Banu A. Torun, ‘78 Kuşağı’nın Ankara’daki gençlik hareketinin önemli simalarındandır. 1980 öncesinde faşizme karşı mücadele vermekte olan çok sayıda (yaklaşık 49) örgütten biri olan Halkın Kurtuluşu çevresindendir. Dostları arasında, “70’lerin ikinci yarısından itibaren yılların yükünü, acısını, gamını, kederini, direncini, sevdasını, davasını ve umudunu yüreğinde taşıyan bir devrimci” olarak bilinmektedir.
O zamandan bu yana çok sular aktı köprülerin altından; toplumun sosyal, fikirsel, siyasal dönüşümüne tanık oldu Banu. Yozlaşmanın, çürümenin, yitip giden dostlukların, arkadaşlık-yoldaşlık ilişkilerinin bozulmasına tanıklık etti. Olumsuz değişim ve dönüşümü gördükçe üzüldü, hayıflandı. Her devrimcinin güzel bir gelecek üzerine kurulu hayalleri 12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı o uğursuz fırtına önünde tuzla buz olduğunda, Mamak Askeri Cezaevi’nde umudunu dirence dönüştürdü.
Mamak’taki karanlık günlerde onca baskı, eziyet ve işkence yoluyla imha edilmeye çalışılan evrensel insanlık ilkelerinin başköşesine oturttuğu devrimci sosyalist değerleri, direniş ve kurtuluş rehberi olarak içselleştirdi; onun sayesinde zindanların dipsiz ve zifiri karanlık dünyasından ruhsal-fikirsel-ideolojik açıdan sağ salim kurtulmayı başardı. Ninesinin en değerli sandığına verdiği paha biçilmez kıymet misali, devrimci ve yoldaşlık değerlerini temel ilke olarak benimsedi.
Yaşar Kemal’in “demir olsam çürürdüm, toprak oldum da dayandım” dediği bir dönemdi bu. Banu Torun’un toprak olup olmadığını bilemem ama tanıdığım kadarıyla onun, bilinçli bir insan olarak bütün olumlu değerleri içselleştirmesi sonucu Mamak’taki imha operasyonlarını ve büyük badireleri atlatmış olması çok daha muhtemeldir.
Mamak’tan çıktığında 12 Eylül’ün genetiğiyle oynayıp tarumar ettiği toplumdaki çürümüş insan ilişkileri, ne yazık ki onun yerinde yurdunda yaşamasına elvermedi. Bir şekilde Avrupa’ya geçip mülteci oluverdi. Yaklaşık 40 yıldır, sıla özlemiyle dolu mültecilik hayatını sürdürmeye çalışıyor.
Gittiği yerde de mensup olduğu harekete egemen olan devrimciliğe ve yoldaşlığa ters düşen davranışlarla karşılaşıp, uzun bir iç muhasebesi yaparak örgütünden ayrılarak yalnız başına kaldığı süreçte de sıkı sıkıya tutunduğu değerleri doğrultusunda yaşamına devam etmektedir.
Banu Hanım, yoldaş ve arkadaşlarıyla birlikte Prometheus gibi ateşi çalıp karanlıkta bırakılmış toplumu aydınlatmak uğruna uzun yıllar mücadele etti. Gelgelelim 12 Eylül’ü izleyen süreçte bütün devrimciler gibi ateşi götürmek istediği toplumun yozlaşması ve sosyalistlerin yerle bir edilmesi sonucu, elindeki kurtarıcı ateşin sönmeyen közü, içini kavurup durdu.
Tasavvufta çokça kullanılan o meşhur edebi ve şiirsel deyimle söylersek, “Ateşin gölgesi yoktu. O yüzden insanın içindeki yangını dışarıdan bakan göremezdi.” Bu yüzdendir ki çok az kimse bunun farkına varabildi.
Yukarıdaki uzun girişi şu münasebetle yaptım: Banu Torun’un Ocak 2023 tarihinde Kibele Yayınlarından iki kitabı çıktı: Eylül Buza Kesti Mamak’ta ve Biz Yoldaştık. Sağ olsun, Eşber Yağmurdereli ilk baskılarını bana iletti ve ben onca meşguliyetim arasında her iki kitabı yaklaşık 10 gün içinde okuyup bitirdim.
