Şiir kitaplarının 9’uncusu Hayattayız Nihayet’ten “Çünkü götür beni buradan, çok şey gördüm/ Uzun uzun gördüm, uzun uzun üzüldüm” diyerek seslenen İlhan Sami Çomak, 21 yaşında girdiği cezaevinde 28 yılını tamam etti. “Zamanın akışını kundaklayan bir mekanda yaşamak büyük güçlüklerle uğraşmanızı gerektirir” diyen İlhan Çomak, hayata, mahpusluğa, edebiyata ve şiire dair sorularımızı yanıtladı.
28 yıllık kesintisiz tutuklulukla Türkiye’nin en uzun yatan mahpuslarından biri olan İlhan Sami Çomak’ın 2024’te şartlı tahliye ile serbest bırakılacak.
28 yıllık mahpusluk boyunca 10 kitaba imza atan Çomak’ın başta şiirleri olmak üzere pek çok çalışması İngilizce, Norveççe, Rusça, Almanca ve Galceye çevrildi, ulusal ve uluslararası edebiyat ödüllerine layık görüldü.
Anadili Kürtçe olan Çomak, Türkçeyi pek çok Kürt gibi doğal olmayan yollarla öğrenmek zorunda bırakılsa da “Türkçe bir travma olarak duygularımı kurcalasa da bunu aşabildim ve aramıza mesafe koymadan sunduğu yeni imkanlarla onu edebi varlığımı inşa etmek için kullanmayı başardım” diyor.
“Ben gecikmeyi seven biri değilimdir. Kişisel çalışmalarımda erteleme veya gecikme hiç sevmediğim bir şeydir. Oysa hayat inadına her şeye geciktiriyor” diyen Çomak şiire/yazıya dair inancının köklerini tarif ederken zaman ve mekan üzerine düşünüyor:
Burada, zamanın akışını kundaklayan bir mekanda yaşamak büyük güçlüklerle uğraşmanızı gerektirir. Zaman çünkü inanılmaz kıvamlı hale gelir, akmayı neredeyse unutur. Mekan zaten akar ve ruhu kuşatmak amacıyla inşa edilmiştir. Zamanın akmayı unutan bilincinden, mekanın kötücül kuşatıcılığından varlığımı korumak ve temiz bir yere taşımak için şiire, yazıya inanmayı seçtim ben.
Aramıza dönmesine az zaman kalmışken vasisi İpek Özel İlhan’a ulaştık, Gazete Karınca sordu, İlhan Sami Çomak yanıtladı. Söyleşimizin ilk bölümünü sunuyoruz.
28 yıldır cezaevinde olan bir yazar olarak otobiyografiniz geçtiğimiz aylarda sahnelendi. Ama siz içerdeydiniz ve izleyemezdiniz… Başka birinin hayat hikayesi gibi mi geldi mi size? Dışardan çok içerde kalmış biri olarak, tiyatro, ödül törenleri vb. durumlarda kendinizi nasıl görüyorsunuz?
Tabi ki hayır. Baştan beri bu değerli projenin bir parçası olduğumdan otobiyografimin sergilenmesi konusunda herhangi bir yabancılık çekmedim, oyunu başkasının hayat hikayesi gibi ele almadım. En nihayetinde oyunun yönetmeni Kemal, işe el atarken, sanatçı duyarlılığıyla nasıl daha iyi bir ve etkili bir sanatsal sonuç elde edeceğini düşünmüştü. Bundan hareketle otobiyografimi oyun için yeniden işleyerek bir metin yazmamı önerdi. Ben de Kemal’in işaret ettiği şekilde metni yazarak bu kolektif sanatsal girişimin bir parçası oldum. Memnunum bundan.
Belli ki metni kendisi de yazıp kullanabilirdi. Elinde oyuna kaynak olarak ‘Karınca Yuvasını Dağıtmak’ kitabı vardı. Oysa Kemal daha farklı ayrıntılarla metni takriye edebileceğimi düşünerek şık bir davranışla bu görevi bana devretti. Gerçi başta epey bir tedirgindim bundan dolayı. Ama kalemime güvendi ve beni destekledi, hem Kemal hem İpek. ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ oyununun metni çıktı ortaya.
Pek çok ödül aldım bugüne kadar. Tabi ki yıllardır sürdürdüğüm çabalarımın ödüllendirmesi benim için hep büyük mutluluk oluyor. Törenlerde bulunamam da sonradan o anın gelişmelerini öğrenerek bir şekilde ortak oluyorum bu güzelliklere. Bizzat törenlerde olmam daha iyi olur, elbette, ama durum şu an böyle ve hayıflanmadan bunu kabullenmek olgun bir aklın tedbiri aslında.
