Haziran güneşinin altında ezilen ile egemen arasında süregelen kavga yol, yöntem ve tarz değiştirerek devam ediyor. Kavganın üzerinden çok zaman geçti. Henüz yola çıkanlar için bu uzun zaman tüneli bir gün gibi geliyor, bir seçim kampanyası kadar kısa. Ancak kavga insanlık tarihi kadar eski. Öyle ki ezilen ve egemen arasında her çağa göre güncellenen gerilim, insanlık tarihinin tamamlanmamış ve tamamlanamayacak olan en büyük hakikat kavgasıdır. İstisnasız her çağda ezilen ile egemen kavgasından geriye bir hakikat kalır. Bu devasa kavgayı sürdürülebilir kılan asıl olgu geride kalan hakikat ile kurulan ilişkidir. Hakikatin bize söylediği çok şey var. Kulak veriyoruz, yolun başına dönüyoruz.
Egemenler kanlı tarihin içinden parçalanmış bir toplum, ezilenler ise direniş tarihlerinden özgür bir toplum yaratmak ister. Tarihsel olarak hakikati çarpıtmaya yeminli egemen kanadın barbar yığınağı, ezilenlerin gövdelerini parça parça feda etmesiyle adım adım yarıldı. Ezilenlerin kökten yok oluşunu esas alan egemenlerin tarihsel ablukası günümüze doğru geldikçe parçalandı ama bitmedi. Güncellenen gerilimde hem egemenler hem ezilenler hegemonya kurmak için yeni oyunlar kurmak zorunda. Şimdi her iki tarihsel blok da başka tarihler peşinde.
“Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz.”
Kavurucu bir güneşin altındayız. Mezopotamya’dayız. Mevsim Haziran. Her şeyi partide görüp kendisini partide görmeyenlerin sayıca çoğaldığı, tüm doğruların ve yanlışların aynı anda partiye yüklendiği bir Haziran yaşıyoruz. Haziran’da egemenler yeni ablukalar, ezilenler yeni bir direnç merkezi kurma peşinde. Ezilen Kürtler ve dostları açısından Parti formu bunun en doğru yolu olarak görülüyor. Onlar için Parti demek akıl, ev, dost, yoldaş, gelecek, gelenek, umut demektir; fakat parti tüm bunların ötesinde yolun kendisidir. Bir yaşam tarzıdır parti; soyut değil somut, yalan değil gerçek, esrarengiz değil insani ve reel… Haliyle parti öncelikle insana dair olandır; etten, kemikten, sinirlerden oluşan insan. İnsana dair olanı anlamlı kılan fikriyattır parti.
Ezilen Kürtlerde “Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz” inancı tarihin, emeğin, kanın, terin, kederin ve umudun kristalleşmiş halidir. Partiye inanan halk partinin tahayyül edilen varlığı sayesinde kendini güvende hisseder. Bir mümin gibi partinin herhangi bir işini yaptığında doğru bir iş yaptığına inanır, kutsal bir ritüeli yerine getirmiş gibi rahatlar. Küsse de kızsa da buna inanmış bir kere. Bin yıllık hafızaya götüren anahtar gibi. Ezilen için karanlıkta, çölde, kaosta yol gösteren rehber gibidir parti.
“Partinin vardır bir bildiği, parti yanlış yapmaz” algısı o kadar kolay oluşmadı. O kadar kolay da sulandırılamaz. Bunu yine kendisini partili olarak görenler önleyebilir. Yoksa sulak zamanlardayız, sahte zamanlardayız, kaygan ve kirli zamanlardayız. Eğer “Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz” deniliyorsa o zaman partinin izi sürülmeli. Partinin bahse konu olan bildiklerini hatırlama ve anlama çabası içine düşülmeli. Yeterince zaman ayrılmalı. Aceleci ve koşuşturmacalı hayat bir süreliğine ertelenmeli.
