da ortaya çıkardı, ki bu dinamik de Trump’ın seçilmesiyle sonuçlandı. Diyeceğim, evet, Türklük Sözleşmesi de diğer kurucu sözleşmeler gibi değişiyor, esniyor, bazen de katılaşıyor. Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması ve muhtemelen seçilecek olması da sözleşme tarihi açısından çok önemli bir olay. Obama’nın seçilmesi gibi. Fakat tam tersinden bakarsak, Dersimli bir Alevinin cumhurbaşkanı seçilmesi devletin ve toplumun içindeki çeşitli kesimlerin çeşitli biçimler alacak reaksiyonlarına da neden olabilir.

Biraz uzattım farkındayım ama Alevilik’le ilgili bir şey daha söylemek istiyorum. Anadolu’nun gayrimüslimlerden arındırılarak Müslümanlaştırılması üzerine artık epeyce geniş bir literatür var, yani bu konuyu bilmek isteyenler için hem teorik olarak hem de belgeleme anlamında yeterince malzeme var. Fakat aynısını Anadolu’nun Sünnileştirilmesi için söyleyemeyiz sanıyorum. Alevilerin bir kısmı nasıl Sünnileştirildi, bir kısmı çeşitli tehdit ve katliamlar sonucu nasıl büyükşehirlere göçmek zorunda kaldı ve kısmen bunlarla ilgili olarak Anadolu’nun çok sayıda şehri nasıl bu kadar sağcılaştırıldı? Bu türden sorular etrafında yeni bir araştırma gündemi oluşabilir diye düşünüyorum.

Öyleyse, Türkiye’de Kürtlere yönelik herhangi bir ayrımcılığın yapılmadığına ilişkin popüler söylemden ödünç alarak sorarsak: “Bu ülkede Kürtler cumhurbaşkanı bile olabilir” mi?

Müslümanlığın, Türklüğün temel şartı olmasından ilerlersek, bir Kürt kökenli de bir Gürcü kökenli de bir Çerkes kökenli de cumhurbaşkanı olabilir. Egemen Türklük söyleminin kullanmayı çok sevdiği “kökenli” terimini bilhassa kullanıyorum. Kökeniniz başka bir şey olabilir, ama sonradan o kökeni terk edip Türklüğe geçiş yaparsanız cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz, evet. Ama “Türk değilim, Kürdüm” derseniz hiçbir şey olamazsınız. İsmail Beşikçi’nin eskiden çok sık söylediği gibi, “kapıcı dahi olamazsınız.” Buna karşı, Kürdüm diyen insanların milletvekili olduğu söylenebilir, ama o milletvekilliği de bir AKP, CHP, MHP milletvekilliğine benzemiyor. İçinde büyük riskler taşıyor, diyelim 5 yıl milletvekilliği yapıp 10 yıl hapis yatabiliyorsunuz. Adını saydığım diğer partilerde kimse bu riskleri almıyor, almaz da.

Türkiye siyaseti ittifaklar çerçevesinde ilerliyor. Tarafların uzlaşısı bağlamında, ittifaklardaki aktörler yeni bir sözleşme kuruyor diyebilir miyiz ve bu yeni sözleşmede HDP’nin rolü ne?

Sözleşme dediğimiz şey kolayca, diyelim farklı partilerin bir araya gelmesiyle ve hatta anayasa yapmasıyla kurulmuyor. Ulusal/dinsel sözleşmeler, belli etnik/ırksal/dinsel/medeniyetsel özellikler etrafında milletlerin ve o milletlere ait devletlerin oluşması demek. Osmanlı-Türkiye tarihine baktığımızda, 1912-1922 arasındaki kesintisiz savaş döneminde ortaya çıktığını düşündüğüm Müslümanlık Sözleşmesi, yani Müslümanlığın temel şart olduğu bir sözleşmeyle gayrimüslimlerin tasfiye edilmesi ve sadece Müslümanlara ait bir devlet kurulması böyle bir süreçti örneğin. Ve bir devlet bir kere kurulduktan sonra, onun temel ilkelerini, hiyerarşilerini vs. değiştirmek, yeni ilkeler ve özellikler etrafında yeni bir ulus yaratmak, yeni bir devlet kurmak, hiyerarşilerin yerine eşitlik ilkesi getirmek kolay değil. Ama elbette bu, sözleşmelerin esnemediği, değişmediği anlamına gelmiyor. Biraz önce sıraladığım türden çeşitli faktörlere bağlı olarak Türkiye’de de değişiyor, değişebilir, daha demokratik ve daha hukuki hale gelebilir.

Şu an hâkim toplumsal tepkinin kleptokratik bir Türkçü-İslamcı diktatörlüğe ve bu rejimin devleti çökertmesine karşı olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum. Bugün Türklük Sözleşmesi bir kriz içerisinde, çünkü sözleşmenin devlet ayağı büyük ölçüde çökmüş durumda.

Örneğin içinde yaşadığımız moment böyle bir fırsat sunuyor olabilir. Şu an hâkim toplumsal tepkinin kleptokratik bir Türkçü-İslamcı diktatörlüğe ve bu rejimin devleti çökertmesine karşı olduğunu söyleyebiliriz sanıyorum. Bugün Türklük Sözleşmesi bir kriz içerisinde, çünkü sözleşmenin devlet ayağı büyük ölçüde çökmüş durumda. Bu çöküşü yargıda, bürokraside, diplomaside veya sözleşmeler için çok önemli olan meritokrasi ilkesinin tamamen terk edilmesi gibi olgularda görüyoruz. Deprem felaketi ve katliamı bu çöküşü daha da çıplak ve açık hale getirdi. Söndüremediği yangınlardan etkilenen insanlara, cumhurbaşkanlığı otobüsünden çay fırlatan Türk devleti, şimdi depremzedeler için halka çay bağışlama çağrısında bulunuyor. İşte bu durum, devletçi ve milliyetçi bir hamasetten ziyade dayanışmacı ve sol bir söylemin, duyarlığın ve hareketin yükselişini beraberinde getirebilir, belki hâlihazırda getiriyor da. Bu atmosfer devam ettiği ölçüde HDP de yeni dönemde önemli roller oynayabilir. Tabii yine başa dönersek, böyle bir potansiyele karşı çok büyük ve tehlikeli bir reaksiyon oluşacaktır. Kürt hareketleri ve sol ne zaman güçlense, buna büyük bir tehditle ve baskıyla karşılık verilir. Sünni-Türk üstünlüğünün hem politik hem ekonomik hem de demografik olarak çok güçlü olduğunu unutmamalıyız demek istiyorum, çünkü 7 Haziran 2015 seçimleri döneminde sanki bir an unuttuk ve hazırlıksız yakalandık.

Cumhur İttifakı’nın, Kürtler tarafından da destekleneceği düşünülen geniş bir mutabakat platformunu zayıflatmak konusunda nasıl davranacağı kestirilemiyor. 6 Şubat Maraş depremlerinin pek çok manevrayı değiştirmiş olması muhtemel… Depremin ardından başta Yunanistan olmak üzere pek çok ülke yardıma koşmuşken “dış düşman” argümanını kullanmak akıllıca değil. Kürt düşmanlığı ise her vakit işe yarıyor; Bursaspor-Amedspor maçında yaşananları gördük. Oysa ondan bir hafta önce bir başka takımın taraftarı sahayı depremzede çocuklar için oyuncaklarla doldurmuştu. Sıradan bir futbol takımı taraftarını ırkçı bir saldırgana dönüştüren nedir sizce?

Milliyetçilik ve ırkçılık ile bireylerin/grupların kötülüğü ve kötülük yapma potansiyeli arasında yakın bir ilişki var. Irkçılık ve milliyetçilik, bir milletin/ırkın en kötüsüne, diğer milletin/ırkın en iyisinden daha üstün olma duygusu veriyor. Örneğin Mahmut Esat Bozkurt, “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir” derken buna işaret ediyordu. Bu sadece hamasi bir laf değildir, tümüyle olmasa bile belli bir gerçekliğe de işaret ediyor. Hem o üstünlük duygusu hem de daha iyi olanın iyiliğinin hiçbir şey ifade etmemesi anlamında gerçektir, bunu demek istiyorum. Tabii burada belki ironik diyebileceğimiz bir durum da var. Türk’ün en kötüsünü en kötü yapan Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının bizzat kendisi. Bu her ülkede böyle, yani ırkçılığın ve milliyetçiliğin doğasında var bu. Irkçılık ve milliyetçilik, egemen gruba mensup bir insanın zihnini hamasetle doldurup onu hem ölüme/öldürmeye gönderebilir hem de daha kolay sömürebilir, yani onu yoksul ve eğitimsiz bırakır, başkalarına yapılan kötülüğü normal ve hatta iyi gördürür, böylece ortaya “en kötü Türk” çıkar ve bu en kötü Türk kendisini diğerlerinin en iyisinden daha üstün görür. İşte gerçek anlamıyla sosyalizm, yani 20. yüzyılda ulusal sınırlara kapanmadan önceki, 19. yüzyıldaki enternasyonal anlamıyla sosyalizm bu nedenle çok radikal bir fikirdi, çünkü bütün bu çerçeveyi reddedip yerine bambaşka bir şey öneriyordu.

Bahçeli, maçın ardından “Amed diye bir yer yoktur, Amedspor’dan da bahsedilemeyecektir” diyerek Bursaspor’u ve taraftarlarını selamladı. Buna karşılık DEVA Partisi’nden Mehmet Emin Ekmen, “Sizin meşru bir şekilde mücadele eden bir futbol kulübünü terörizmle yaftalamanız o kulübü, o kulübün destekçilerini terörist yapmaz” dedi. AKP ve Millet İttifakı’nın aksine MHP, Kürtlerin (etnik, politik, kültürel) kimliklerini hep ceplerinde taşıması gerektiğini mi düşünüyor?

