Lisa Çalan’ı birçoğumuz 5 Haziran HDP Diyarbakır mitinginden sonra tanıdık. Lisa IŞİD’in saldırdığı o mitingde iki bacağını kaybetti. Halen Diyarbakır’da yaşıyor ve çok aktif bir hayatı var. Kadın çalışmaları yürütüyor, sinema yapıyor ve hatta yeri geliyor sinema yapan arkadaşlarının filmlerinde oyunculuk yapıyor.
Lisa ile söyleşi yapmak için onun fiziksel koşullarına uygun mekan bulmakta zorlanıyoruz. Kimi mekanda ona uygun tuvalet yok, kimisinde merdivenin trabzanı. Her mekanda tepkisini dile getiriyor. Bir mekana oturuyoruz ve Lisa’nın oldukça zor olan hayatını dinlerken bir yandan da savaş uçaklarının sesleri ile bölünüyor sohbetimiz.
Lisa Çalan, bütün zorluklarına rağmen Diyarbakır’da yaşamakta ısrar etmesini şöyle açıklıyor: “Eğer ben bu sisteme öfkeliysem, bunu değiştirmek için ben emek vermeliyim. Köşede durup ‘Ben zorlanıyorum, bir şey yapamam, yorgunum’ diyemem. Ben tam da buna öfkeliyim zaten. Bu yüzden de olmayan ayaklarım beni hep burada tutuyor.”
Lisa Çalan hayatının dönüm noktası olan patlamadan sonraki hayatını Gazete Karınca’ya anlattı.
Nasılsın Lisa?
Benim en çok üzerinde durduğum soru bu. İnsanların birbirine gerçekten nasılsın sorusunu sormuyor olmasının üzerine çok düşünüyorum. Bize o kadar sorulmayan bir soru ki bu ya da belki de içten bir şekilde sorulmayan bir soru. Bunu sorduğunda yanıt da gerekiyor ve yanıtladığında karşı tarafın seni dinlemesi gerekiyor. Ama toplumda artık birbirine tahammül edememe, birbirinin derdine dokunamama hali ve ayrıca politik sorunlar insanları birbirinden uzaklaştırmış ve ‘Nasılsın?’ sorusu ‘Ne yapıyorsun?’ sorusuna dönüşmüş.
Bu beni biraz incitiyor açıkçası. Çünkü insanın bir şey yapabilmesi için ruh hali de önemli. İyi olmak gerekiyor, iyi olmasa da motivasyonlu olmak gerekiyor. O nedenle benim çok önemsediğim bir soru bu. Karşımdaki insanın bana bu soruyu sorup sormadığına ya da sorduğunda yanıtımı gerçekten dinleyip dinlemediğine çok dikkat ederim. Kendim de insanlara mutlaka samimiyetle ‘Nasılsın’ diye sorarım. İnsanlar bu soruyu sorduğumda garip bir psikolojiye giriyor, yüz ifadeleri değişiyor.
Bir tür yüzleşme yaşıyorlar gibi değil mi? O sırada bir ‘Nasılım?’ diye kendine dönüyor insanlar sanki. Aslında insanların üzerine çok düşünmediği, ötelediği bir soru gibi… Belki de yaşadığımız coğrafya ile ilgili. Ne dersin?
Kesinlikle, politik bir şey bu. Ruh halimiz politik krizlerden, yaşadığımız savaş politikalarından çok etkileniyor. Ben bir de engelli bir kadın olarak bundan çok etkileniyorum. Tam da burada belirteyim, ben bu aralar iyi değilim. Uzun zamandır iyi değilim aslında. Birçok şeyle mücadele etmek zorunda kalıyorum ve bu son dönemlerde biraz tükendiğimi hissettim. İnsanlar beni sürekli güçlü olmam üzerinden değerlendiriyor. Evet güçlüyüm. Herkes güçlü. Hepimizin bir mücadele alanı var, mücadele ediyoruz çünkü yaşamı tercih ediyoruz. Ama bunu yaparken ruh halimiz değişkenlik gösteriyor ve iyi olmamakla güç ayrı şeyler. Bu yüzden evet güçlüyüm, mücadele ediyorum ama iyi değilim.
Neden iyi değilsin?