Partiyi savunmasız bırakmak
“Partinin vardır bir bildiği. Parti yanlış yapmaz” dediğimiz yapı modern kentlerin kalabalıklarına karıştı, bazen alışamadı, direndi… Hepimize inanmak ve güvenmek istedi. Biz ise kentliler, modernler, gündelik yaşayanlar genel olarak kendi hesabımıza çalıştık, hesabımız tutmayınca partinin saf kimyasıyla oynamaya başladık. Kavurucu güneşin altında ne işi olabilir partinin diye sorma gereği duymadık, ne de olsa parti işini yapıyordu; dert etmedik. Dert etmediğimiz diğer hakikatler gibi. Oysa rahat bir nefes alalım diye partiyi asıl hikayesinden uzaklaştırarak modernitenin sıradanlıklarına boyun eğdirmeye biz zorlamıştık.
Mesele hakikati bulmak değil çarpıtmaktı. Hakikat nedir gerçekten? Şayet yol yoksa hakikatin hükmü olabilir mi?
Yanlışı yoldan almak yerine yolu yanlışa uyarlayan akıl günün sonunda yol bırakmaz. Yol kaybolduğunda parti kalmaz. Yanlış yapmak değil sorun, başkasının yanlışları ile yaşamaya alışmaktır asıl mesele. Başkasının yanlışından devşirilen doğrular, başkasının sempatisiyle kurulan hikayeler ezilenleri bir süre daha sömürge toplumunun içinde boğulmasından öteye götüremez. Yanlış yol duvara toslar; kafanın, gözün patlaması, dilin şişmesi, gövdenin sakat kalmasıyla sonuçlanır.
Yanlış yapmayan partiye yanlış yapılmaz!
Tüm zamanlarımız işgal altındayken Mezopotamya sıcağında hakikatimizin peşine düşen partiyi suçlamak işin en kolayı. Neyimize yetmedi bildiğimiz doğrular ve yollar? Neyimize yetmedi sadeliğimiz? Gövdemizin üzerinde salınan sömürgeci kafaların bizi götürdüğü yollarda ne işimiz vardı bizim?
Sahtekarların mağduru değiliz, sahtekar zamanlardan geçiyoruz. Zaman soyut değil; öznesi insan. İnsan kaynağımız hem yargıç, hem suçlu hem mağdur. Bize yetmeyen zamanlarda yaşıyoruz. Çünkü zamanı başkaları için çalıştırıyoruz. Bize henüz zaman yok. Bize vakit yok. Tam da sömürgeci vakitlerden geçiyoruz.
Mezopotamya sıcağının altında cebinde kurumuş bir ekmek parçasıyla sırt üstü uzanmış doğrularımız…. Halbuki annelerimizin, mezar arayışındaki tevazudan nice ülkeler kurulurdu.
“Tenimden kopan parçayı istiyorum ya rab, bir mezar istiyorum ya rab, ölü çocuğumun ayakkabılarını artık çözmek ve gömmek istiyorum ya rab.”
Annelerin feryadı, “inşaat ya rab” diyen barbarların beton kolonları arasında yankılanıp dururken neyi seçtik, neyi seçemedik; seçeneklerimiz on yılların uzantısı değil miydi?
Susmanın şiddeti
Ellerini açıp Rabba konuşanların konuşmaktan vazgeçtiğini söylüyorlar. Bir sekülere sorsan “ne ala” der. Fakat mesele o kadar basit değil. Temel sorun bizim için ağır olanın başkasında basitliğe dönüşmesi. Anlama ve dinleme sorunu büyük susmaya doğru gidiyormuş; bir geleneğin susuşu olabilir mi? Evet neden olmasın, ezilenler boş duvara karşı konuştuğunu hissederlerse neden susmasınlar? Bilmezler mi had bildirmeyi, bilmezler mi yanlışları bangır bangır söylemeyi. Fakat yanlışın kendisi haline geldiyse her şey, susarlar. İlahi bir kuvvetten beklenti yoktur susanların sessizliğinde. Zaten anlaşılmayan da tam da budur. İlahi olanın adaleti ile iradi olanın adaleti arasında kısalan mesafeye bir isyandır susuşlar.
Her susuş kolonların altına gömülenlere bir öz eleştiridir. Her susuş cebinde bir parça kuru ekmekle mezarsız kalan ölülere hiçbir zaman ödenmeyecek olan kadim borçtur. Her susuş beyazların hiçbir zaman anlamayacağı ezilenlere has bir kekemeliğin yeniden söze, eyleme dönüşme anıdır. Dönüşümün ve yeniden doğumun şafak vakitleridir ezilenlerin kitlesel susuşları.