Tanımlama ve isimlendirme tekeli, ırkçılığın ve milliyetçiliğin en önemli güçlerinden biri. Bu nedenle sözcükler ve kavramlar üzerinden bile inanılmaz bir mücadele verirler, değişime reaksiyon gösterirler. Tabii bu karşılıklı bir mücadele. Ezilen gruplar da kendi sözcüklerini, kavramlarını, isimlerini kullanmak, kendi tanımlamalarını yapmak için mücadele ederler. Kürt sözcüğünün gündelik ve politik dile yerleşmesi mücadeleler sayesinde oldu ve bu büyük bir mevzi kaybıydı Türk milliyetçiliği açısından. Şimdi duvarı Türklük tanımı (üst kimlik, ya da Ne Mutlu Türküm Diyene) üzerinden ve Türkiyelilik terimine direnerek örüyorlar. Amed’in varlığını kabul etmemek de bu bağlamda değerlendirilebilir. Ama tabii bu içinde bulunduğumuz atmosferde, Türk milliyetçiliği standartlarında bile çok primitif bir tepki. Türkiye’de Kürt hareketi, feminizm, Gezi Direnişi ve CHP’nin ulusalcılıktan uzaklaşarak görece demokratikleşmesi gibi hareket ve dinamiklerde gözlemleyebildiğimiz büyük değişim göz önüne alındığında, ‘Amed diye bir yer yoktur’ demek, ancak ne kadar arkaik kaldığınızı gösterir. Tabii bu primitifliğin kısa vadeli amacı sanırım açık. Çok sayıda gözlemcinin yorumladığı gibi, Bursa’daki maç, deprem sonrasında güçlenen sol ve dayanışmacı ruhu yine ırkçılık üzerinden bastırmaya çalışmak ve olası HDP desteğinin Kılıçdaroğlu adaylığına sunacağı katkıyı mümkün olduğunca küçültmek için bir fırsat olarak kullanıldı.

Kürt sözcüğünün gündelik ve politik dile yerleşmesi mücadeleler sayesinde oldu ve bu büyük bir mevzi kaybıydı Türk milliyetçiliği açısından.

Mülteci karşıtlığı da toplumda epeyce taraftar toplayan bir mesele, nasıl oluyor da konu mülteciler olunca tüm siyasi-toplumsal kamplar, aralarındaki farkları bir kenara bırakabiliyor?

Göçmen karşıtı ırkçılık özel ve spesifik bir ırkçılık türü olduğu için, uzmanı olmadığım bir konuda boyumu aşacak şeyler söylemek istemiyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim sanırım: Bütün ırkçılıklar güçsüzleri hedef alır. Herhangi bir ülkede veya bölgede, güçlü gruplara karşı ırkçılık yapamazsınız, yapmazsınız. Irkçılığın doğasına aykırıdır bu. Göçmenler de devletsiz insanlar oldukları için, belli bir ülkenin “yabancısı” oldukları için, onlara karşı ırkçılık yapmak çok kolaydır, hiçbir bedeli yoktur çünkü. Ülkenizdeki sorunların, yoksulluğun, hukuksuzluğun gerçek sorumlularına karşı mücadele etmek çok zor ve tehlikeli olduğu için nefretinizi ve öfkenizi aslında bütün bunların hiçbirinden sorumlu olmayan insanlara yöneltirsiniz. Bu da sermaye ve müesses nizamın önemli bileşenleri olan siyasi partiler tarafından teşvik edilir, hatta sırf bunu yapmak için partiler de kurulabilir, Zafer Partisi gibi. Yani göçmen karşıtı ırkçılık, bir ülkede işler nasıl gidiyorsa aynen öyle devam etmesi için bire birdir. Bunu yukarıdakiler bile isteye yaparken, aşağıdakiler belki bilmeden, yani bilincinde olmadan yaparlar. Güçlülere karşı olan güçsüzlüğün birikmiş ama bilince dahi çıkamayan ezikliğini ve öfkesini kendisinden daha da güçsüz olanlara yöneltir. Bu yüzden göçmen karşıtı ırkçılıkla mücadele etmek, diğer ırkçılık türleriyle mücadele ederken olduğu gibi, sadece göçmenlerin hakkını korumak anlamına gelmiyor veya en azından gelmemeli. Demek istediğim, iktidar ve sermaye sahiplerine, yani insanları daha kolay yönetebilmek ve sömürebilmek için dini, milliyetçiliği veya ırkçılığı kullanan siyaset ve sermaye erbabına karşı gerçekten sol ve enternasyonal olan bir mücadele ne kadar yükselirse, ırkçılıklar da aynı oranda düşüşe geçecektir.

The post Barış Ünlü: ‘Türklük Sözleşmesi’ esniyor, tehlikeli bir reaksiyon oluşabilir first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İlhan Sami Çomak’la söyleşi (I) | ‘Zamanın akışını kundaklayan mekan’dan dışarıya https://gazetekarinca.com/ilhan-sami-comakla-soylesi-i-zamanin-akisini-kundaklayan-mekandan-disariya/ Tue, 13 Jun 2023 06:00:16 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=230835 Şiir kitaplarının 9’uncusu Hayattayız Nihayet’ten “Çünkü götür beni buradan, çok şey gördüm/ Uzun uzun gördüm, uzun uzun üzüldüm” diyerek seslenen İlhan Sami Çomak, 21 yaşında girdiği cezaevinde 28 yılını tamam etti. “Zamanın akışını kundaklayan bir mekanda yaşamak büyük güçlüklerle uğraşmanızı gerektirir” diyen İlhan Çomak, hayata, mahpusluğa, edebiyata ve şiire dair sorularımızı yanıtladı. 28 yıllık kesintisiz […]

The post İlhan Sami Çomak’la söyleşi (I) | ‘Zamanın akışını kundaklayan mekan’dan dışarıya first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Şiir kitaplarının 9’uncusu Hayattayız Nihayet’ten “Çünkü götür beni buradan, çok şey gördüm/ Uzun uzun gördüm, uzun uzun üzüldüm” diyerek seslenen İlhan Sami Çomak, 21 yaşında girdiği cezaevinde 28 yılını tamam etti. “Zamanın akışını kundaklayan bir mekanda yaşamak büyük güçlüklerle uğraşmanızı gerektirir” diyen İlhan Çomak, hayata, mahpusluğa, edebiyata ve şiire dair sorularımızı yanıtladı.

28 yıllık kesintisiz tutuklulukla Türkiye’nin en uzun yatan mahpuslarından biri olan İlhan Sami Çomak’ın 2024’te şartlı tahliye ile serbest bırakılacak.

28 yıllık mahpusluk boyunca 10 kitaba imza atan Çomak’ın başta şiirleri olmak üzere pek çok çalışması İngilizce, Norveççe, Rusça, Almanca ve Galceye çevrildi, ulusal ve uluslararası edebiyat ödüllerine layık görüldü.

Anadili Kürtçe olan Çomak, Türkçeyi pek çok Kürt gibi doğal olmayan yollarla öğrenmek zorunda bırakılsa da “Türkçe bir travma olarak duygularımı kurcalasa da bunu aşabildim ve aramıza mesafe koymadan sunduğu yeni imkanlarla onu edebi varlığımı inşa etmek için kullanmayı başardım” diyor.

“Ben gecikmeyi seven biri değilimdir. Kişisel çalışmalarımda erteleme veya gecikme hiç sevmediğim bir şeydir. Oysa hayat inadına her şeye geciktiriyor” diyen Çomak şiire/yazıya dair inancının köklerini tarif ederken zaman ve mekan üzerine düşünüyor:

Burada, zamanın akışını kundaklayan bir mekanda yaşamak büyük güçlüklerle uğraşmanızı gerektirir. Zaman çünkü inanılmaz kıvamlı hale gelir, akmayı neredeyse unutur. Mekan zaten akar ve ruhu kuşatmak amacıyla inşa edilmiştir. Zamanın akmayı unutan bilincinden, mekanın kötücül kuşatıcılığından varlığımı korumak ve temiz bir yere taşımak için şiire, yazıya inanmayı seçtim ben.

Aramıza dönmesine az zaman kalmışken vasisi İpek Özel İlhan’a ulaştık, Gazete Karınca sordu, İlhan Sami Çomak yanıtladı. Söyleşimizin ilk bölümünü sunuyoruz.

 28 yıldır cezaevinde olan bir yazar olarak otobiyografiniz geçtiğimiz aylarda sahnelendi. Ama siz içerdeydiniz ve izleyemezdiniz… Başka birinin hayat hikayesi gibi mi geldi mi size? Dışardan çok içerde kalmış biri olarak, tiyatro, ödül törenleri vb. durumlarda kendinizi nasıl görüyorsunuz?

Tabi ki hayır. Baştan beri bu değerli projenin bir parçası olduğumdan otobiyografimin sergilenmesi konusunda herhangi bir yabancılık çekmedim, oyunu başkasının hayat hikayesi gibi ele almadım. En nihayetinde oyunun yönetmeni Kemal, işe el atarken, sanatçı duyarlılığıyla nasıl daha iyi bir ve etkili bir sanatsal sonuç elde edeceğini düşünmüştü. Bundan hareketle otobiyografimi oyun için yeniden işleyerek bir metin yazmamı önerdi. Ben de Kemal’in işaret ettiği şekilde metni yazarak bu kolektif sanatsal girişimin bir parçası oldum. Memnunum bundan.

Belli ki metni kendisi de yazıp kullanabilirdi. Elinde oyuna kaynak olarak ‘Karınca Yuvasını Dağıtmak’ kitabı vardı. Oysa Kemal daha farklı ayrıntılarla metni takriye edebileceğimi düşünerek şık bir davranışla bu görevi bana devretti. Gerçi başta epey bir tedirgindim bundan dolayı. Ama kalemime güvendi ve beni destekledi, hem Kemal hem İpek. ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ oyununun metni çıktı ortaya.

Pek çok ödül aldım bugüne kadar. Tabi ki yıllardır sürdürdüğüm çabalarımın ödüllendirmesi benim için hep büyük mutluluk oluyor. Törenlerde bulunamam da sonradan o anın gelişmelerini öğrenerek bir şekilde ortak oluyorum bu güzelliklere. Bizzat törenlerde olmam daha iyi olur, elbette, ama durum şu an böyle ve hayıflanmadan bunu kabullenmek olgun bir aklın tedbiri aslında.