İyi değilim çünkü aşırı baskılar, arkadaşlarımızın sürekli risk altında olması ruh halimi olumsuz etkiliyor. Hepimiz risk altındayız. Bir sürü şey kaybettik ve benim yaşamımın arka planı başkaca mücadeleler yürütme üzerine de kurulu. Sağlık sektörüyle mücadele ediyorum, toplumsal normlarla mücadele ediyorum, sinemada mücadele ediyorum ve bütün bunlar beni yormaya başladı. Bazen anlaşılmadığını düşünüyorum. Sanıyorum yaşadığımız bütün bu süreçler bizde büyük bir deformasyona neden oldu ve algı seviyemiz biraz düştü. Toplumu gözlemlediğimde insanların kendini ifade etmekten de vazgeçtiğini görüyorum. Bu da insanı dibe çeken bir şey.
Niye böyle oldu sence?
Toplumun bir bütününe eleştirel yaklaşamam çünkü çok politik bir konu bu. Devletin baskısı, yoksullaştırma politikası, kimliksizleştirme, işsizlik, ekonomik sorunlar bizde toplumsal bir kırılmaya neden oldu. En büyük etkenler bunlardı ama aynı zamanda kendine dönme halimiz çok eksik. Bunları yaşıyoruz ama bir yerde kendimize dönmemiz gerekiyor. Bunu yapmak zorundayız. Ama işte bunu erteliyoruz. Kendimize dönmediğimiz için yüzümüzü arkadaşımıza da çevirmiyoruz, annemize de.
Kürt sorunu yeni bir sorun değil, bu coğrafyadaki travmatik olaylar da öyle. Bir çoğumuz bunların içine doğduk. Ancak son zamanlarda kiminle konuşsam bu dönemde daha çok zorlandığını anlatıyor. ‘Adaletsizlik’ en çok yakınılan şey günümüzde. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Öfkeli bir nesle dönüştük biz. 1990’lı yıllarda ebeveynlerimiz yaşadı bunu. Onların travmaları bize de taşındı, her birimizin pek çok çocukluk travması var. Bir de yetişkin travmalarımız var. 1990’lı yıllarda sosyal medya olmadığı için görünmez bir Kürt mücadelesi vardı. Doğru bilgiye ulaşmak zordu. Ama şu anda bence öfkemizin temel kaynağı, tüm dünyanın gözü önünde bunu yaşıyor olmamız. Öfkeliyiz, ben böyle hissediyorum. Bazen konuşurken ses tonumu ayarlayamadığımı fark ediyorum. Çünkü içimde bir öfke var ve onu bir yere aktaramıyorum. Üstelik bu çok haklı bir öfke.
Burası benim köklerim. Her ne kadar dönüştürmeye çalışsalar, o hafızayı yok etmeye dönük politikalar geliştirseler de hafızam, anılarım burada. Buradaki değişimin bir parçası olmak istiyorum.
Uzun yıllardır Diyarbakır’da yaşıyorsun. Hiç ayrıldın mı buradan?
İki yıl Ankara’da yaşadım. Bir süre de tedavi için Almanya’daydım.
Zorunlu haller dışında Diyarbakır’da yaşamayı tercih ediyorsun. Üstelik çok aktif bir hayatın var. Bir taraftan da burada yaşamanın zorluklarından bahsediyorsun. Peki özellikle 5 Haziran saldırısından sonra başka bir ülkeye yerleşmen de çok mümkünken neden burada yaşamakta ısrar ediyorsun?
Neden burada olduğumu ben de zaman zaman kendime soruyorum ama bahsettiğim öfke anlarında soruyorum bunu. Burası benim köklerim. Her ne kadar dönüştürmeye çalışsalar, o hafızayı yok etmeye dönük politikalar geliştirseler de hafızam, anılarım burada ve ben herhangi bir ülkede bu anıya geri dönüş yapamıyorum. Sadece zihnimde yaşıyorum, oysa ben anılarıma dokunmak da istiyorum, görmek, duymak da istiyorum. Hissetmek, koklamak istiyorum ve tüm bunlar beni buraya bağlıyor. Gittim dünyanın farklı yerlerini de gördüm. Farklı fikirlere dokundum. Bütün bu deneyimlerim bende şu duyguyu oluşturdu, eğer ben bu yapıya ve bu sisteme öfkeliysem, bunu değiştirmek için ben emek vermeliyim. Köşede durup ‘Ben zorlanıyorum, bir şey yapamam, yorgunum’ diyemem. Ben tam da buna öfkeliyim zaten. Bunun dönüşmesi gerektiğini düşündüğüm için öfkeliyim. Bu yüzden de olmayan ayaklarım beni hep burada tutuyor. Buradaki değişimin bir parçası olmak istiyorum.