Zihinsel sapmanın şiddeti
Mevsim Haziran. Hakikatimizi sandığa boğduran zihinsel sapmanın şiddeti ezilenlerin kitlesel susuşlarından ne anlasın? Şiddet yüklü cüretkar koronun gürültüsü tüm cesaretini asıl konuşması gerekenlerin sessizliğinden alıyor. Nar tanesinin hikayesinde olduğu gibi öyle bir gürültü yaptılar ki asıl konuşması gerekenler sustu.
Ezilenler dün olduğu gibi bugün de şiddetin her türlüsü ile boğuşuyor; klavye şiddeti, zehrin şiddeti, merminin şiddeti, teorinin şiddeti, aydının şiddeti, sandığın şiddeti, şimdi de iktidarın şiddetinden feyz alan eleştirel şiddet… Bu şiddet biçimlerinin neredeyse tümü aynı laboratuvarın mamulleri hissini veriyor, aynı nehrin sularında yıkanmış gibi, benzer motivasyonlarla ayakta kalan modernitenin uzantıları sanki; çoğu saldırgan, egemen, nobran, erkek, geleneksel, belirlenmiş, beyaz, yıkıcı ve konforlu. Yan yana getirmekte ve ayıklamakta zorlanıyorsunuz; bir kentin kirli gürültüsü gibi, sıradan bir kavganın bağırtıları ama bir o kadar ezilenin bedenine şiddet uygulayan sesler.
Demek ki partinin yorgun, uykusuz ve zayıflamış bedenleri daha fazla bedel ödemedikleri için, daha fazla aç, daha fazla susuz kalmadıkları için çıkıp bu şiddet üreten sarmaldan özür dilesin öyle mi? Kimin kimden özür dileyeceğini tersine çeviren çivisi çıkmış dünyada alçalmanın dayanılmaz hafifliğiyle bir süre daha yaşayabiliriz; ancak hakikat faşizme kör kalarak canı istediğinde hadsizce bağırıp çağırma, değersizleştirme, bayağılaştırma, itibarsızlaştırma hakkını cömertçe kullanan cüretkar mahfillerin suratında bir utanç olarak kalacaktır. Bu utancı yaşamaktan daha rasyonel bir yol olamaz.
Sonuç
Kavga sürüyor; kavganın mücadele-müzakere, savaş-barış yöntemleri değişiyor.
Egemenler yeni bir savaş ve barış gerilimine hazırlanırken, yalanın ve gerçeğin ayırt edilemediği bir zaman tünelinde ezilenler ne karşılığında neyi feda edeceğine bir an önce karar vermeli. Zira ezilenlerin politikası ve direnişi bir kez daha “fedakarlıkla” karıştırılacak. Ezilenlerin en büyük mükafatı “Sizler feda edilecek kadar kıymetlisiniz” mottosu. Oysa ezilenlerin hesabı hiçbir zaman basit olmadı; aklı ve politikası da öyle. Köleler, köylüler, proleter kadın ve erkekler, ezilen halklar ve direnen tüm ötekiler “iyi direniyor, eksik yapıyor, doğru anlatamıyor.” O direnişlerin mirasçısı olan bizler de kimsenin bekçisi olmadığımızı, kimse için fedakarlık yapmadığımızı, yaratmak istediğimiz dünya ve ütopya için direndiğimizi anlatmakta yetersiz kalıyoruz; böyle olunca da mücadelemizi başkalarının aklıyla yaptığımızı düşünmeye başlıyoruz. Ama öyle değil.
Ezilenlerin yeni kavgada kuracağı oyun mücadele ve müzakerenin, savaşın ve barışın sınırlarının ve süresinin belirsizliğine son veren neşter görevi görmeli. Nasıl yapmalı, ne yapmalı, nasıl yaşamalı? Bu sorular tarihsel kavşaklarda sorulması gereken sorulardır. Bu soruların sulandırılmaması gereken bir kavşaktayız.
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Üç yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.