Yazdığım bir metnin oyun olarak gösterimi ise çok yeni ve farklı bir deneyim. Hele otobiyografimin oyuna konu olması daha değerli kılıyor bu deneyimi benim açımdan. Oyunun gösterimini de bir ödül olarak ele alıyorum ben. Oldukça doyurucu bir ödül olduğunu da söylemeliyim. Hem yeniliğinden hem de kalemimi ilk kez çalıştırdığım bir alanda yazdıklarıma değer verilerek oyunlaştırılmasından gelen eşsiz bir tatmin hissi.

‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ oyunundan

Tahliyenize ‘az’ zaman kalmışken… Çıktığınızda oyun hala gösterimdeyse izlemeyi düşünüyor musunuz?

Elbette çıktığımda oyunu izleyeceğim. Oyun o zamana kadar gösterimde olacaktır,  böyle bir planı var Kemal’in. Hem zaten daha önceki açıklamalarında geç de olsa oyunu izlemem için bir adım atacağını dillendirmişti sevgili Kemal.

Ben gecikmeyi seven biri değilimdir. Kişisel çalışmalarımda erteleme veya gecikme hiç sevmediğim bir şeydir. Oysa hayat inadına her şeye geciktiriyor. Hayat beni iyi şeylere geciktiriyor. Zorluk ve kötülükleri önüme sürmekteyse oldukça acul oldu hep. Geç de olsa Moda Sahnesi’ndeki dostların büyük bir zeraafetle ön ayak oldukları bu oyunu sanki ilk gösterimi yapılıyormuş gibi tertemiz bir heyecan ve ayrıcalıklı duygularla izleyeceğim. Dostalar, kişiye şanslı olduğu hissini yaşatırlar. Dostlarımın yaşattığı bu ‘şanslıyım’ hissinin yankısının hemen yitip gitmeyeceği benim durumumdaki biri için konunun önemi düşünüldüğünde sanırım rahatlıkla anlaşılabilir. Varsın geç izleyeyim, ne çıkar.

İzlemeye geciktiğim için sadece ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ oyunu değil maalesef. Çiğdem Mazlum ve Serhad Yıldız’ın bana dair hazırladıkları belgesel; ‘Gönderen: İlhan Sami Çomak’ı da dostların hazırladıkları iki farklı belgeseli de hala izleyemedim. Olsun izleyeceğim mutlaka.

Gecikme beni seviyor, çok belli bu. Ama bu, kayıtsızlığı değil özlemin çoğalmasına, merakın heyecan sınırına gelip durmasına sebep oluyor. Gecikmekten bile bir sonuç, his ve beklentilerimi kavilleştireceği bir ders çıkarmayı öğrenmem bu zorlu yılların olgunlaştırıcı etkisinden olsa gerek.

Oyunun son kısmında sizin sesinizden de bir kısım sahneye taşınıyor. Görünmüyorsunuz ama anlatılan sizin hikayeniz bir nokta oradasınız aslında. Ama fiziki olarak değil… Bir edebiyatçı gözüyle değerlendirecek olursanız, sanat böyle mi olmalı?

Elbette orada, oyunun sergilendiği yerde bizzat bulunmam normal şartlarda beklentilere denk düşerdi. Ama bunun bir süre daha mümkün olmayacağını biliyoruz zaten. Ben zaten bu gerçeği bilerek çalışmalarıma yön veriyorum. Sanat üretkenlikle ilgilenir. Sanatçı eserlerinin sonuçlarını elbette merak eder. Yine de aslolan daha geniş kesimlere ulaşmaktır. Sanat uzun hayat kısa, derken belki de sanatçının eseri ile birlikte zamana düşürdüğü yankının kalıcılığına da bir vurgu vardır. Dolayısıyla sizin belirttiğiniz şekliyle, orada olma gerekliliği bir yere kadar sanatçının duygusal tatminine yöneliktir. Daha iyisi ise orada olmadığı halde zamanın ya da şimdiki zamanının beklenti çemberini kırıp sanatı ile tarihe not düşebilmektir; geniş ve gelecek zaman sanatın uzunluğu, sanatçının değerini kanıtlar zira.

Konuyu farklı bir bakış açısıyla ele almak isterim sorunuz dahilinde.

Belki de sanat tam da böyle bir şeydir. Sanatın temsil gücü, gerçeği kavrayıp yeniden vurgulaması, bilinen ve kabul görenden farklı bir önemde bulunması gibi hususlar,  bana kalırsa ‘orada olmama hali’ni derinden ve yaralayıcı bir şiddetle hisseden sanatçının yaratıcılığının bir tezahürü olarak ele alınabilir. Sanat, bulunmadığı yerlerde, asla bulunmayacağı yerlerde, bulunma girişimidir sanatçı açısından. Orada olmama halini yaratığı gerilimi aşmak için tahayyülle başvurur. Hayal gücü olmadık imkanlar sunar ve bunu konumuz açısından daraltarak söylersem, şiir ve edebiyatın tanıdığı yaratıcı bağlarla örerek yepyeni zorluklar karşısında destekleyen, kurgudan geçen gerçeklerle önerir. Temiz ve kimsenin, hayatın bile uzanıp bozmayacağı gerçekler.

Gerçek hayat insanlara tek başına yetmiş olsaydı sanatın olmaması gerekirdi. Bütün bu sanatsal birikim, insanın hayatla baş etmek için daimi bir arayış içinde olduğunu gösterir ancak. Hayatla baş edemediğini ve hayata katlanamadığını.

Çünkü insanın olmak istediği yer ile bulunduğu yer arasında hep bir çelişki vardır. Bu büyük tatminsizlik asla giderilmediği için yaratıcı eserlerle kendinden ve gerçeğin ağır yükünden uzaklaşmak bilinen en doğru yol, şimdiye dek icat edilen en güzel yol. Benim durumumda bu iki kere böyledir. Güzellik ve mutluluk buraya gerçekten uğramaz, bu birincisi. İkincisi olarak insan olarak herkes gibi gerçeğin sıkıcı ağırlığı benim de ruhumu kanatır. Bu sebeple ‘orada olmama hali’ beni daha kavrıyor olabilir. Oysa buna ancak yeteneğim ve çalışma azmim ile hayal gücümün oranında cevap verebilirim. Daha fazla değil. Gerçeklerden şiddetle şikayet edip sıkılmak tek başına kişiyi yaratıcı yapmıyor, maalesef.

İlhan Sami Çomak’ın bazı eserleri

28 yıl bir ömür aslında. Bu süre içinde bu kadar üretken olmak, sizi ayakta tutan en temel etmenlerden biri kelimeler diyebilir miyiz?

Kelimelerle kurduğum bağ duygu ve düşüncelerimi toparlayıcı ve yaratıcı bir biçime büründüğü oranda beni destekleyip zamanın öğütücü etkisinden bilincimi ve ruhumu korumama yardımcı, oldu evet. Oysa bunun kendiliğinden ve çok rahat bir sürecinin doğal sonucu olduğu asla düşünülmemeli.

Bir kez kendi ana dilim olmayan Türkçeyi kullanmanın getirdiği zorluklar ve dezavantajlar en baştan beri yanımda oldu. Böyle olunca gerçek anlamıyla kelimelere tutunarak, kelime kelime yürümek zorunluluğu ile mücadele etmem gerekti.

Türkçeyi doğal veya normal yollarla değil de dayak yiye yiye öğrenmek bir travma olarak duygularımı kurcalasa da bunu aşabildim ve aramıza mesafe koymadan sunduğu yeni imkanlarla onu edebi varlığımı inşa etmek için kullanmayı başardım.

Benim dille, ister Kürtçe ister Türkçe olsun, dil ile kurduğum bağ kesinlikle hayatımın en önemli ve güçlü halkası. Kelimeler ama daha genel olarak dil bir itiraz noktası oldu ve bu itiraz şiir ve edebiyatla yaratıcılık şeklinde buluşmasıyla bana kimlik verdi.

Bana yaşatılan haksızlık muhtedinin uğraşmak zorunda olduğum kötülüğü sessizce geçiştirmeyecek kadar büyüttü ve hayatımı tam ortadan ikiye bölecek denli güçlüydü. Dil bana bu hukuksuzluk ve kötülükle uğraşırken bana kendi doğrularımı yaratma ve inşa etme gücü verdi ama bir de yeteneğimi keşfedip çalışarak tutkularımı, hayata dair sönmeyen tutkularımı, yeni şekilde söyleme bilinci ile şairlik ve yazarlık sıfatlarını bahşetti bana.  Dolayısıyla pasif bir ayakta kalıştan öte üreterek etkin bir karşı duyuştan özellikle bahsetmeliyim.

Norveç Yazarlar Birliği 2021 İfade Özgürlüğü Ödülü

Cezaevinde 10 kitaba imza attınız ve şiir kitaplarınız ödüller kazandı. Şiirleriniz İngilizce, Norveççe, Rusça, Almanca ve Galceye çevrildi. Bu sürecin çok içindesiniz ama doğalında da bir mesafe var. Bu mesafe size ne anlatıyor, nasıl tanımlarsınız?

Evet, bana ilişkin edebi gelişmelerin tam göbeğinde olmama rağmen bir mesafenin olduğu da aşikar. Elbette bahsettiğim bu mesafe duyguca kabullenmemekten kaynaklı değil, şartların sınırlandırıcılığı ile ilgili. Duyguca sahipleniyorum şüphesiz. Beni görmeye gelen ziyaretçiler ancak didik didik arandıktan, kimi elektronik cihazlardan geçtikten sonra görüşme mahaline gelebiliyorlar. Bütün bu uğraşlar sadece 40 dakika görüşebilmek için oluyor, haftada 40 dakika.