Eylül Buza Kesti Mamak’ta başlıklı ilk kitabı, Banu Hanım’ın 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Ankara’da kaldığı eve yapılan emniyet operasyonu sonucu arkadaşlarıyla birlikte bin bir eziyet ve işkence eşliğinde sorguya çekilip hapse atılmasını, yargılanıp mahkûm olmasını ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Kendisi 12 Eylül 1980 darbesini arkadaşlarıyla beraber Mamak’ta karşılamak durumunda kalıyor ki bu durum hiç de hayırhah olmayan bir karşılaşmaya dönüşüyor. En sert askeri tedbirlerin alındığı koğuş ve hücrelerde coplarla, sopalarla, farklı fiziksel işkence yöntemleriyle tutsaklara “Hoş geldin 12 Eylül” partileri düzenleniyor.
Farklı sol ve yurtsever fraksiyonlardan kadınların zaman zaman koğuşlara kimi vakit de tek kişilik tecrit hücrelerine tıkılmış olduğu bu hapishanede çektikleri eziyetin tasvirini, Banu Torun’un kaleminden (Açıklama ve Önsöz bölümü) aktarmalıyım:
“Anılarımın geçtiği süreç, yani 1980’lerde, içinde yaşadığımız toplumun kültürel değerleri gereği evlenmemiş kadınlara genel anlamda ‘kız’ deniliyordu ve bu adlandırma kadınlar için normaldi. O günün genç kadınları, kendilerine ‘kız’ denmesine karşı çıkacak bir cinsiyet kavramını henüz bilince çıkaramamışlardı…
Bunun içindir ki anılarımda ‘Mamaklı Kızlar’ ifadesi sık sık yer aldı. Çünkü biz, seksenler cuntasının Türkiye’yi kavurduğu yılların ‘Mamaklı Kızları’ idik. Anılarımda da öyle yer almalıydılar…
1980’lerin Türkiye’si, dünyada işkenceleriyle ün salan bir ülke olarak tarihe geçti. Mamak zindanında işkence, sistematik olarak günün her anında uygulandı. İşkenceciler, insanca olan, güzel olan her şeyi teslim almak için üstlerine çullanınca; kötülüğün iyiliğe galebe çalmaması, karanlığın aydınlığı boğmaması için biz kızlar, belki de kadına has, kadınca güdülerle yaşamı ve doğurduğu insanı korumaya soyunduk. Celladın ‘yok etme’sini boşa çıkarıp ‘yaşamı üstün kılma’nın yollarını aradık.
Zincir şakırtıları içinde apoletlerin eşliğinde hücresinden alınıp koğuşumuzun önünden idama götürülenlerin (Necdet Adalı ve Erdal Eren-FB) ardından ağlamayacak kadar yiğit değildik. Ama yanımızdaki arkadaşımıza inen cop sayısını azaltmak için ileri atılıp, ‘yeter ona vurduğun, artık sıra bende, beni copla’ diyecek kadar insana sevdalıydık.
Cellatlar salyalarını akıta akıta sömürünün devamı ve kokuşmuş düzeni ayakta tutmak için işkence çarkını döndürürlerken, biz ‘Mamaklı Kızlar’ yeniden sömürüsüz bir geleceği doğurmaya ant içtik. Zaferin tek şartı işkencecilerin emirlerini yerine getirmemek değil, biz emrin kendisini yere serdik. İşte, ‘Mamaklı Kızlar’ bunu yapmaya çalıştı.”
Mamak’ta direniş, doğal olarak hayran olunmaya değer devrimci bir tutumun sonucudur. Ancak o direniş için karar alma ve uygulama süreçlerinde solun bitmeyen illeti olan fraksiyonculuk her aşamada kendini gösterip safların bölünmesine, açlık grevlerinin kırılmasına, zaman zaman sözlü tartışmalarla fiziki kavgalara yol açabiliyordu. Yani ideal bir direniş, bu tür ikincil çekişme ve sürtüşmeleri de içeriyordu.
Bu yöndeki gözlemlerini aktarırken, yazar mümkün olduğunca herkesin erdemli ve nitelikli yanlarıyla eksiklik, kusur ve hatalarını da incitici olmayan bir üslupla okuyucunun takdirine sunuyor. Bu arada kendisine de çuvaldızı batırıp hata ve kusurlarını dile getiriyor. Bir anlamda tarihe not düşüyor.
Ayrıntılı anlatımlarından anladığım kadarıyla Mamaklı Kızlar, azim ve kararlılık bakımından cezaevindeki erkek tutsaklardan çok daha dayanıklı çıkıyor.