Ben iki mekanik bacağımı ikinci hayatım olarak değerlendiriyorum ve bu hayatımda da burayı dönüştürmenin bir ayağı olmak istiyorum. Bunun için kavga vermeliyim ve kavga etmediğim insan da kalmadı. Burası benim şehrim, benim yuvam. Herkes için yaşanabilir bir dünya hayal ediyorum. Hepimizin eksik olduğu birçok konu var. Benim de bir ton eksikliğim var. Ama kavgamla bunlara meydan okumak istiyorum. Ben olmasam kim kafeye gidip engelli tuvaleti yok diye kavga edecek mesela. (Gülüyor)
Bir de ben sinema yapmaya çalışıyorum, Kürt sineması iddiam var. Direnen bir sinema diyorum Kürt sinemasına. Bunu başka bir yerde yapamam ki. Benim rengim, kameram, sesim, yüzüm buraya ait. Ben buradaki hikayeyi hangi ülkeye taşıyabilirim ki? Buradan besleniyorum. Buraya haksızlık olmaz mı? Çok oryantalist olmaz mı? Buraya bağlı olmalıyım. Bir hikaye oluştururken ki Kürt sinemasında bu hikayeler de hep yaşanmış hikayeler oluyor, buradan kopuk bir şekilde oluşturamazsın. Bazen tarih kokuyu yazamıyor ama belki sinema kokuyu işleyebilir.
Peki istediğin gibi sinema yapabiliyor musun?
Yapamıyorum. Benim bacaklarımın gidişiyle beraber bedensel olarak aktive olma halim yüzde 70 azalmış durumda. Benim açımdan böyle bir yanı da var ama sonra bakıyorum birçok arkadaşımız sinema yapamıyor. Bunun birçok nedeni var. Devletle olan sorunlarımız bunun başında geliyor. Diğer bir önemli neden dil problemi. Bir başka neden para-fon sorunu.
Dil sorunu derken Kürtçe’nin kullanımının önündeki engellerden mi bahsediyorsun?
Evet. Burada Ortadoğu Sinema Akademisi var, ben de oradayım ve Kürtçe sinema yapmaya çalışıyoruz. Ama biz hep öteleniyoruz. Hep ekstra çaba sarf etmemiz gerekiyor. Sinemamızı var edebilmek için herhangi bir Türk yönetmenin on katı çabalamamız gerekiyor. Bu da insanı aşağı çeken bir şey.
Sen bütün bunların üstüne bir de kadın olarak Kürt sineması yapmaya çalışıyorsun. Bunu da anlatır mısın?
Bir kadın, hem de engelli bir kadın olarak Kürt sineması yapmaya çalışıyorum. Benim bir film yapabilmek için benimle gerçekten gönüllü bir şekilde bu yolu yürüyebilecek insanlarla kolektif bir çalışmaya ihtiyacım var. Çünkü benim yapabileceğim şeylerin sınırı belli. O yüzden de önce arkadaşlarını hala sinema yapabildiğine ikna etmen, ‘Ben varım’ demen gerekiyor. Bu yaklaşım biçimlerinden o kadar çok tecrübe edindim ki, mesela beni ‘sorumluluk’ olarak gördükleri noktayı yakalıyorum ve bu beni çok incitiyor.
Seni ‘sorumluluk’ olarak gördüklerini söylerken tam olarak neyden bahsediyorsun?
Engellisin ve toplumda engelliye destek olmak biraz ‘hayır’ işleme üzerinden oluyor. Bunda dinlerin de etkisi büyük, ‘Engelliye hayır yapmak sevaptır’ anlayışı var. Ben bunu yakalıyorum ama bunu arkadaşınla tartışamazsın, çünkü bunu kabul etmiyor.