Bu örneği şu sebepten verdim: Aslında bana ilişkin edebi gelişmelerde sıkı kontrolden geçtikten sonra bana ulaşabiliyor. Ziyaretçinin 40 dakikalık sürede koştura koştura ve asla tam doyurucu olmayan bir şekilde aktardıkları ile denetimden geçen mektuplarda bana iletilebilenle sınırlı her şey.  Zamana sınır konulunca gelişmelere tam olarak vakıf olamıyorum. Ama bunun ötesinde bir sorun var: Bu gelişmelerin duygusu, ayrıntılar mecburen es geçildiğinde bana geçmiyor istenilen düzeyde. Benim dert ettiğim esas konu da bu duygu yakalayamamak.

Şiirlerim pek çok dile çevrildi ve bu genişleyerek devam ediyor. Dünyanın farklı ülkelerinden şairlerle karşılıklı şiirler yazdık. Bu şiirler önümüzdeki yıl kitap olarak yayımlanacak. Şiirlerimden bir seçki İngilizce yayımlandı, bunun gibi sıralanacak nice gelişme var. Böylesi gelişmelerin beni daha büyük bir heyecanla sevindirmesi gerekirdi. Her şair veya edebiyatçı için beklenilen veya istenilen bir durum bu nihayetinde. Oysa bazen sevincimin eksik ya da yeterli olmadığını hissediyorum. Gelişmelerin sıradanlaşmasından kaynaklı bir kayıtsızlık da yok ortada. Yine de bütün bu olumlu adımların daha doygun bir heyecan ve yalnız olmalıydı diye düşünüyorum. Böyle olmasını bu gelişmelerin özgürlüğe ve hayata duyduğum derin özlem ve tutkunun gölgesinde kalmış olmasına yoruyorum ama daha çok bu güç şartların yarattığı sınıra, sınırlı bilgiye, gelişmeleri hakkıyla somutlaştıramamaya…

Belki de çıktıktan sonra her şey yerli yerine oturur ve ben bu meseleyi kapatarak olması gerektiği tamlıkta duygularımı yaşarım yeni baştan. Ne olursa olsun bütün bu gelişmelerin farkında olduğum da isterim. Hepsi bana değer katıyor kesinlikle.


İlhan Sami Çomak Kimdir? 

İlhan Sami Çomak, 1973’te Bingöl Karlıova’da doğdu, 1992 yılında İstanbul Üniversitesi’ni kazandı, 1994 yılında gözaltına alındı ve tutuklandı. İtirafçı ifadelerine dayalı olarak, delilsiz biçimde müebbet hapse mahkum edildi. Denetimli serbestlikten yararlanabilirse 2023 yılında cezaevinden çıkabilecek yoksa 2024 yılında şartlı tahliye olabilecek. 28 yıllık tutukluluk boyunca 10 kitaba imza atan Çomak’ın başta şiirleri olmak üzere pek çok çalışması İngilizce, Norveççe, Rusça, Almanca ve Galceye çevrildi. Edebi üretimleri çok kez ulusal ve uluslararası ödüllere layık görülen Çomak’ın son ödülü ise “Hayattayız Nihayet” kitabıyla 15. Metin Altıok Şiir ödülü oldu. Onda önce de Ahmet Altan’la birlikte aldığı Norveç Yazarlar Birliği’nin 2021 İfade Özgürlüğü Ödülü’nü aldı. Hayatı, kendi kaleme aldığı metinden yola çıkararak Moda Sahnesi ve Yönetmen Kemal Aydoğan tarafından ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ adıyla tiyatro sahnesine taşındı.

The post İlhan Sami Çomak’la söyleşi (I) | ‘Zamanın akışını kundaklayan mekan’dan dışarıya first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Şenal Sarıhan ile söyleşi | Kadınlar Meclis’ten ne bekliyor? https://gazetekarinca.com/senal-sarihan-ile-soylesi-kadinlar-meclisten-ne-bekliyor/ Tue, 13 Jun 2023 05:18:35 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=260584 Kadın hareketinin kendi adaylarını kendilerinin belirlemesi gerektiğini söyleyen Avukat Şenal Sarıhan, seçimden sonra buna dair adımlar atılması gerektiğine dikkat çekti. Sarıhan, “Kadın hareketinden uzak olan adaylar üzerinde farkındalık yaratarak onların parlamentoda kadının insan haklarını savunmalarını sağlama çabası içindeyiz” dedi. Meclis’te kadın kotasından eğitime, istihdamdan fırsat eşitliğine, uluslararası sözleşmelerin uygulanmasına kadar bir dizi sorun tartışılmaya devam […]

The post Şenal Sarıhan ile söyleşi | Kadınlar Meclis’ten ne bekliyor? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kadın hareketinin kendi adaylarını kendilerinin belirlemesi gerektiğini söyleyen Avukat Şenal Sarıhan, seçimden sonra buna dair adımlar atılması gerektiğine dikkat çekti. Sarıhan, “Kadın hareketinden uzak olan adaylar üzerinde farkındalık yaratarak onların parlamentoda kadının insan haklarını savunmalarını sağlama çabası içindeyiz” dedi.

Meclis’te kadın kotasından eğitime, istihdamdan fırsat eşitliğine, uluslararası sözleşmelerin uygulanmasına kadar bir dizi sorun tartışılmaya devam ediyor. Meclis’e girecek kadın milletvekilleri ne tür çalışmalar yürütecek? Hangi yasal düzenlemelere ihtiyaç var? Konuya dair uzun yıllardır insan hakları mücadelesi veren olan Avukat Şenal Sarıhan sorularımızı yanıtladı.

14 Mayıs seçimine sayılı günler kaldı. Kadınların siyasetten beklentisi nedir? Siyasette eşitlik nasıl sağlanacak?

Kadınlar ve kadın örgütleri olarak siyasete damgamızı vurmak istiyoruz. Kadın hakları mücadelesi Türkiye’de yıllardır adım adım gelişerek, birbirimizden öğrenerek ve öğreterek gelişen bir mücadele. Fakat bu mücadeleye karşın siyasi mekanizmalarda ve siyaset kurumunda kadınları var edemiyoruz. Kadın hareketinden uzak olan adaylar üzerinde farkındalık yaratarak onların parlamentoda kadının insan haklarını savunmalarını, bu hakların gelişmesi konusunda adım atılmasına öncülük etmelerini sağlama çabasındayız.

Bazı kadın arkadaşlar, kadın sorununa hala siyasi olay olarak bakmıyor. Kadın sorunu, baştan sona siyasi bir olaydır. Kadın cinsi, ezilen ve eşitlikten nasibini alamamış gibi görünen bütün mücadelesine rağmen bir kesimi oluşturuyor. Kadın insandır ve eşittir. Bu eşitliğin sağlanması ancak bir demokrasi meselesidir. Demokratik bir mücadele içinde laiklik vurgusunun altını çizerek, kadınlara daha çok hak tanınması gerekir.

Kadınlar bazen bir meslek sahibi olmuş olmalarıyla, kadının insan hakları konusunun çözüldüğünü sanıyorlar ama yaşamın içinde böyle çözülmediğini görüyorlar. Meclis’e hazırlıksız gelen vekiller oluyor. Bu vekiller parlamentoda bir şeyler öğreniyorlar. Kadın hareketinin ve kadınların onlara ulaşması ile öğreniyorlar. Yıllarını insan hakları mücadelesine adamış biri olarak benim düşüncem, bütün demokratik kitle örgütlerinin parlamentoya kendi adaylarını, kendi ideolojilerini benimsemiş ve bunu savunabilecek adayları göndermeleriyle başarılmış olacak.

Kadınlar hala parlamentoda vitrin malzemesi durumundadırlar bu kötü bir örnek ancak bu mantıktan vazgeçmek gerekiyor. Hak eden ve kadının insan haklarını savunan ama eşit şekilde orada var olabilen parlamento ihtiyacıyla siyasette var olmayı öneriyoruz.

Kadınların mücadelesinde ilk öncellikler olarak neler ele alınmalı, hangi sorunların üzerine gidilmeli?

Kadınların genel anlamda eşitlik mücadelesi var. Bu eşitlik mücadelesinin son dönemde birinci sırasını kadının şiddetten korunması konusundaki güvence istemleri oldu. Türkiye’de geçmişte de çok sayıda kadın cinayeti gerçekleşiyordu. Daha çok “namus” cinayeti gibi bir gerekçe üzerinden ortaya çıkıyordu. “Namus” cinayetlerinin ağırlaşmış cezalarla karşılanması konusunda kadın hareketinin ciddi bir çalışması gerçekleşti. Bu konu önemli ölçüde cinayetlerin gerekçesi olmaktan çıktı. Ancak öyle bir durum ortaya çıktı ki, böyle bir gerekçeyi de kullanmakla beraber esas olarak herhangi bir biçimde bir gerekçe dahi ifade etmeksiniz çok sayıda kadın cinayetinin neredeyse bir güne dört cinayet gibi bir sayıyla basında yer aldığını gördük. Bu, kadının giderek bir varlık olarak, insan olarak tanınmamasından, kadının kendi haklarını savunma noktasında olanaklara sahip olamayışından karşılaştığı şiddeti yakınma konusunda geri durmasından kaynaklandı. Çünkü daha çok kadın ‘suçlu’ görüldü. Her türlü şiddetin kaynağında kadının erkekle eşit sayılmamasından kaynaklı olarak genel olarak feodal anlayışların, ataerkil bir toplum olmaya devam etmemizin kadını ikincilleştirmesi sebebiyle, bir bilinç değişikliği de olmadığından kadın daha çok şiddet mağduru oldu, yaşamını yitirdi. Bu konu birincil gündem haline geldi. Özellikle son on yıla baktığımız zaman egemen olan iktidarın da anlayışlarının etkisi bunda çok fazla.

Şiddet meselesinin çözümü noktasında iş ve eğitim hayatındaki eşitsizlikler gibi kadınların hak sahibi olamayışları, kadınların siyasette, yasa koyucu, düzenleyici, uygulanmasını denetleme yetkisine sahip güç olamayışının da önemli etkileri oldu.

Kadının parlamentoda temsili neden önemli? Kota mı, eşit temsil mi?