Kitapta yazılanlar, Mamaklı Kızlar’ın toplu imhaya karşı ölümcül direnişlerinin ayrıntılarını veren kapsamlı anılar toplamıdır. Diğer deyimle belgesel roman sadeliğinde, akıcı ve kolay okunur bir kitap.
Mamak anılarını okuyanlar Banu Hanım başta olmak üzere devrimci kesimin (kadın veya erkek) dış ve iç dünyasında uzun bir seyahat ettikleri hissine kapılacaklar. Derûnunda yatan magma misali kaynayıp duran fikirlerle duygularının ne kadar ince ayar olduğunu fark edecekler.
Bu noktada dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un şu tanımına başvuracağım:
“İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez. / Yüreğe dokunur bazı şeyler. Kimisi usulca, kimisi döke saça…”
Banu Torun’un Biz Yoldaştık başlıklı kitabına gelince; aslında ismi “Hani Biz Yoldaştık?” olsaydı daha yerinde olurdu diye düşünüyorum. Kitapta anlatılanlardan bunu anlıyoruz. Çünkü yazarın Mamak cehenneminden alnının akıyla kurtulup dışarı çıkmasından itibaren karşılaştığı dehşet, hayret, şaşkınlık, iç burukluğu ve hayıflanma gibi duygularla yüz yüze geldiği bir sosyal, siyasal, kültürel, ideolojik ortam var. Uğruna can feda edilmiş bir davanın, ülkünün, ütopyanın bütün değerlerini un ufak etmiş olan 12 Eylül’ün yok edici zalim çarkı var.
Bu çarkın dişlilerine kapılmış gitmiş herkes. Ortaklaşma, dayanışma, yardımlaşma, dostluk, arkadaşlık ve yoldaşlık kavramları kapıdan, akıldan ve yürekten dışarı atılmış; yerine piyasacılığın “ben” ve “birey” fikriyatı yerleştirilmiş. Gemisini yürüten kaptan olmuş, birilerinin sırtına basarak yükselmenin iş bitiricilik diye övüldüğü ve boğucu olduğu kadar zehirleyici bir ortam icat edilmiş. Dolayısıyla da mertlik, yiğitlik ve yoldaşlık bozulmuş.
Yazarın başından sonuna kadar demir çarıklı derviş misali Kaf Dağı’nda aradığı “yoldaşlık” adeta kayıplara karışmış. Zalim çarktan tek tük kurtulmayı başarıp çekirdek ailesiyle birlikte içe kapanarak ve egemenin zeminine düşüp kaymamak için kabuğuna çekilerek kendisini korumaya çalışan tek tük eski devrimci arkadaşlar bile 12 Eylül’ün takibatı ve baskısı nedeniyle sinmiş, sindirilmiş.
Böylesi bir hal, o günden bugüne devrimcilerin nasıl bir çember içerisine sıkıştığını gösterir. Çünkü ne kendine dönük ne de kendi aralarında eşit cümleler kurmanın şartları yoktur, ortadan kaldırılmıştır. Bunda sosyalistlerin de önemli payı vardır.
Eşit ve samimi cümle kurulamayınca da ortalığı sessizlik kaplar. Ya da öfke patlaması olur. Çinlilerin “zor zamanlar” dediği vakitlerde bu suskunluk ve öfke katlanarak büyür. Akılcı ve gerçekçi söylemlerin geçerli olma şartları yok olur, faydasız hale gelir.
Derken suçlama ve ithamlar boşluğu doldurmak üzere harekete geçer. Boşluğu dolduran samimiyetsizler ve fırsatçı çıkarcıların kaba cahil cesareti, başkalarını yani farklı düşünen samimi insanları kendine benzeştirmeye yönelik çığırtkanlığa dönüşür. Vaziyet öyle bir hal alır ki en aklı başında ve olgun diye tanımlanan kişiler bile dipsiz kuyuların karanlığına çekilir.
Yazar Torun’un aktardıkları bir yanıyla tükenmişlik sendromu sergiler. Normaldir; bir insan tükenebilir ve giderek kendi cürmü veya hacmi kadar yer kaplar. 1980 öncesi kitlesel destekleri sayesinde yeri göğü inleten, caddeleri titreten ve tahtları sallama gücüne sahip olan anlı şanlı devrimci hareketlerin tükenmişlik sendromuna yakalanması ise fazlasıyla trajik ve sarsıcıdır. Çünkü böylesi bir siyasal zelzeleden yüzbinler, milyonlar etkilenir; topyekûn bir yenilgi duygusu veya mağlubiyetin bizzat kendisi ülkenin dört bir yanındakileri uzaydaki karadelikler gibi içine alıp öğütür.
