Bir köy evinin bahçesinde rastladım O’na. Çok yaşlı olduğu yüzündeki kırışıklıklardan belliydi. Yanaklarında gençliğinden beri taşıdığı yuvarlak, göze benzeyen yara izleri vardı. Bilgeliği sessizliğinde saklıydı. Hafif tebessüm ederek izin verdi dokunuşlarıma, yaralarını sıvazlamama. Bir de fotoğrafını çekeyim dedim, “eh ne yapah çek bakalım” dedi küçümseyerek. Utandım hamlığımdan.
İçimde karşı koyulmaz bir dertleşme arzusuyla “geçmiş olsun” diye söz açtım. Yine aynı tebessümle “çok acı” dedi “çok acı!” Depremin yaşattığı acılardan söz edeceğini düşündüm doğal olarak. Sanki aklımdan geçenleri okuyordu.
“Yağmur da yağar kar da, acıyı depreme yükleme!” diyerek söze başladı.
“Yazın ev yapıp duvarları örüp bırakıyor, çatıyı yağmur yağınca akıl ediyorsunuz sanki. İşiniz çok zor, acı olan bu. Öğrenmeye bile vaktiniz yok. Zamanla yarışıp kendi sonunuza koşuyorsunuz. Yıl dediğin döngü, sadece bir gündür, bizim çok yaşadığımızı söylersiniz o yüzden. Yağmur besler, güneş büyütür, kış uyutur, baharda uyanır, sunarız evrene topraktan aldıklarımızı, bire bin veririz. Siz tersini yapıyorsunuz. O yüzden gecelerden, şimşekten bile korkuyorsunuz. Depremin yağmurdan farkı yok ki!”
“Tabi bizim bir ömrümüz var, sizin iki” diyecek oldum lafımı ağzıma tıkarak devam etti.
“Bu mazeret değil. Tek ömre bile sığdırdığınız kötülüklere şaşıyorum. Tek korkumuz ikinci yaşamımızda insanın elinde balta sapı olmaktır bizim. Bir bebeğe beşik olsak iyi, yansak bile verecek bir şeylerimiz var. Ama kardeşlerinin ölümüne araç olmak fena…”
Uzun bir destanın dizeleri gibiydi anlattıkları, hepsini aktarmam mümkün değil bu yazıda. Gözlerimde yaşlar, utançla ayrılırken bir türkü tutturdu sanki, ya da bana öyle geldi…
Bir hafta doldu. Biz beş gündür Pazarcık’tayız. “Nesini söyleyim canım efendim.”
Pazarcık Hasankoca Köy Evi kucak açmış gönüllülere, burası bir arı kovanı. Her yerden gelen gençler gün doğumuyla ayaklanıp gelen yardımları özellikle hiç gidilmedik kıyılara ulaştırmak için gece yarılarına kadar çalışıyor. Köy evinin, yiyeceklerin hijyeni birinci öncelikte. Bölgede görülen en büyük ihtiyaç burada sağlanmış, organizasyon iyi çalışıyor. Araçlardan indirilen yardımlar gıda-giysi-hijyen malzemesi olarak ayrı ayrı depolanırken bir yandan da dağıtım yapılıyor. Biz de Gezici Sağlık aracına dönüştürdüğümüz karavanla, gönüllü çalışan sağlıkçıları köylere taşıyoruz. Derede bir damla su olmaya çalışıyoruz…
Köy evleri, cemevleri etrafında görece örgütlü olan halk, çok daha hızla toparlanıp dayanışmayla yaraları sarmaya başlamış. Birbiriyle bağlarının gücü kadar, örgütlü olduğu kadar ayaktalar. Örneğin Maraş Pazarcık yöresi mahalle ve köylerinde çalışan bir tek sağlık ocağı, ana sağlık merkezi yok. Binalar hasarlansa da bahçeye kurulacak bir çadırda hizmet sürebilir, çünkü halk böyle yaşıyor. Hasarlı evinin önüne derme çatma da olsa çadır barınak yapıp içine kurduğu sobayla yaşamını sürdürmeye, hayvanlarına bakmaya devam ediyor. Köy evlerinin bazılarında sağlık odası bile var.
İhtiyaç listesi isteyen arkadaşlara, her şeye ihtiyaç var ama bir kamyon “organizasyon” gönderin diyorum, asıl sorun bu. Çünkü devleti çakarlı arabaların ve kodamanların ziyaret ettikleri çadırların etrafında silahlı askerler olarak gördük sadece!
En büyük ihtiyaç, ev şeklinde içinde soba yanabilen çadırlar. Yazlık kamp çadırı, uyku tulumu da gönderebilirsiniz tabi, buradaki insanların gülmeye de ihtiyaçları var! AFAD çadırları ise, sadece kameraların baktığı yerde olduğu gibi yollardan görünür yerlerde var sadece! Bir de bölgede görece doğal beslenen çocukların dengesini bozuyor gelen gofret, bisküvi, meyve suyu vb. ambalajlı yiyecekler. Bunların yarattığı kirlilik de cabası. Yaşamlarında çöp üretmeyen insanlar büyümeye başlayan atıklara şaşırıyor. Bu da ayrı bir tehlike…
Bu dayanışma en azından bahara kadar devam edebilir ama asıl sorun uzun vadede yaşamın yeniden nasıl kurulacağı. Devlet aklı, insanları çadır-konteyner kentlerde toplamaya, daha sonra da TOKİ evlerine doldurup ucuz emek deposu yapma peşinde. Bu şekilde insanları hayvanlarını, bahçelerini, ağaçlarını, bostanlarını terke zorlamak felaketin boyutlarını artırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Yaşamı ayağa kaldıracak asıl şey, yıkılan hasar gören evleri bulunduğu yerde yeniden inşa edecek dayanışmayı örgütlemeden geçiyor. Daha önceki felaketlerde başarılı bir şekilde örülen Kardeş Aile kampanyaları gibi Yeniden İnşa dayanışmaları örgütleyebilmeliyiz. Maddi olarak durumu iyi olan aileler bu kardeşliği inşaat malzemelerini karşılayarak yapabilir. Üniversite öğrencileri, gençlik, emek olarak katkı sunabilir. Kapitalizmin ücretli köleliği genişletmek için felaketi tanrının bir lütfuna dönüştürmesi böylece engellenebilir.
Evleri başlarına yıkılanlar, tırnaklarıyla enkazın altından çıkabilenler ve evleri yıkılmasa bile oturulamayacak hale gelenler, yine başlarına çöken yaşamlarını elleriyle ve dayanışmayla ayağa kaldıracaklar. Dayanışma sadece yaşatmada değil yarınları kurmada da sarılacağımız tek şey.
Bahadır Altan kimdir?
Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. Hava Kuvvetleri, Anadolu Üniversitesi SHYO, THY ve Pegasus’ta pilotluk ve öğretmenlik yaptı. 12 Eylül döneminde üsteğmen rütbesindeyken iki kez gözetim altına alındı. THY’den sendikal çalışmaları nedeniyle işten atıldı, Gökkuşağı Hareketi adıyla sendikal bürokrasiye karşı alternatif bir model kurarak mücadele etti. Çözüm Süreci ve sonrasında barış mücadelesinde aktif rol aldı. İki dönem Barış Bloğu’nun eş sözcülüğünü yürüttü. ADAM-Der üyesi. Airkule’de havacılıkla ilgili yazılar yazdı, halen Gazete Karınca’da yazıları yayımlanmakta.