Kadın mücadelesinin örgütlenme ve örgütlü biçimde sürdürülmesi noktasında son 50 yılda ciddi gelişmeler oldu. 2002’lere doğru baktığımızda, medeni yasanın yeniden yazılması, Türk ceza yasasının kadınlar lehine görece daha eşitlikçi şekilde düzenlenmesi gibi. Kadın örgütleri, doğal bir federasyon gibi kendi aralarında platformlar oluşturdular. Örneğin EŞİK’te 300’e yakın örgüt ve sayısız kadın arkadaşımız da bireysel olarak yer alıyor. Güçleri birleştirerek örgütlü biçimde mücadele geleneği yükseldi, buna yönelik olarak kazanımlar da yükseldi.

Aynı şekilde son 10 yılda edinilmiş olan kazanımların siyasette var olamamış olmaları, iktidar olan gücün de kadınlar lehine, insan hakları bilincine sahip bir yapıda gelişmemiş olması, içinde kadın üyelerin olmasına rağmen kadınların haklarının sağlanması konusundaki kapıları açamadı. Aksine İstanbul Sözleşmesi’nde karşılaştığımız gibi bir gecede tek adamın dudağının arasından çıkan iki sözcükle feshedildi. Biz bu feshi kabul etmiyoruz, yürürlükte olduğunu söylüyoruz ama fiili bir durum da var. Buna dair de biliyorsunuz Danıştay’a başvurduk.

Bugün seçime giderken kadınların eşit temsilinin kotalarla olmasından söz etmiyoruz. Bir dönem kota savunduk çünkü bazı kazanımlar adım adım olur. Örneğin bir dönem benim de siyaset yürüttüğüm CHP, yüzde 33 gibi bir kota koydu. ‘Bunu bile sağlayamıyorsunuz, bizim talebimiz yüzde 50’ demiştik.

Kadınlar artık kota demiyor, yüzde 50 diyor. Bunu yüzde 50 yapmak için yasaya mı gerek var? Fiili durumda partiler bunu içselleştirerek kendi erkek mantıklarından vazgeçerek, eşitlikçi bir anlayışla bunu yapabilirler.

Şu an Yeşil Sol Parti ve TİP dışındakiler yüzde 50’ye ulaşma imkanına nail olmadılar. Bu partiler dahi 50’ye ulaşmadı. Örneğin yüzde 40 kadın temsiliyeti nasıl olabilir? Kadınların seçilebilecek yerlere konulmasıyla mümkün olabilir. Bu da olmadı. En son rakamlara bakalım. AKP’de birinci sırada 4 kadın, CHP’de 11, İYİ Parti’de 6, Yeşil Sol’da 30, TİP’de 28 kadın var. 81 vilayette bu kadar az sayıda kadın aday gösterildi. Bu anlamda ilk sıralar önemli. Kadının insan haklarını savunacak güçteki kadınları temsil noktasına koymuş ya da koyabilecek olan partilerin böyle bir özen içinde olmadığını görüyoruz.

Sayının yanı sıra Meclis’e giren kadın milletvekillerinin hak savunuculuğu yapabilme yetkinliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kadınların sayı olarak çoğalmasını da savunmuyoruz. Kadının insan hakları mücadelesine katkı koyma kararlılığında olan kadınların, bunu gören, kendi haklarının da ihlal edildiğini gören, kadın hakları mücadelesini temsilen orada olmak isteyen kadınlara yer verilmesini istiyoruz.

Meclis’e gidecek kadınların nitelik diye ifade edebilirim; mutlaka feminist bakış açısına, insan hakları bilincine sahip olabilmesi ve kadının insan olduğunun bilincine sahip olabilmesi gerekiyor. Partiler bu noktadan kadınları temsil noktasına taşırsa ancak bir başarı kazanılabilir.

AKP iktidarının gerici düşünceleriyle bir dolu kadını meclise koydular. Ama susan, itaat eden, söz almayan, talep etmeyen kadınlarla karşılaştık. O kürsülerde hiçbir kadın meselesini savunmadılar hatta aksini savundular. İstanbul Sözleşmesi’nin feshini, nafaka hakkının geri alınmasını savundular. Bu noktaya çekiliyor hayatımız ama kadınlar buna izin vermeyecek. En büyük muhalif güç kadınlar. Dünya’da da böyledir.

Kadın hareketinin kendi adaylarını kendilerinin belirlemesi gerekiyor. Kadınların kendi sorunlarını bilerek ve nasıl çözüleceği konusunda örgütlü ve akıl birliğiyle oluşturdukları çözümleri parlamentoya taşımaları ancak yasalardan başlayarak değişikliği yasalar ölçüsünde de zihniyetin değişikliği konusunda çok önemli bir adımın atılmasına sebep olur.

Bunun için seçim yasalarında değişikliğe mi ihtiyaç var? Bunu yapmadan da siyasi partilerin bunu kabul eden bir uygulamaya geçmeleri gerekiyor. Bir kadın derneği olarak kendi adayımı önerebilmeliyim. Tüm adayları yan yana koyup bizi en iyi temsil edebilecek arkadaşları çok iyi biliriz. ‘Kadın kadının yurdudur’ anlayışına doğru gelişen bir ortaklığımız ve bilincimiz var. Bu bilinçle birlikte adaylarımızı saptarız, öneririz. O adaylar da seçilebilir yerlerde birçok kadın hareketini temsil etmek üzere, yasalarla birlikte gösterilmesi sağlanabilir. Elbette yasalarla birlikte kafaları da değiştirmek gerekiyor. Bu seçimden sonra bunu oturup konuşmak, nasıl bir yöntemle onaracağımız konusunu geliştirmemiz gerekiyor.

Demokratik kitle örgütleri, barolar ve meslek gruplarının kendi adaylarını gönderme gibi bir talebimiz var. O alanın sorununu en iyi o alanda çalışan insanlar biliyorlar. Ben bir tabibin sorununa vakıf değilim. Avukat olarak ve kadın olarak kendi sorunlarıma vakıfım. Her alanın sorunları o alanın sahipleri tarafından savunulmalı. Sadece TBMM değil tabii ki yerelde de aynısı geçerli. Belediye başkanlıklarından, kurum başkanlıklarına, barolara kadar…

Meclise bolca avukat gidiyor ama kendi meslek örgütüne henüz birlik başkanı götüremedi kadınlar. Seçim şu an güncel ve birkaç gün sonra ya muştu ya kederle karşılaşacağız elbette ama buralara da bakmak gerekiyor.

Kadının aile ve çocuk kavramları ile ele alındığını görüyoruz. Muhalefet de dahil olmak üzere kadını aile içine hapseden ve birlikte değerlendiren anlayışa dair düşünceleriniz nelerdir? 

Kadın hakları meselesini hep birlikte öğrenmeye ihtiyacımız var. Annelik meselesi kadına yapıştırılmış bir görev gibi görülüyor. Bu sadece biyolojik bir olgudur. Anne ya da baba kim olursa olsun eğer aile birliği söz konusuysa eşit olarak hakların ve görevlerin paylaşıldığı bilincinde olmak gerekiyor. ‘O erkeği de anne yetiştirdi, o zaman anneleri eğitelim’ düşüncesi olamaz. Bütün bir toplumu eğitmek gerekiyor. Kadın-erkek eşitliği; ailede, işte, sokakta her nerdeyse ortak bir eğitimle sağlanabilir. Bu kadının suçu değil. Yaşamın içindeki tüm sorumluluklar ortak sorumluluklarımız. Birlikte öğrenip, paylaşıp, geliştireceğiz.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki okulların alfabe görüntüsünü düşünün. Kadın ve erkek bir koltukta oturmuş, biri kitap diğeri gazete okuyor. Çocuklar birlikte bir şeyler oynuyorlar. Giderek o fotoğrafları değiştiriyoruz. Kadına önlük koyuyoruz. Kız çocuğa bebek, erkek çocuğun eline tabanca koyuyoruz. Erkeğin eline de gazete. Bu durumda düşünen kim oluyor? Erkek. İş yapan, sömürülen de kadın oluyor. Çok verilmiş ama temsili bir örnektir. Türkiye nasıl geriye doğru gitti? Birlikte kazanılmış bir kurtuluş mücadelesinin, kadının ve erkeğin ortak mücadelesi olduğu bağımsızlık mücadelesinde eşit roller oynadıklarını hatta bir de işgal edilmiş kadın olarak ne kadar büyük mücadeleyle karşı karşıya kaldığı yok ederek, erkeklerin kazandığı bir cumhuriyet gibi değerlendiriliyor. Sonra lütfedilmiş gibi davranılması da hala birçok eğitimli kadının dilinde, ‘bize verildi’ deniliyor. Hayır, ne kazandıysak biz kazandık. Bu hepimizin ortak emeğidir.

Bugün kendini en demokrat diye ifade eden partilerin bile hala Aile Bakanlığından söz etmeleri, Kadın Bakanlığının yanına bir de aile kelimesi koymaları dahi henüz zihniyet değişimi olmadığını gösteriyor. Alanlarda ‘ailenin korunması’ üzerine konuşuluyor, hayır aile değil kadın. Kadının kendi hakları var. Kadın, insan olarak her türlü hakkın sahibi. Kadını aileye kapattığınız zaman oradan herhangi bir eşitlik penceresi açmanız mümkün değil. Aile kuruyorsa insanlar, aile birliği içinde ortak düzenlemeleri kendileri için yaparlar, yasalar buna göre düzenlenebilir ama bu ikisini yan yana koyduğunuz zaman sadece kadın için aile yasaları çıkarıyorsunuz demektir. Hak, hukuk ve eşitlik ilkesini görmüyorsunuz demektir. Bugünkü ittifakın başarılı olması konusunda çok istekliyim ama gelişerek, ilerleyerek, daha iyisini yaparak olabilir. Yarın bir gün tekrar uzlaşma göreceksek ve gerici ittifakla karşılaşacaksak emeklerimize yazık olacak. Ancak kadınlara güveniyorum, kadınların kendi yollarını açacağı inancındayım.

Anadil meselesi bu ülkede ciddi bir sorun. Kürtçe tercüman ‘bulunmadığı’ gerekçesiyle kendini ifade edemeyen ve sonucunda katledilen Fatma Altınmakas örneğini biliyoruz. Meclise girecek kadın milletvekili adayları bu konu da dahil olmak üzere kadınların taleplerine çözüm üretebilecek mi?