Bu hengâme içinde insani, vicdani veya devrimci duygularla Banu Hanım’a el uzatıp ona bir şekilde yeni hayat mücadelesinde arka çıkma çabaları ise uzun sürmüyor. Haklı veya haksız gerekçelerle, “buraya kadarmış” denilerek yüzüstü bırakılmasa bile, kendisine ihsas edilerek “halden anla can arkadaşım” denilerek barındığı, yerleştiği, çalıştığı yerden “kendi kararıyla” uzaklaşması sağlanıyor.
Kitaptaki ifadelere bakıldığında da görülecektir: Yazarımız babanın oğluna, kardeşin kardeşe, yoldaşın arkadaşına sahip çıkamadığı böylesine acımasız, karanlık ve zor zamanlarda “kimseye yük olmamak, kimseyi zorda darda bırakmamak” için misafir olduğu/edildiği yerlerde fazlaca kalmamıştır.
Banu Hanım, eskiden bildiği ve yüreğindeki altın kafeste besleyip büyüttüğü o eski yoldaşlık ruhunun hakiki karşılığını sadece Türkiye’de değil, mülteci olarak bulunduğu gurbet ellerdeki eski siyasi ve sosyal çevresinde bile bulamamış.
Bu acı gerçek, Biz Yoldaştık kitabında şöyle ifade ediliyor:
“…Cezaevinden çıktıktan sonra Türkiye’de fazla kalamadan Avrupa’ya geldim. Avrupa’daki yaşamım da öyle kolay olmadı, zorlu geçen bir süreçti.
Emniyet ve hapishanelerdeki işkencelerin üzerimde bıraktıkları izlerle uğraşmak bir yana, siyasi olarak birlikte olduğu grupta rüyasına yatsam bile aklıma gelmeyecek, beklemeyeceğim tutum ve davranışlarla karşılaştım. Doğal olarak bunların bana etkileri elbette ki kötüydü. Hani, düşmanın zindanları değil ama ‘dostun bir tek gülü’ başka yaralamıştı.
İşkencenin izlerini tedavi edemezsiniz ama onlarla yaşamayı öğrenebilirsiniz. Peki, ‘yol arkadaşlarınız’ın yaşattığı travmalarla nasıl başa çıkarsınız?..
Yaşadıklarıma özce değinmek istedim. Çünkü devrimciler içinde dönen olumsuzlukların; devrimcileşememiş, egoistlikleri için her şeyi feda edebilenlerin devrim nutukları atmasına inanmamak gerekiyor. Sömürü ve baskının olmadığı, güzel bir dünya isteyenlerin devrimcilik nutuklarına değil, ne yapıldığına iyi bakmaları gerekmektedir.
Tarihimizden ders çıkarılması için devrimcilerin kendilerini eğitmeleri; sürünün değil, insan topluluğunun bireyleri olmaya ve değerlerine sahip çıkmaya çalışmalarının önemi için bunlara birkaç cümleyle yer vermek istedim.”
Kitabı bitirdikten sonra edebiyatçı yazar Uğur Gökbulut’un şu dizelerini hatırladım:
“Bir tek annenin yüreğinde büyümedim ben / Orada kaldı çocuk yarım / O saf yanım ve en güzel anılarım / Bir tek orada çocuktum, çoktum / Sonrası hep eksik, hep yarım.”
Her iki kitaptan bana kalan şu duyguları okuyucuyla da paylaşmak isterim:
Zindanlardaki tatlı ve acılı günlerin hamuruyla yoğrulan, bazı zaaflarına rağmen çeliğe verilen suyundan içen ‘Mamaklı Kızlar’, belki muratlarına erip gökten inmesi gereken kırmızı elmaları ağız tadıyla, mutlu mesut yiyemediler. Ancak dostluk bağlarının kopmaması için dönemsel olarak bir araya gelip o eski günleri bir kutsal kadim ayin havasında ve kendilerinden geçerek anabiliyorlar.
Ekmeğin çürüdüğü, tuzun koktuğu ve insanlığın tabutuna son çivilerin çakıldığı böylesi bir düzende, insanlıktan ve dostluktan yana bir film karesini görüp yaşayabilene ne mutlu.