Yazdığım bir metnin oyun olarak gösterimi ise çok yeni ve farklı bir deneyim. Hele otobiyografimin oyuna konu olması daha değerli kılıyor bu deneyimi benim açımdan. Oyunun gösterimini de bir ödül olarak ele alıyorum ben. Oldukça doyurucu bir ödül olduğunu da söylemeliyim. Hem yeniliğinden hem de kalemimi ilk kez çalıştırdığım bir alanda yazdıklarıma değer verilerek oyunlaştırılmasından gelen eşsiz bir tatmin hissi.

Tahliyenize ‘az’ zaman kalmışken… Çıktığınızda oyun hala gösterimdeyse izlemeyi düşünüyor musunuz?
Elbette çıktığımda oyunu izleyeceğim. Oyun o zamana kadar gösterimde olacaktır, böyle bir planı var Kemal’in. Hem zaten daha önceki açıklamalarında geç de olsa oyunu izlemem için bir adım atacağını dillendirmişti sevgili Kemal.
Ben gecikmeyi seven biri değilimdir. Kişisel çalışmalarımda erteleme veya gecikme hiç sevmediğim bir şeydir. Oysa hayat inadına her şeye geciktiriyor. Hayat beni iyi şeylere geciktiriyor. Zorluk ve kötülükleri önüme sürmekteyse oldukça acul oldu hep. Geç de olsa Moda Sahnesi’ndeki dostların büyük bir zeraafetle ön ayak oldukları bu oyunu sanki ilk gösterimi yapılıyormuş gibi tertemiz bir heyecan ve ayrıcalıklı duygularla izleyeceğim. Dostalar, kişiye şanslı olduğu hissini yaşatırlar. Dostlarımın yaşattığı bu ‘şanslıyım’ hissinin yankısının hemen yitip gitmeyeceği benim durumumdaki biri için konunun önemi düşünüldüğünde sanırım rahatlıkla anlaşılabilir. Varsın geç izleyeyim, ne çıkar.
İzlemeye geciktiğim için sadece ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ oyunu değil maalesef. Çiğdem Mazlum ve Serhad Yıldız’ın bana dair hazırladıkları belgesel; ‘Gönderen: İlhan Sami Çomak’ı da dostların hazırladıkları iki farklı belgeseli de hala izleyemedim. Olsun izleyeceğim mutlaka.
Gecikme beni seviyor, çok belli bu. Ama bu, kayıtsızlığı değil özlemin çoğalmasına, merakın heyecan sınırına gelip durmasına sebep oluyor. Gecikmekten bile bir sonuç, his ve beklentilerimi kavilleştireceği bir ders çıkarmayı öğrenmem bu zorlu yılların olgunlaştırıcı etkisinden olsa gerek.
Oyunun son kısmında sizin sesinizden de bir kısım sahneye taşınıyor. Görünmüyorsunuz ama anlatılan sizin hikayeniz bir nokta oradasınız aslında. Ama fiziki olarak değil… Bir edebiyatçı gözüyle değerlendirecek olursanız, sanat böyle mi olmalı?
Elbette orada, oyunun sergilendiği yerde bizzat bulunmam normal şartlarda beklentilere denk düşerdi. Ama bunun bir süre daha mümkün olmayacağını biliyoruz zaten. Ben zaten bu gerçeği bilerek çalışmalarıma yön veriyorum. Sanat üretkenlikle ilgilenir. Sanatçı eserlerinin sonuçlarını elbette merak eder. Yine de aslolan daha geniş kesimlere ulaşmaktır. Sanat uzun hayat kısa, derken belki de sanatçının eseri ile birlikte zamana düşürdüğü yankının kalıcılığına da bir vurgu vardır. Dolayısıyla sizin belirttiğiniz şekliyle, orada olma gerekliliği bir yere kadar sanatçının duygusal tatminine yöneliktir. Daha iyisi ise orada olmadığı halde zamanın ya da şimdiki zamanının beklenti çemberini kırıp sanatı ile tarihe not düşebilmektir; geniş ve gelecek zaman sanatın uzunluğu, sanatçının değerini kanıtlar zira.
Konuyu farklı bir bakış açısıyla ele almak isterim sorunuz dahilinde.