Sana eksik hissettiren bir duygudan söz ediyorsun…
Tabii ki tam olarak bu ve bunun için arkadaşlarımla büyük mücadele ettim. Ben eksik hissettim ve sadece eksik hissetmedim, onların yaklaşım biçimiyle minnetle büyüdüm. Hep ‘Aaa yanımdalar’ dedim. Bir eksikliği görürsem de söylememeyi tercih ettim. Bu o kadar ince bir manipülasyon ki aslında ben de bunu şu an fark ediyorum. O zaman farkında değildim. Şimdi kendime bunu neden yaptığımı sorguladığımda, yanımda oldukları için onların arkadaşlıklarını daha kutsal gördüğümü ve bunu bana onların yaptığını görüyorum. Çünkü sürekli minnet duymamı istediler. Bunu fark edip tartıştığım noktada da artık yanımda değillerdi.
Bunları son bir buçuk yıldır düşünüyorum, tartışıyorum, okumalar yapıyorum. Mesela ilk zamanlar kendime dezavantajlı diyordum, bu yaptığım okumalardan sonra hayır ben bir engelliyim diyorum. Çünkü doğru tanımı koymazsan doğru bir yaklaşım biçimi de geliştiremezsin. Bazı şeyleri yumuşatmamak gerekiyor. Kendini kabul etmek gerekiyor. Bütün bunlarla sürekli sessiz bir savaş yürütüyorsun. Yer yer sesli yürütüyorsun. Bu yüzden iyi değilim.
Bu benim tercihim değil, bana dayatılan bir durum. Türkiye’de 3 milyondan fazla engelli var. Sadece Diyarbakır’da 200 bin engelli var. Bu çok büyük bir sayı ve görünmeyen çoğunluk.
Aslında bu bizim toplum olarak da bilmediğimiz bir şey değil mi?
Öyle maalesef. Engelliler görünür değil. Sanki hiç engelli yok gibi değil mi? Sokakta görmüyorsun, bir kafede, restoranda görmüyorsun. Çok azdır bu örnekler. Çünkü eve hapsedilmişler. Toplum bunu dayattığı için ve sistem de gerekli koşulları sağlamadığı için engelli bireyler de bunu kabul etmek durumunda kalıyor.
Bugün bizzat tanıklık ettim. Dışarıda bir yerde senin fiziksel koşullarına uygun bir yer bulamadık. Kimi mekanda engelli tuvaleti yok, kimisinde merdivenin trabzanı. Her gün bununla yüzleşmek nasıl bir şey?
Beni eve mahkum ediyor bu. Ben kendimi eve mahkum etmiyorum. Birçok insan bana ‘biraz dışarıya çıkman gerekiyor’ diyor. Nereye çıkacağım? Bana bir yer söyler misiniz? Sur’a gitmek istiyorum, gezmek istiyorum ve Sur’u çok seviyorum ama orada sadece bir ya da iki yerde tuvalet var. Bir saat sonra nereye gideceğim? Bu benim tercihim değil, bana dayatılan bir durum. Türkiye’de 3 milyondan fazla engelli var. Sadece Diyarbakır’da 200 bin engelli var. Bu çok büyük bir sayı ve görünmeyen çoğunluk.
Engellilerle ilgili, engellilerin kendi durumuyla sınırlı kalmayan toplumdaki yanlış yaklaşım ve ifade biçimlerini de ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadeleyi örgütlememiz gerekiyor.
Buna karşı bireysel bir çaban var. Bunu daha örgütlü bir hale getirme düşüncen var mı peki?
Ben bireysel bir savaş yürütüyorum ama belki de yapmam gerekiyor. Engelliler için kurulan derneklere üye olup bir şeyler yapabilir miyim diye düşünüyorum zaman zaman. Fakat o da kapalı kalıyor bana. Yani kendi içlerinde birbirlerini örgütlüyorlar. Ben tam da buna karşı çıkıyorum. Benle sen aynıyız. Aynı yerde örgütlenmemiz gerekiyor ve aynı bilince sahip olmamız gerekiyor. Evet, özgün kurumlar, dernekler olabilir. Engellilik salt bedensel değil. Nöroçeşitlilik denilen bir şey var. Yani dili de düzeltmek gerekiyor ya. Mesela birini aşağılamak için hep geri zekalı, aptal, salak diye tanımlamalar kullanırız. Sen nöroçeşitli bir engellinin durumunu bir hakaret cümlesi olarak ifade ediyorsun. Bizim siyasetçilerimiz bile “Kör, sağır, dilsiz siyaset” gibi kavramlarla bunu yapıyor. Oysa kör olmak çok zor bir şey ya da sağır olmak ya da dilsiz. Bu tür sağlamcılık yaklaşımları çok rahatsız edici. O yüzden engellilerle ilgili, engellilerin kendi durumuyla sınırlı kalmayan toplumdaki yanlış yaklaşım ve ifade biçimlerini de ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadeleyi örgütlememiz gerektiğini düşünüyorum.