Anadilde eğitim sorunu aynı zamanda bir kadın sorunudur. Anadil kadının doğum hakkıyla ortaya çıkardığı bir dil. Çocuğun da o anadan doğmasıyla ilgili bir hak. Analık meselesi burada kaynak anlamına geliyor, sizin vücudunuzdan dünyaya gelmiş bir çocuk var ortada. Bebeklikten itibaren ikinizin teması o dille oluyor. Bu hak engellendiği zaman kadının gelişimi de çocuğunun gelişimi de engelleniyor. Öğrenmeyi, öğretmeyi, insanları bir arada tutmayı ve örgütlü olmayı engelliyor.

Her şeyi birlikte konuşabiliriz, bunu teşvik etmemiz gerekiyor. Birlikte konuşmaz ve kendimizi kapatırsak zaten yol alamayız. Türkiye’de Kürt sorunu var mı, var. Kürtçenin Türkiye’nin her yerinde serbest şekilde konuşulamadığı gerçeği de var. Bu sorunu çözmek için mutlaka adım atmak ve yasal olanakları geliştirmek gerekiyor. İstiyorlarsa anadilinde eğitim almalarını sağlamak geliyor.

Ufak tefek birliktelikler yine bizim kazanımlarımız ve diretmelerimiz. Bu dönemde EŞİK, kadın parlamenterleri önemli ölçüde etkiledi. Toplantılar yapmak durumunda kaldılar. Kadın meselesine tamamen uzak olanların biraz kulaklarının pası gitti. Bizim adımıza bir şeyler söylediler bu onların da bizim de önümüzü açar.

Kadın adayları desteklemek üzere devam edeceğiz. Fikri destek ve taleplerimiz konusunda. Sokakta, iş yerinde, parlamentoda her yerde olacağız. Alanlar bizi bekliyor, en güçlü ses alanlardan giden sestir.

Parlamentonun besleneceği kaynak ise demokratik kitle örgütleridir. Sorunu en ince ayrıntısıyla bilen ve çözümlerini de öneren sivil toplum örgütleridir. Alan ayırt etmeksizin bütün partilerin, sivil toplumla sıkı bir temasa ihtiyacı var.

The post Şenal Sarıhan ile söyleşi | Kadınlar Meclis’ten ne bekliyor? first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İmrahor Bostanı | Şehrin göbeğinde sebze hasadı https://gazetekarinca.com/imrahor-bostani-sehrin-gobeginde-sebze-hasadi/ Mon, 12 Jun 2023 12:06:54 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266605 İstanbul’un Üsküdar ilçesinin Doğancılar semtindeki bu bostanın tohumu, Gezi direnişinin ardından kurulan Doğancılar Forumu tarafından 2014 baharında atıldı. Mahallede bir zamanlar odun deposu olarak kullanılmış boş bir arazinin elbirliğiyle temizlenip ekime uygun hale getirilmesiyle kurulan İmrahor Bostanı, dokuz yıldır mahallelinin kent tarımı ihtiyacını karşılıyor. Bir de kuyusu bulunan bostanda, yakındaki ilkokulun öğrencileri için de bir […]

The post İmrahor Bostanı | Şehrin göbeğinde sebze hasadı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İstanbul’un Üsküdar ilçesinin Doğancılar semtindeki bu bostanın tohumu, Gezi direnişinin ardından kurulan Doğancılar Forumu tarafından 2014 baharında atıldı. Mahallede bir zamanlar odun deposu olarak kullanılmış boş bir arazinin elbirliğiyle temizlenip ekime uygun hale getirilmesiyle kurulan İmrahor Bostanı, dokuz yıldır mahallelinin kent tarımı ihtiyacını karşılıyor. Bir de kuyusu bulunan bostanda, yakındaki ilkokulun öğrencileri için de bir bölüm ayrılmış. İmrahor Bostanı ilk yıllarda yerel idare ve güvenlik güçleri tarafından engellenmeye çalışılsa da ilerleyen dönemde mahalle muhtarlığının katkısı ile güçlendi ve belediye tarafından desteklendi.

Şimdi yaz ve sonbahara eşlik edecek domates, biber, bezelye, bakla, patlıcan ve toprağın bilumum hediyeleri için bakım zamanı…

Fotoğraflar: Gazete Karınca

The post İmrahor Bostanı | Şehrin göbeğinde sebze hasadı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Ateş, un, tandır… Dört mevsimin vazgeçilmezi https://gazetekarinca.com/ates-un-tandir-dort-mevsimin-vazgecilmezi/ Mon, 12 Jun 2023 10:55:07 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=263758 Seçim, sandık, oylar… Hepsi bir yana, tandır başında kadınlar için hayat devam ediyor… Memleketin gündemi ne olursa olsun köylerde kadınlar ev halkının ihtiyaçlarını karşılamak için tandırda ekmek pişiriyor. Yaz kış demeden dört mevsimde tandırın başına oturan kadınlar, günlük, haftalık ekmekleri için kolları sıvıyor. Kars’ın Kağızman ilçesinin Donandı (Tillik) köyünde tandırda ekmek pişiren kadınlar, fotoğraf karelerine […]

The post Ateş, un, tandır… Dört mevsimin vazgeçilmezi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Seçim, sandık, oylar… Hepsi bir yana, tandır başında kadınlar için hayat devam ediyor… Memleketin gündemi ne olursa olsun köylerde kadınlar ev halkının ihtiyaçlarını karşılamak için tandırda ekmek pişiriyor. Yaz kış demeden dört mevsimde tandırın başına oturan kadınlar, günlük, haftalık ekmekleri için kolları sıvıyor.

Kars’ın Kağızman ilçesinin Donandı (Tillik) köyünde tandırda ekmek pişiren kadınlar, fotoğraf karelerine böyle yansıdı…

Fotoğraflar: Gazete Karınca

The post Ateş, un, tandır… Dört mevsimin vazgeçilmezi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İSİG: AKP’li yıllarda en az 888 çocuk işçi hayatını kaybetti https://gazetekarinca.com/isig-akpli-yillarda-en-az-888-cocuk-isci-hayatini-kaybetti/ Mon, 12 Jun 2023 10:13:14 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266603 İSİG, Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü kapsamında yayımladığı raporda, AKP döneminde en az 888 çalıştırılan çocuğun yaşamını yitirdiği ifade edildi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü kapsamında AKP döneminde hayatını kaybeden çocuklara ilişkin hazırladığı raporu yayımladı. Rapora göre, AKP’nin iktidarda olduğu yıllar içerisinde toplam 888 çalıştırılan çocuk […]

The post İSİG: AKP’li yıllarda en az 888 çocuk işçi hayatını kaybetti first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İSİG, Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü kapsamında yayımladığı raporda, AKP döneminde en az 888 çalıştırılan çocuğun yaşamını yitirdiği ifade edildi.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü kapsamında AKP döneminde hayatını kaybeden çocuklara ilişkin hazırladığı raporu yayımladı.

Rapora göre, AKP’nin iktidarda olduğu yıllar içerisinde toplam 888 çalıştırılan çocuk hayatını kaybetti.

Çocukların okul ve parklarda olması gerekirken iş cinayetlerinin “cenderesi” altında kaldığı belirtilen raporda, “AKP’nin hayata geçirdiği tarım, sanayi, eğitim ve sosyal politikalar her geçen gün daha fazla çocuğun işçileşmesini beraberinde getirdi. Diğer yandan ise sanki ‘çocuk işçilik’ yokmuş gibi bir hava verilerek bu sorun görünmez kılınmaya çalışıldı” denildi.

İSİG raporunda, çocukların çalıştırılmasının yasaklanması ve caydırıcı cezaların verilmesi istendi.

Çocukların çalıştırılmasının önüne geçilmesi için yapılması gerekenler şöyle sıralandı:

  • Ucuz çocuk işgücünü teşvik eden ve bunun altyapısını oluşturan eğitim sistemi ve eğitim politikalarına son verilmelidir. Tüm çocuklara parasız ve nitelikli eğitim imkanı sağlanmalıdır.
  • Çocuk emeğiyle ilgili veriler bilimsel, güvenilir ve düzenli bir şekilde yayınlanmalıdır.
  • Kayıt-dışı çocuk işçi çalıştırılan kişi ve kurumlara göz yumulmamalı, caydırıcı cezalar verilmelidir.
  • Yasadışı çocuk işçi çalıştırmayı önlemeye yönelik tedbirler alınmalı, denetimler etkin ve sıkı bir şekilde yapılmalı, ilgili mevzuatlar yürürlüğe koyulmalıdır.
  • Tüm çocuklar ücretsiz ve detaylı sağlık taramasından geçirilmelidir. Yeterli, sağlıklı ve dengeli beslenme imkânı sağlanmalı, bağışıklık sistemleri kuvvetlendirilmelidir.
  • Çocuk işçilik yasaklanmalıdır.
HABER MERKEZİ

The post İSİG: AKP’li yıllarda en az 888 çocuk işçi hayatını kaybetti first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Eski İtalya Başbakanı Berlusconi yaşamını yitirdi https://gazetekarinca.com/eski-italya-basbakani-berlusconi-yasamini-yitirdi/ Mon, 12 Jun 2023 09:56:48 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266599 İtalya’nın eski başbakanlarından Silvio Berlusconi, 86 yaşında yaşamını yitirdi. 9 Haziran’da hastaneye kaldırılan İtalya’nın eski başbakanı Silvio Berlusconi, hayatını kaybetti. Kronik lösemi teşhisi koyulan Berlusconi’nin ölüm haberini, İtalyan haber ajansı Ansa duyurdu. Akciğer enfeksiyonu nedeniyle yoğun bakımda tedavi gören Berlusconi hastane yatağından yaptığı açıklamada, “Bu sefer de başaracağım” demişti. Silvio Berlusconi, 1994’te siyaset hayatına girmiş […]

The post Eski İtalya Başbakanı Berlusconi yaşamını yitirdi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İtalya’nın eski başbakanlarından Silvio Berlusconi, 86 yaşında yaşamını yitirdi.