Belki de sanat tam da böyle bir şeydir. Sanatın temsil gücü, gerçeği kavrayıp yeniden vurgulaması, bilinen ve kabul görenden farklı bir önemde bulunması gibi hususlar, bana kalırsa ‘orada olmama hali’ni derinden ve yaralayıcı bir şiddetle hisseden sanatçının yaratıcılığının bir tezahürü olarak ele alınabilir. Sanat, bulunmadığı yerlerde, asla bulunmayacağı yerlerde, bulunma girişimidir sanatçı açısından. Orada olmama halini yaratığı gerilimi aşmak için tahayyülle başvurur. Hayal gücü olmadık imkanlar sunar ve bunu konumuz açısından daraltarak söylersem, şiir ve edebiyatın tanıdığı yaratıcı bağlarla örerek yepyeni zorluklar karşısında destekleyen, kurgudan geçen gerçeklerle önerir. Temiz ve kimsenin, hayatın bile uzanıp bozmayacağı gerçekler.
Gerçek hayat insanlara tek başına yetmiş olsaydı sanatın olmaması gerekirdi. Bütün bu sanatsal birikim, insanın hayatla baş etmek için daimi bir arayış içinde olduğunu gösterir ancak. Hayatla baş edemediğini ve hayata katlanamadığını.
Çünkü insanın olmak istediği yer ile bulunduğu yer arasında hep bir çelişki vardır. Bu büyük tatminsizlik asla giderilmediği için yaratıcı eserlerle kendinden ve gerçeğin ağır yükünden uzaklaşmak bilinen en doğru yol, şimdiye dek icat edilen en güzel yol. Benim durumumda bu iki kere böyledir. Güzellik ve mutluluk buraya gerçekten uğramaz, bu birincisi. İkincisi olarak insan olarak herkes gibi gerçeğin sıkıcı ağırlığı benim de ruhumu kanatır. Bu sebeple ‘orada olmama hali’ beni daha kavrıyor olabilir. Oysa buna ancak yeteneğim ve çalışma azmim ile hayal gücümün oranında cevap verebilirim. Daha fazla değil. Gerçeklerden şiddetle şikayet edip sıkılmak tek başına kişiyi yaratıcı yapmıyor, maalesef.

28 yıl bir ömür aslında. Bu süre içinde bu kadar üretken olmak, sizi ayakta tutan en temel etmenlerden biri kelimeler diyebilir miyiz?
Kelimelerle kurduğum bağ duygu ve düşüncelerimi toparlayıcı ve yaratıcı bir biçime büründüğü oranda beni destekleyip zamanın öğütücü etkisinden bilincimi ve ruhumu korumama yardımcı, oldu evet. Oysa bunun kendiliğinden ve çok rahat bir sürecinin doğal sonucu olduğu asla düşünülmemeli.
Bir kez kendi ana dilim olmayan Türkçeyi kullanmanın getirdiği zorluklar ve dezavantajlar en baştan beri yanımda oldu. Böyle olunca gerçek anlamıyla kelimelere tutunarak, kelime kelime yürümek zorunluluğu ile mücadele etmem gerekti.
Türkçeyi doğal veya normal yollarla değil de dayak yiye yiye öğrenmek bir travma olarak duygularımı kurcalasa da bunu aşabildim ve aramıza mesafe koymadan sunduğu yeni imkanlarla onu edebi varlığımı inşa etmek için kullanmayı başardım.
Benim dille, ister Kürtçe ister Türkçe olsun, dil ile kurduğum bağ kesinlikle hayatımın en önemli ve güçlü halkası. Kelimeler ama daha genel olarak dil bir itiraz noktası oldu ve bu itiraz şiir ve edebiyatla yaratıcılık şeklinde buluşmasıyla bana kimlik verdi.
Bana yaşatılan haksızlık muhtedinin uğraşmak zorunda olduğum kötülüğü sessizce geçiştirmeyecek kadar büyüttü ve hayatımı tam ortadan ikiye bölecek denli güçlüydü. Dil bana bu hukuksuzluk ve kötülükle uğraşırken bana kendi doğrularımı yaratma ve inşa etme gücü verdi ama bir de yeteneğimi keşfedip çalışarak tutkularımı, hayata dair sönmeyen tutkularımı, yeni şekilde söyleme bilinci ile şairlik ve yazarlık sıfatlarını bahşetti bana. Dolayısıyla pasif bir ayakta kalıştan öte üreterek etkin bir karşı duyuştan özellikle bahsetmeliyim.