Her iki kitap, özellikle birincisi hakkında onlarcası yazılmış olan zindan ve işkenceleri içermekle birlikte aslında “insanın özü”ne, iradenin gücü, direncin karşı konulmaz kuvvetine vurgu yapıyor. İkinci kitap ise daha çok gerçek “insanlığa, dostluğa, arkadaşlığa ve yoldaşlığa” çağrıdır.
Her iki kitabı okuma sürecinde şunları düşünmeden edemedim:
* Bu coğrafyada zulüm ile direniş başat gelişmiştir. Zulmün imparatorluğu farklı isim ve maskelerle devam ediyor. 12 Eylül’ün türemeleri, icatçıları, icracıları, mirasçıları ve yan ürünleri iktidarlarını sürdürmekteler.
* Özgürlük ve eşitlik düşleriyle çıktıkları yolda önleri kesilip tutsak edilenlerin bir kısmı, insanlığın yitik cennetlerini aramayı bırakmış değiller. Banu Torun da bunlardan biridir.
*Almanya’da yaşayan Gül Güzel’in mahpushanedeki tutsaklarla yazışmalarından derleyerek yayınlandığı Zindandan Mektup Var (Fırat Yayınları) isimli kitabın tanıtımını, şair ve yazar Adil Okay’ın kaleminden okudum geçen hafta. Orada tutsak kadın Deniz Tepeli’nin mektubunda vurguladığı bir gerçek var:
“Aslında, dışarıda olsak belki de hiç tanışamayacağımız, ya da fark etmeden yanından geçip yine de keşfedemeyeceğimiz dostlarla ancak tutsaklık koşullarında tanışabilirdik. Bu da hayatın cömertlik ve adaletlerinden biridir. Duvarlar ve yasaklar birçok şeyi sınırlar, kısıtlar. Ama engellerin çatlaklarından bir yol bulup, süzülüp, sıyrılıp gelir güzellikler. Küçük bir şey; mesela yazılan birkaç satır, yapılan bir davranış, bir ifade ediş biçimi çok şey anlatır.”
* Bu durumda güldükçe yüzün özüne kavuşur, gülünce insanlık demlenir kalbinde…
Kapanışı, bir Diyarbakırlının kendine has şivesiyle okuduğu, “Söylesene, DAYE… Bizim sol yanımıza konan kuşlar. Hep dert mi taşır kanatlarında?” dizesiyle yapsam olur mu?
Önemli not: Ne yazık ki kitabı yayına hazırlayanlar, anıların tarihi önemine ve içerikteki niteliğe uygun bir düzeltme ve redaksiyon yapamamışlar. Kitabı okurken, elimde kalem eksik veya hatalı kelimeleri düzeltmeye çalışırken, çoğu zaman muhtevadan kopuyor; tekrar tekrar okuyup anlamak zorunda kalıyordum. Bu özensizlik hem kitabın yazarına hem okuyucuna saygısızlık sayılabilir hem de yayınevinin itibarını zedeler.
Son bir not: Banu Hanım’ı, konferans vermek üzere gittiğim Avrupa’da tanımıştım. Rastlantı sonucu ve bir arkadaşının tavsiyesi üzerine gelmişti dinlemeye. O arada bir-iki kitabımı da alıp imzalatmıştı. Zaman içinde irtibatımız oldu; yazışmalar sırasında dostluk, arkadaşlık ve yoldaşlık anlayışına önem verdiğini ve üst seviyede tuttuğunu anladım.
Nadiren de olsa bazı münasebetlerde karşılaştığımızda, hep böyle davrandığına tanık oldum. Bir ara kitap yazacağını söylemişti ancak yazma, yayınevine verme ve matbaa sürecinden haberim olmadı. Umarım emeğinin karşılığını bulur bu kitap. Parasal değil, manevi açıdan bahsediyorum. Üzerine titrediği insanlığa dair o güzel değerler ne kadar çok okunup bilinirse, onun tahayyül ettiği dünya da o kadar bereketli olur.
Faik Bulut kimdir?
1980’lerden bu yana gazetecilik yapmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde çalıştı. Ortadoğu’daki meseleler üzerine analizleriyle tanınıyor. Aynı konularda yazılmış 36 kitabı mevcut. Serbest gazeteci olarak köşe yazıları yazmaktadır.