9 Haziran’da hastaneye kaldırılan İtalya’nın eski başbakanı Silvio Berlusconi, hayatını kaybetti.

Kronik lösemi teşhisi koyulan Berlusconi’nin ölüm haberini, İtalyan haber ajansı Ansa duyurdu.

Akciğer enfeksiyonu nedeniyle yoğun bakımda tedavi gören Berlusconi hastane yatağından yaptığı açıklamada, “Bu sefer de başaracağım” demişti.

Silvio Berlusconi, 1994’te siyaset hayatına girmiş ve 4 kez başbakanlık yapmıştı.

Berlusconi, kurucusu olduğu koalisyon hükümetinin ortaklarından Haydi İtalya Partisi’nin liderliğini sürdürüyordu.

Birçok kez yolsuzlukla suçlanan Berlusconi, dahil olduğu davalarla da tartışılmıştı.

HABER MERKEZİ

The post Eski İtalya Başbakanı Berlusconi yaşamını yitirdi first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Muş’ta ev baskınları: En az 18 kişi gözaltına alındı https://gazetekarinca.com/musta-ev-baskinlari-en-az-18-kisi-gozaltina-alindi/ Mon, 12 Jun 2023 08:30:22 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266597 Muş’ta yapılan ev baskınlarında en az 18 kişi gözaltına alındı. Muş merkez ve ilçelerinde çok sayıda adrese sabah saatlerinde, polisler tarafından baskın düzenledi. Operasyon kapsamında en az 18 kişinin gözaltına alındığı kaydedildi. Gözaltına alınan kişiler, İl Emniyet Müdürlüğü’nde tutuluyor. Gözaltına alınan kişilerin, Paris’te 23 Aralık 2022’de Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi’ne yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırıda […]

The post Muş’ta ev baskınları: En az 18 kişi gözaltına alındı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Muş’ta yapılan ev baskınlarında en az 18 kişi gözaltına alındı.

Muş merkez ve ilçelerinde çok sayıda adrese sabah saatlerinde, polisler tarafından baskın düzenledi.

Operasyon kapsamında en az 18 kişinin gözaltına alındığı kaydedildi.

Gözaltına alınan kişiler, İl Emniyet Müdürlüğü’nde tutuluyor.

Gözaltına alınan kişilerin, Paris’te 23 Aralık 2022’de Ahmet Kaya Kürt Kültür Merkezi’ne yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırıda katledilen sanatçı Mir Perwer’in (Mehmet Şirin Aydın) cenaze törenine katılmakla suçlandıkları belirtildi.

HABER MERKEZİ
  Polis tarafından kaçırılan Mir Perwer'in cenazesi defnedildi

The post Muş’ta ev baskınları: En az 18 kişi gözaltına alındı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İnşaat maliyetleri yüzde 53 arttı https://gazetekarinca.com/insaat-maliyetleri-yuzde-53-artti/ Mon, 12 Jun 2023 07:50:17 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266594 TÜİK verilerine göre inşaat maliyetleri, nisanda aylık bazda yüzde 1,03, yıllık bazda yüzde 52,99 artış kaydetti. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), nisan ayına ilişkin inşaat maliyet endeksi verilerini açıkladı. Buna göre, endeks nisanda bir önceki aya kıyasla yüzde 1,03, yıllık yüzde 52,99 yükseldi. Aylık bazda malzeme endeksi yüzde 1,37, işçilik endeksi yüzde 0,18 arttı. Yıllık bazda […]

The post İnşaat maliyetleri yüzde 53 arttı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
TÜİK verilerine göre inşaat maliyetleri, nisanda aylık bazda yüzde 1,03, yıllık bazda yüzde 52,99 artış kaydetti.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), nisan ayına ilişkin inşaat maliyet endeksi verilerini açıkladı.

Buna göre, endeks nisanda bir önceki aya kıyasla yüzde 1,03, yıllık yüzde 52,99 yükseldi.

Aylık bazda malzeme endeksi yüzde 1,37, işçilik endeksi yüzde 0,18 arttı. Yıllık bazda malzeme endeksi yüzde 39,8, işçilik endeksi yüzde 102,72 artış gösterdi.

Bina inşaatı maliyet endeksi, nisanda bir önceki aya göre yüzde 0,91, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 54,55 yükseliş kaydetti.

Nisanda, bir önceki aya göre malzeme endeksi yüzde 1,21, işçilik endeksi yüzde 0,18 arttı. Geçen yılın aynı ayına göre malzeme endeksi yüzde 41,14, işçilik endeksi yüzde 103,02 yükseldi.

Bina dışı yapılar için inşaat maliyet endeksinde, nisanda bir önceki aya göre yüzde 1,46, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 48,01 artış görüldü. Bir önceki aya göre malzeme endeksi yüzde 1,89, işçilik endeksi yüzde 0,21 arttı. Geçen yılın aynı ayına göre ise malzeme endeksi yüzde 35,67, işçilik endeksi yüzde 101,61 artış kaydetti.

HABER MERKEZİ

The post İnşaat maliyetleri yüzde 53 arttı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Nükleer silahlar yeniden yükselişte https://gazetekarinca.com/nukleer-silahlar-yeniden-yukseliste/ Mon, 12 Jun 2023 07:29:39 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266591 Dünyadaki nükleer güçlerin kullanıma hazır nükleer başlık sayısını artırdığına işaret edilen SIPRI raporunda, modernizasyon çalışmalarına hız verildiğine dikkat çekildi. SIPRI Direktörü, “İnsanlık tarihinin en tehlikeli dönemlerinden birine doğru sürükleniyoruz” yorumunda bulundu. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2023 yılı raporunda dünyadaki nükleer silahlanma tehlikesine dikkat çekildi. ABD, Rusya, Britanya, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve […]

The post Nükleer silahlar yeniden yükselişte first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Dünyadaki nükleer güçlerin kullanıma hazır nükleer başlık sayısını artırdığına işaret edilen SIPRI raporunda, modernizasyon çalışmalarına hız verildiğine dikkat çekildi. SIPRI Direktörü, “İnsanlık tarihinin en tehlikeli dönemlerinden birine doğru sürükleniyoruz” yorumunda bulundu.

Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2023 yılı raporunda dünyadaki nükleer silahlanma tehlikesine dikkat çekildi.

ABD, Rusya, Britanya, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail’i dünyadaki nükleer güçler olarak sıralayan SIPRI, bu ülkelerin operasyonel nükleer silahlarının sayısının arttığı ve uzun vadeli modernizasyon ve geliştirme programlarına hız verildiği tespitinde bulundu.

DW Türkçe’de yer alan habere göre SIPRI raporunda, 2023 Ocak ayı itibarıyla dünyada tahmini olarak 12 bin 512 nükleer başlık bulunduğu, aralarında 9 bin 576’sının potansiyel kullanım için depolarda hazır bulundurulduğu, kullanıma hazır nükleer başlık sayısının 2020 Ocak ayına göre 86 arttığı belirtildi.

Yüzde 90’ı ABD ve Rusya’nın elinde

Dünyadaki nükleer silahların yüzde 90’ının ABD ve Rusya’nın envanterinde bulunduğuna işaret eden SIPRI, her iki ülkenin nükleer silah sayısının 2022’ye göre sabit kaldığını belirtti, ancak Ukrayna savaşı nedeniyle yaşanan gerilimde şeffaflığın azaldığı da not edildi.

Raporda yer alan tahmini verilere göre, 2023 itibarıyla depolarda tutulan ve potansiyel kullanıma hazır başlık sayısı ABD’de bin 938, Rusya’da 2 bin 815, Britanya’da 105 ve Fransa’da 10 iken Çin’de 410 olarak kaydedildi.

Rapora göre Hindistan’ın 164, Pakistan’ın 170, Kuzey Kore’nin 30 ve İsrail’in 90 nükleer başlığı depoda kullanıma hazır bulunuyor.

Nükleer güçler arasında İsrail, nükleer silahlara sahip olduğunu ne teyit eden ne de yalanlayan tek ülke konumunda bulunuyor.

Çin’in silah sayısında önemli artış

Raporda, Çin’in nükleer silahlarındaki artışa da vurgu yapıldı. Ülkenin 2022 Ocak ayında 350 olan nükleer başlık sayısının 2023 Ocak ayında 410’a yükseldiğine dikkat çeken SIPRI, artış eğiliminin sürmesinin beklendiğini kaydetti.

‘En tehlikeli dönemlerden birine doğru sürükleniyoruz’

SIPRI Direktörü Dan Smith, raporla ilgili olarak, dünyada nükleer silah sayısının düzenli olarak gerilediği uzun bir dönemin sonuna gelindiğini belirterek şöyle konuştu:

İnsanlık tarihinin en tehlikeli dönemlerinden birine doğru sürükleniyoruz. Dünyadaki hükümetlerin jeopolitik gerilimleri yatıştırmak, silahlanma yarışını yavaşlatmak, çevresel sorunlar ve artan açlığın sonuçlarıyla başa çıkmak için iş birliği yollarını bulması hayati önem taşımakta.

DIŞ HABERLER

The post Nükleer silahlar yeniden yükselişte first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İşsizlik arttı, cari açık beklentiyi aştı https://gazetekarinca.com/issizlik-artti-cari-acik-beklentiyi-asti/ Mon, 12 Jun 2023 07:25:31 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266589 TÜİK’e göre işsizlik oranı, nisanda bir önceki aya göre 0.1 puanlık artışla yüzde 10,2 seviyesinde gerçekleşti. Geniş tanımlı işsizlik oranı da 1.7 puanlık artış ile yüzde 23,8’e yükseldi. Cari işlemler dengesi ise nisan ayında milyar 5.4 milyar dolar açık verdi. Piyasada beklenti 4.5 milyar dolar açık oluştuğu yönündeydi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2023 Nisan dönemine […]

The post İşsizlik arttı, cari açık beklentiyi aştı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
TÜİK’e göre işsizlik oranı, nisanda bir önceki aya göre 0.1 puanlık artışla yüzde 10,2 seviyesinde gerçekleşti. Geniş tanımlı işsizlik oranı da 1.7 puanlık artış ile yüzde 23,8’e yükseldi. Cari işlemler dengesi ise nisan ayında milyar 5.4 milyar dolar açık verdi. Piyasada beklenti 4.5 milyar dolar açık oluştuğu yönündeydi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2023 Nisan dönemine ilişkin işgücü istatistiklerini açıkladı.