Sinema yaparken zorlandığını anlattın ama pes de etmedin. Şu anda nasıl projelerin var? Neyle uğraşıyorsun?
Ben iki yıldır Filmmor’da film izleme komitesindeyim. Sinemada son iki yılım biraz daha aktif geçti. O ara bir kısa film de yaptım. Şimdi Ortadoğu Sinema Akademisi’ndeyim. Kaybettiğim tüm zamanımı hızlıca geri kazanmaya çalışıyorum. Kurgu öğrenmek istiyorum, daha profesyonel bir kurgucu olmak için çabalıyorum. Kadın çalışmalarımız var.
Aynı zamanda oyunculuk da yapıyorsun değil mi?
Oyuncular benle kavga edebilir. (Gülüyor) Bizim akademilerde ortaklaştığımız çok güzel bir arkadaş grubumuz var. Ali Kemal Çınar da onlardan biri. Ali Kemal kolektif işler yapıyor ve biz hep dahil oluyoruz. Ya kamera arkasında oluyoruz ya kamera önünde. Yani aslında Ali Kemal oynar mısın dediğinde oynuyorum ama kendime oyuncuyum diyebilir miyim bilmiyorum .
Peki senin içi oyunculuk yapmak mı daha zor yoksa yönetmenlik mi?
Oyunculukta çok müthiş bir deneyimim yok. Ama ne yapmak istersin dersen elbette ben yönetmenlik, yani film yapmak isterim. Ama oyunculuk da fena bir şey değil. Bazen acaba yaşadığım bazı şeyler olmasaydı ben oyunculuk yapar mıydım diye düşünüyorum. Şimdi teklif gelsin, kabul ederim. Tam da bahsettiğim sağlamcılık anlayışını yok etmek için, toplumun dönüşümü için, bu klasik estetik ölçülerini tokatlamak için de olsa oyunculuk yapardım.
Seçim gündemi Diyarbakır’da da en çok konuşulan konuların başında geliyor elbette. Zira oldukça politik bir kent burası. Nasıl bir atmosfer var şu an Diyarbakır’da?
Ben halktan çok kopuğum. Otobüse binemiyorum, halkın içinde yürüyüş yapamıyorum, bir parka oturamıyorum. Yani akışın içinde olamıyorum. Dolayısıyla dinamik bir temasla oluşan gözlemlerim yok. Haberlerden ve gidip geldiğim kurumlardan takip edebiliyorum gündemi. Ama net olarak şunu söyleyebilirim ki Kürtler asla vazgeçmiyor. Bu çok güzel bir şey. Ne olursa olsun kendi hakkını alma, talep etme çabası asla bitmiyor. Halkın içinde olmasan da bunu görebiliyorsun ve bu seni hep diri tutuyor. Her ne kadar motivasyonumuz azalsa da, kırgınlıklarımız olsa da bir çizgi var. Kürtler o çizgiyi hep koruyor. Talep etmekten vazgeçmiyor. Ne olursa olsun. Şimdi yine öyle bir sürece girdik. Hepimiz seçim dönemlerinde muhtemelen toplum siyasete biraz daha kırgın, mesafeli yaklaşabilir diye düşünüyoruz. Ama hiç öyle değil. Daha sert bir yerden hakkını talep ediyor ve olmasını da istiyor, geri çekilmiyor. Bu benim için yeterli bir şey ve güvende de hissettiriyor. Halkın bu duruşu, yani o ateş nasıl tarif edilir bilmiyorum. Bir güç var ve hakikaten bir şey oluyor ve tekrar diriliyor. Tekrar kendini diriltmeyi bilen bir halkız.
Adalet istiyorum. Yaşamımın her alanında, kendi evimde, ailemin içinde en küçük zeminde bile adalet istiyorum. Çünkü bizim en çok yaşamadığımız duygu adalet.