Cezaevinde 10 kitaba imza attınız ve şiir kitaplarınız ödüller kazandı. Şiirleriniz İngilizce, Norveççe, Rusça, Almanca ve Galceye çevrildi. Bu sürecin çok içindesiniz ama doğalında da bir mesafe var. Bu mesafe size ne anlatıyor, nasıl tanımlarsınız?
Evet, bana ilişkin edebi gelişmelerin tam göbeğinde olmama rağmen bir mesafenin olduğu da aşikar. Elbette bahsettiğim bu mesafe duyguca kabullenmemekten kaynaklı değil, şartların sınırlandırıcılığı ile ilgili. Duyguca sahipleniyorum şüphesiz. Beni görmeye gelen ziyaretçiler ancak didik didik arandıktan, kimi elektronik cihazlardan geçtikten sonra görüşme mahaline gelebiliyorlar. Bütün bu uğraşlar sadece 40 dakika görüşebilmek için oluyor, haftada 40 dakika.
Bu örneği şu sebepten verdim: Aslında bana ilişkin edebi gelişmelerde sıkı kontrolden geçtikten sonra bana ulaşabiliyor. Ziyaretçinin 40 dakikalık sürede koştura koştura ve asla tam doyurucu olmayan bir şekilde aktardıkları ile denetimden geçen mektuplarda bana iletilebilenle sınırlı her şey. Zamana sınır konulunca gelişmelere tam olarak vakıf olamıyorum. Ama bunun ötesinde bir sorun var: Bu gelişmelerin duygusu, ayrıntılar mecburen es geçildiğinde bana geçmiyor istenilen düzeyde. Benim dert ettiğim esas konu da bu duygu yakalayamamak.
Şiirlerim pek çok dile çevrildi ve bu genişleyerek devam ediyor. Dünyanın farklı ülkelerinden şairlerle karşılıklı şiirler yazdık. Bu şiirler önümüzdeki yıl kitap olarak yayımlanacak. Şiirlerimden bir seçki İngilizce yayımlandı, bunun gibi sıralanacak nice gelişme var. Böylesi gelişmelerin beni daha büyük bir heyecanla sevindirmesi gerekirdi. Her şair veya edebiyatçı için beklenilen veya istenilen bir durum bu nihayetinde. Oysa bazen sevincimin eksik ya da yeterli olmadığını hissediyorum. Gelişmelerin sıradanlaşmasından kaynaklı bir kayıtsızlık da yok ortada. Yine de bütün bu olumlu adımların daha doygun bir heyecan ve yalnız olmalıydı diye düşünüyorum. Böyle olmasını bu gelişmelerin özgürlüğe ve hayata duyduğum derin özlem ve tutkunun gölgesinde kalmış olmasına yoruyorum ama daha çok bu güç şartların yarattığı sınıra, sınırlı bilgiye, gelişmeleri hakkıyla somutlaştıramamaya…
Belki de çıktıktan sonra her şey yerli yerine oturur ve ben bu meseleyi kapatarak olması gerektiği tamlıkta duygularımı yaşarım yeni baştan. Ne olursa olsun bütün bu gelişmelerin farkında olduğum da isterim. Hepsi bana değer katıyor kesinlikle.
İlhan Sami Çomak Kimdir?
İlhan Sami Çomak, 1973’te Bingöl Karlıova’da doğdu, 1992 yılında İstanbul Üniversitesi’ni kazandı, 1994 yılında gözaltına alındı ve tutuklandı. İtirafçı ifadelerine dayalı olarak, delilsiz biçimde müebbet hapse mahkum edildi. Denetimli serbestlikten yararlanabilirse 2023 yılında cezaevinden çıkabilecek yoksa 2024 yılında şartlı tahliye olabilecek. 28 yıllık tutukluluk boyunca 10 kitaba imza atan Çomak’ın başta şiirleri olmak üzere pek çok çalışması İngilizce, Norveççe, Rusça, Almanca ve Galceye çevrildi. Edebi üretimleri çok kez ulusal ve uluslararası ödüllere layık görülen Çomak’ın son ödülü ise “Hayattayız Nihayet” kitabıyla 15. Metin Altıok Şiir ödülü oldu. Onda önce de Ahmet Altan’la birlikte aldığı Norveç Yazarlar Birliği’nin 2021 İfade Özgürlüğü Ödülü’nü aldı. Hayatı, kendi kaleme aldığı metinden yola çıkararak Moda Sahnesi ve Yönetmen Kemal Aydoğan tarafından ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ adıyla tiyatro sahnesine taşındı.