Buna göre işsizlik oranı, nisanda bir önceki aya göre 0.1 puanlık artışla yüzde 10,2 seviyesinde gerçekleşti.

15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı nisan ayında bir önceki aya göre 74 bin kişi artarak 3 milyon 585 bin kişi oldu.

İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 8,1 iken kadınlarda yüzde 14,3 olarak tahmin edildi.

TÜİK verilerine göre 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 1.2 puanlık azalış ile yüzde 19,1 oldu.

Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde yüzde 15,7, kadınlarda ise yüzde 25,4 olarak tahmin edildi.

Geniş tanımlı işsizlik arttı

Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı nisan ayında bir önceki aya göre 1.7 puanlık artış ile yüzde 23,8 oldu.

Cari açık beklentilerin üzerinde

Bu arada Merkez Bankası, 2023 Nisan dönemine ilişkin ödemeler dengesi istatistiklerini açıkladı.

Buna göre nisan ayında cari işlemler hesabı, 5 milyar 404 milyon dolar açık verdi.

Piyasada beklenti 4.5 milyar dolar açık oluştuğu yönündeydi.

Altın ve enerji hariç cari işlemler hesabında 480 milyon dolar açık oluştu. Net hata noksan kaleminde 3.7 milyar dolar çıkış yaşandı.

Ödemeler dengesi tanımlı dış ticaret açığı 7 milyar 16 milyon dolar olarak gerçekleşti.

HABER MERKEZİ

The post İşsizlik arttı, cari açık beklentiyi aştı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Erkek şiddeti: Evli olduğu kadını ve ağabeyini öldürdü https://gazetekarinca.com/erkek-siddeti-evli-oldugu-kadini-ve-agabeyini-oldurdu/ Mon, 12 Jun 2023 07:07:48 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266586 Kars’ta bir erkek, evli olduğu kadını ve ağabeyini ateşli silahla öldürdü. İstanbul’da yaşayan Ö.B. isimli kadın, evli olduğu M.B. isimli erkek tarafından şiddete maruz bırakılınca Kars’ın Selim ilçesi Eskigazi köyünde oturan ailesinin yanına gitti. DHA’da yer alan habere göre kadının ardından köye gelen M.B., gece saatlerinde Ö.B. ile kayınbiraderi Z.Y.’yi pompalı tüfekle vurdu. Fail erkek […]

The post Erkek şiddeti: Evli olduğu kadını ve ağabeyini öldürdü first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kars’ta bir erkek, evli olduğu kadını ve ağabeyini ateşli silahla öldürdü.

İstanbul’da yaşayan Ö.B. isimli kadın, evli olduğu M.B. isimli erkek tarafından şiddete maruz bırakılınca Kars’ın Selim ilçesi Eskigazi köyünde oturan ailesinin yanına gitti.

DHA’da yer alan habere göre kadının ardından köye gelen M.B., gece saatlerinde Ö.B. ile kayınbiraderi Z.Y.’yi pompalı tüfekle vurdu.

Fail erkek olay yerinden kaçarken, kadın ve ağabeyi hayatını kaybetti.

Cenazeler, otopsi için Kars Harakani Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı.

Jandarma, faili yakalamak için çalışma başlattı.

HABER MERKEZİ

The post Erkek şiddeti: Evli olduğu kadını ve ağabeyini öldürdü first appeared on Gazete Karınca.

]]>
İstanbul Caz Festivali’ne geri sayım başladı https://gazetekarinca.com/istanbul-caz-festivaline-geri-sayim-basladi/ Mon, 12 Jun 2023 06:56:32 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266583 30. İstanbul Caz Festivali 7-19 Temmuz’da gerçekleşecek. 40’a yakın konserde 200’ü aşkın sanatçı müzikseverlerle buluşacak. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Garanti BBVA’nın sponsorluğunda düzenlenen ve 7 Temmuz’da başlayacak olan 30. İstanbul Caz Festivali, kapanışını 19 Temmuz’da “İstanbul Cazının Üç Kuşağı” başlıklı özel bir konserle yapacak. Clifford Chance ve Çiftçi Avukatlık Ortaklığı desteğiyle gerçekleştirilecek “İstanbul […]

The post İstanbul Caz Festivali’ne geri sayım başladı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
30. İstanbul Caz Festivali 7-19 Temmuz’da gerçekleşecek. 40’a yakın konserde 200’ü aşkın sanatçı müzikseverlerle buluşacak.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Garanti BBVA’nın sponsorluğunda düzenlenen ve 7 Temmuz’da başlayacak olan 30. İstanbul Caz Festivali, kapanışını 19 Temmuz’da “İstanbul Cazının Üç Kuşağı” başlıklı özel bir konserle yapacak.

Clifford Chance ve Çiftçi Avukatlık Ortaklığı desteğiyle gerçekleştirilecek “İstanbul Cazının Üç Kuşağı” konseri, 19 Temmuz Çarşamba saat 20.00’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda müzikseverlerle buluşacak.

Selen Gülün’ün müzik direktörlüğünü yaptığı konser, İmer Demirer, Can Kozlu, Ali Perret, Selen Gülün Blue Band ve İpek Göztepe Quintet gibi farklı kuşaklardan müzisyenleri aynı sahnede bir araya getirecek.

Gecede İstanbul’un ve Türkiye’nin en önemli caz okullarından birinin kurucusu olarak bugüne kadar pek çok farklı kuşağı yetiştiren Can Kozlu’ya festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edilecek.

Konserin açılışını, Nardis Genç Caz Vokal Yarışması ve Genç Caz gibi etkinliklerde kendini gösteren 1997 doğumlu caz vokalisti İpek Göztepe’nin beşlisi yapacak. İpek Göztepe’ye yine genç kuşaktan Engin Özşahin, Eren Turgut, Mehmet Ali Şimaylı gibi başarılı isimler eşlik edecek.

Konserin devamında Selen Gülün Blue Band sahnede olacak. Besteci ve piyanist Gülün orkestra için yazdığı müzikleri Engin Recepoğulları, Serhan Erkol, Barış Ertürk, Bulut Gülen, Halil İbrahim Işık, Barış Doğukan Yazıcı, Ozan Musluoğlu ve Berke Özgümüş ile birlikte seslendirecek.

Gecenin sonunda ise İstanbul ve Türkiye’de caza büyük katkıda bulunmuş öncü isimlerden oluşan İmer Demirer Trio sahneye çıkacak.

Trompetçi Demirer’e davulda festivalin bu yılki Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün sahibi Can Kozlu’nun eşlik edeceği bu ekibe, bazı parçalarda önemli caz piyanistimiz Ali Perret de konuk olacak.

“İstanbul Cazının Üç Kuşağı” başlıklı özel konserin biletlerine şuradan ulaşabilirsiniz.

​İstanbul Caz Festivali, 40’a yakın konserde usta isimlerden yeni keşiflere 200’ü aşkın yerli ve yabancı sanatçıyı ağırlayacak.

Festival programında, “Ho Hey” ve “Ophelia” gibi şarkılarıyla tanınan Amerikan folk topluluklarından The Lumineers, Afro-pop’un ünlü sesi Fatoumata Diawara, cazdan blues ve folka uzanan güçlü vokaliyle Lizz Wright ve Güney Kore’nin yıldız ismi Youn Sun Nah Quartet’in yanı sıra Morcheeba, Alfa Mist, Kovacs, Mammal Hands gibi isimler yer alıyor.

Ayrıca festival kapsamında Okay Temiz ve Riff Cohen, Riff Cohen & Okay Temiz “The Ritual” isimli proje ile ilk kez bir araya gelecek.

30’uncu İstanbul Caz Festivali’nin detaylı programına ve ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

KÜLTÜR SANAT

The post İstanbul Caz Festivali’ne geri sayım başladı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
TL’de düşüş sürüyor: Dolar yeni haftaya rekorla başladı https://gazetekarinca.com/tlde-dusus-suruyor-dolar-yeni-haftaya-rekorla-basladi/ Mon, 12 Jun 2023 06:42:47 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=266581 Türk Lirası’nda değer kaybı devam ediyor. Dolar/TL yeni haftanın başında 23,65 ile yeni zirveyi gördü. Döviz kurlarında Mayıs ayındaki seçimlerin sonrasında hızlanan artış sürüyor. Geçtiğimiz haftayı 23,47 seviyesinden kapatan dolar/TL, bu sabah 23,65 ile yeni zirve noktasını gördü. Geçen haftayı 25,27 ile kapatan Euro/TL’de de bu sabah 23,59 seviyesi görüldü. Yılbaşında 18,73 olan dolar kuru, […]

The post TL’de düşüş sürüyor: Dolar yeni haftaya rekorla başladı first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Türk Lirası’nda değer kaybı devam ediyor. Dolar/TL yeni haftanın başında 23,65 ile yeni zirveyi gördü.

Döviz kurlarında Mayıs ayındaki seçimlerin sonrasında hızlanan artış sürüyor.

Geçtiğimiz haftayı 23,47 seviyesinden kapatan dolar/TL, bu sabah 23,65 ile yeni zirve noktasını gördü.

Geçen haftayı 25,27 ile kapatan Euro/TL’de de bu sabah 23,59 seviyesi görüldü.

Yılbaşında 18,73 olan dolar kuru, 14 Mayıs seçimleri öncesinde 19,60 seviyesine ulaşmış, seçimlerin ardından yükseliş hızlanmıştı.

Gram altında da alış 1497 TL, satış 1506 TL seviyelerinde seyrediyor.

HABER MERKEZİ

The post TL’de düşüş sürüyor: Dolar yeni haftaya rekorla başladı first appeared on Gazete Karınca.

]]>