Sen bir seçim mitinginde iki bacağını kaybettin. Oy verdiğin parti HDP, 2. turda Altılı Masa’nın adayını destekleme kararı verirse ne hissedersin? Çünkü o masada senin hayatını değiştiren 5 Haziran patlaması sırasında dönemin başbakanı olan Ahmet Davutoğlu da var.
Üzerine düşünmüyorum. Çünkü biz Davutoğlu’nu affetmiyoruz. O bir açıklama yapmıştı, “Ben konuşursam” diye başlayan o açıklamasının devamını getirirse, Ankara, Suruç ve 5 Haziran katliamı davalarında itiraflarını yaparsa, konuşursa o zaman bir nebze hafifleriz. O da belki. Çünkü bu bizim açımızdan biten bir süreç değil. Biz iyileşmedik, iyileşmiyoruz. Benim yaralarım hala açık. Kulaklarım iyi duymuyor mesela. Kullandığım ilaçların deformasyonunu yaşıyorum. Bu tüm hayatım boyunca taşıdığım bir travma. Bitmedi ki. Bitse, insan unutkan bir varlık, unutursun. Yani hatta biz çok hızlı unutuyoruz. Ama devam ediyor, biz yaralarımızı saramadık, kimse yaramızı sarmadı. Ne mahkemelerde, ne sokakta. Mahkemelerimiz devam ediyor bizim. Nasıl olabilir, ne hissederim bilmiyorum.
Aslında yüzleşme ve adalet mevzusu Türkiye’de çok derin bir yara. Helalleşme denilen şeyden ise epey uzaktayız sanki. Ne düşünüyorsun bu konuda? Yüzleşme ve adaletin sağlanmadığı bir helalleşme senin için bir şey ifade eder mi?
Etmez. Ben artık adaletsizliğe tahammül edemiyorum. Bana dünyada ne istiyorsun diye sorarsan, adalet istiyorum. Yaşamımın her alanında, kendi evimde, ailemin içinde en küçük zeminde bile adalet istiyorum. Çünkü bizim en çok yaşamadığımız duygu adalet. Sen yaşayabildin mi? Benim neredeyse hayatımın hiçbir noktasında adalet yerini bulmamış. Ben adalete açım yani. Görmek istiyorum. Adaletin yerini bulduğunu görmek, hissetmek istiyorum.
Nasıl sağlanabilir sence bu?
Önce yüzleşeceksin. Gerekirse bunun cezasını çekeceksin. Bu sadece öz eleştiriyle çözülecek bir durum değil. Bu kadar tarumar olan psikolojiler, yaşamlar geri gelmeyecek ama siz bunun cezasını çekmelisiniz. Bilmiyorum çok mu kaba oluyorum bunu söylerken?
Bunu sorduğun için çok naifsin bence şu an…
Bilmiyorum. Tek bildiğim ve kendime de söylediğim şu, önümüzde bir seçim var ve herkes kendi alanında en iyisini yapmalı. Mesela biz sinemacıyız, sinemada mücadele etmemiz gerekiyor. Siyaset yapamayız ama bizim de kendi alanımızda yapabileceğimiz şeyler var. Sinemamızı büyütmeliyiz. Sinemamızı, hikayelerimizi dünyaya ulaştırmanın yollarını bulmak zorundayız. Hepimiz bu yaşamda gönüllüyüz. Mesela Kürtlerin neredeyse yüzde 60’ı gönüllüdür, biz gönüllü yapıyoruz her şeyi. E tabii gönüllü yapınca da ruhunu da katıyorsun. Böyle ruhla, gönülle yapılan bir işin başarılı olma olasılığı da gerçekten yüksek.
Ailenle nasılsın? Onlar nasıl göğüsledi bu süreci?
Ailemle çok iyiyim, onlara minnettarım. Herkes gitti onlar kaldı. Biz Kürtler çok arkadaşçıyız, yani ailemizi bir kenara bırakıp arkadaşlarımızı önceleyebiliyoruz. Bu süreçte bu durumun haksızlık olduğunu gördüm. Çünkü minnet edilen o arkadaş çevresinden bahsettim ya aile öyle bir şey değil. Şu an onlar olmasa ne yaparım bilmiyorum. Aileme karşı vicdan azabı çekiyorum.
Tam da şu anda savaş uçaklarının seslerini duyuyoruz. Ne hissediyorsun?
Seslere karşı çok duyarlıyım. Sadece ben değil, eminim ki bununla yüzleşen birçok insan aynı şeyi hissediyor. Bir tedirginlik yaşıyoruz, yine aynı şeyleri mi yaşayacağız diye. Bana hatırlattığı tek şey patlamalar oluyor. Seçime doğru giderken acaba yine patlamalar mı olacak tedirginliğini yaşıyorum. Çok travmamız var, nasıl affedeceğiz bütün bunları? Nasıl unutacağız? Hadi diyelim ki affettik de nasıl unutacağız? Mümkün değil.
Yeni bir film projen ya da çekmeyi çok istediğin ama henüz projelendiremediğin aklında, hayalinde olan bir şey var mı?
Çok var. Bir kısa film var. Patlamalara dair hep bir belgesel çekmek istiyordum. Son birkaç aydır bundan vazgeçtim. Birkaç dokümanter yapıldı bu patlamalara dair ve yapmama kararı aldım. Ne yaparsam yapayım yeterince anlatamayacağımı düşünüyorum. Bunu bir sorumluluk olarak da görüyorum. Bunu ben anlatmayacaksam kim anlatacak? Bu yüzden de anlatacaksam eksik kalmaması gerekiyor. Mükemmeliyetçi bir yerden bakıyorum ve kendimi ikna edemiyorum.
Dayanışmaya ihtiyacım var. Büyük bir adaletsizlikle karşı karşıyayım ve bu başkalarının da başına gelmesin diye elimden gelen her şeyi yapacağım.
Yakın bir zamanda Avustralya’da seni ameliyat eden bir doktorla ilgili bir ifşada bulundun. Gerçekten korkunç bir süreç yaşamışsın. Olayı tekrar anlatmanı istemeyeceğim ama hislerini sormak istiyorum.
Öfke… Adalet diyorum ya yine adaletsizce bir durum var ve bununla nasıl başa çıkacağımı bilmiyorum. Hipokrat yemini denilen bir şey. Bunu kime anlatayım? Yıllardır bu doktor yüzünden tedavi olamıyorum. Benim doğru bir sağlık hizmeti almamı engelledi. Her bireyin sağlık hizmeti alma hakkı vardır. Bu, evrensel hakkımın önüne geçti. Beni başka yerlere yönlendirmeden kendi başıma bıraktı. Benimki çok spesifik bir ameliyattı, bunu yapmaması gerekiyordu, çünkü ben onun ürettiği parçaları kullanıyorum. Bu parça kırıldığında tek iletişim kurabileceğim insan oydu ve çaresiz bıraktı. Bunu düşününce bazen evde bağırıyorum, haykırıyorum. O görevini yapsaydı yaralarım bu kadar açık olmayabilirdi. Bu kadar enfeksiyonla mücadele etmeyebilirdim. Kendi doktorum beni tedavi etmeye devam etmediği için ben şu an acılı bir hayat yaşıyorum. Bu psikolojimi yerle bir ediyor. Şu anda da kendisine ulaşmaya çalışıyorum. Hollanda’daki bir hastaneye yazıyorum. Ama yanıt alamıyorum bir türlü. İmplant, mekanizmamın değişmesi gerekiyor. Yanıt alamadığım için yapamıyorum bunu. Ve bunlar çok maliyetli şeyler. TL değil Euro, Dolar bazında hesaplanan şeyler.
Peki hala yapılabilecek bir şey var mı?
Bu konuda bir dayanışmaya ihtiyacım var. Ben İHD’ye haber verdim, “Ben çok yoruldum, mücadele edemiyorum bu durumla” dedim. Üstelik bana yaşattığı bütün bu mağduriyete rağmen o doktor benim anlattıklarım üzerinden röportaj verdiğim gazeteye iftira davası açtı. Bu davadan sonra ben konuşmaya karar verdim. Çünkü onlarca mail, mesaj var elimde bunu kanıtlayan. Mesajların hepsinde de ‘lütfen bana yardım’ edin diye haykırmışım. Ve ben hepsini gazeteye gönderdim. Mahkemede delil olarak sunulacak bunlar. Ama işte bu tek başıma yapabileceğim bir şey değil. Gerçekten ciddi bir dayanışmaya ihtiyacım var. Büyük bir adaletsizlikle karşı karşıyayım ve bu başkalarının da başına gelmesin diye elimden gelen her şeyi yapacağım.