2015’ten beri Kürtlerle Türkler arasında duvarlar örülüyor ve bu duvarların zaman geçtikçe yükseldiğine tanıklık ediyoruz. Yükselen duvarın harcı, bir siyasi sorun olarak Kürt meselesinin çözümsüzlüğünden yayılan şiddet parametreleriyle kavruluyor. Kürt meselesinin 1983’ten beri siyasi sorun kapsamından çıkarılarak “terörizm” etiketiyle tanımlanmış olması, siyasal aktörlerin her sıkıştığında savaşı, şiddeti ve nefreti bireysel kurtuluş yolu olarak araçsallaştırması ve toplumda bölünme fobisinin köpürtülerek yürürlüğe sokulan biyopolitika (yurttaşın bükülmesi) gibi nedenler duvarların yükselmesinin en ucuz malzemeleridir.
İki halk arasında yükselen duvarların temelinde ise muhafazakar devlet teorisi var; bu teorideki ısrar, devlet olarak Türkiye’nin Kürt meselesini yönetme kapasitesini zayıflatan önemli bir olgu. Son zamanlarda çok konuşulan “Kürt meselesinin bölgeselliği” de bu olgu esas alınarak anlaşılabilir. Kürt savaşının Türkiye’nin sınırlarının dışına taşınarak üç cephede sürdürülmesi (Türkiye’nin sınırları içinde, Irak devletinin ve Suriye devlet sınırlarının içinde hala devam eden askeri müdahaleler) politik olarak Kürt meselesinin Türkiye’nin iç siyasetinde muhalefet ve iktidar ilişkilerini doğrudan belirliyor olması, dış politikada ABD, Rusya, AB ve NATO ilişkilerinin ilk gündemi haline gelmesi Kürt meselesini bir çok dinamiğin dahil olduğu, eskisinden çok daha geniş bir zemine taşıdı. Her ne kadar iktidar ve devlet yetkilileri Kürt meselesinin etki alanının genişlemesi ve bölgeselleşmesini “terörle mücadele” olarak adlandırsa da bunun adı buz gibi çözülemeyen ve tüm ilişkileri belirleyerek bölgeselleşen, dahası küreselleşen Kürt Meselesidir.
Bölgeselleşen Kürt meselesi ve duvarlar
Kürt meselesi uzun süreden beri aslında bölgesel bir meseleydi. Türk ve Fars rejimleri arasında kalan Kürdistan coğrafyası çoklu aktörlerin siyasal otorite kurmak istedikleri bir coğrafyadır. Modern ulus devletlerin inşası ile birlikte Kürdistan coğrafyasının bölgesel ve küresel emperyalist planlar doğrultusunda siyasi olarak dört parçaya bölünmesi Kürt meselesini bölgeselleştiren temel tarihsel nedendir. Bölgesel meseleye küresel güçlerin dahiliyeti ile Kürdistan coğrafyası için klasik sömürge tanımlarını aşan bir statü arayışı hala devam ediyor. Son gelişmeler hiçbir bölgesel ülkenin Kürt meselesini bir “iç sorun” olarak göremeyecekleri bir hakikatle karşı karşıya bırakıyor. Kürtlerin siyasi sınırlarla bölünmüş dört ülkede yaşıyor olması, dört ayrı ülkede yaşayan Kürtlerin gelişen ulusal bilinç ve de bölgesel ve küresel hegemonyanın ajandaları Kürt meselesini bir iç sorun olma niteliğini değiştirdi. Deyim yerindeyse birçok boyutuyla içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye taşan bir meseleyle karşı karşıyayız.
Bölgeselleşen Kürt meselesi en çok Kürtlerle Türkler arasında örülen duvarların yükselmesini beraberinde getiriyor. Haklı olarak ‘neden Kürtlerle Araplar, Kürtlerle Farslar arasında değil de Kürtlerle Türkler arasında duvarlar yükseliyor’ sorusu sorulabilir. Türkiye’nin şiddet politikalarındaki ısrarı, Arap baharıyla birlikte başlayan yayılmacı politikaları, İslamcı iktidarın mezhepçi ajandasına ortak olmayan ve buna karşı kendi yolunu çizen Kürtlerin direnişi, Türkiye’yi dört devlet adına Kürtlerle kavga ve gerilimin temel öznesi haline getirdi. Kürt meselesi odaklı daha önce kaleme aldığımız yazılarda İran, Irak ve Suriye devletlerinden daha çok neden Türkiye’nin Kürtlerle kavgalı olduğunu yazdığımız için bu konuyu daha fazla detaylandırmayacağız. Kavganın geniş bir sahaya yayılması meselenin bölgeselleşmesine, bölgeselleşme ise iç içe yaşayan Kürt ve Türklerin arasına soğuk duvarların örülmesine neden oluyor.
Yükselen duvarların sosyolojik maliyeti
İki halk arasında yükselen duvarların “sosyolojik maliyeti” popüler siyasetin hegemonyasından dolayı göz ardı edilen bir olgu. Uzun süreli savaşın bir sonucu olarak olsa gerek; toplumun kahiri ekseriyetinin devam eden savaşı, ölümleri ve bu sorundan kaynaklı psiko-sosyal yıkımları dert etmemeye başladığını, gerçeklerle yüzleşmek istemediğini ve belki de yaşananları unutmak istediğini görüyoruz. “Ortak yaşam, ortak gelecek” gibi metaforlar artık ne Türklerin ne de Kürtlerin gündemini meşgul ediyor. Hatta bu kavramlar, çoğu zaman alay konusu bile olabiliyor; her iki toplumda da “ortak yaşam-ortak gelecek” arzusu olsa da olur, olmasa da olur” gibi yüzeysel bir tavır gelişiyor. Bu “yüzeysellik” şiddet içinde bir başka şiddet üretiyor; buna yüzeyselliğin şiddeti diyebiliriz; bu sembolik şiddet biçimi fiziksel şiddet gibi duvarların yükselmesini projelendiren aklı motive ediyor.
Yüzeysellikten kaynaklı üç cephede devam eden savaşa ve insan ölümlerine karşı korkunç bir kanıksama var. Bu kanıksama belki de henüz hissedilmeyen ama ileride karşımıza çıkabilecek en büyük duvarların örülmesine neden olabilir. Toplum savaşla birlikte yaşamayı mı öğrendi? Evet, bu da mümkün, biz çalışırken, maaşımızı cebimize indirirken, ailemizle dostlarımızla zaman geçirirken insanlar patır patır ölebilir, göçler olabilir, olsun. Karşımızda korkunç bir bencillik ve bireysellikten kaynaklı yorgun ve kayıtsız bir toplum gerçekliği de olabilir. Dışarıda devam eden yangın uzak oldukça meselenin çözüldüğü yanılgısı da oluşmuş olabilir, zira iktidarın pompaladığı akıl tam da budur. Toplum bu yalana inanmak isteyebilir.
Oysaki uzaktaki köy misali, gitmesek de, görmesek de uzaklarda gerçek bir savaş tüm sıcaklığıyla devam ediyor; Türkler, anası Kürt, babası Kürt, yıllarca Türk komşusuyla yaşayan, belki de birlikte askerlik yapmış, aynı okulun sırasında eğitim görmüş, aynı fırından ekmek almış, Türkiye yurttaşı olan “Kürt teröristlere” karşı kurtuluş savaşı veriyor. Zira “Kürt teröristler” Türkiye’yi bölecek; bin yıldır böldükleri gibi. Sorun karşısında gelişen yüzeyselliğin yarattığı şiddet, sosyolojik bağlam içinde düşünüldüğünde ürkütücü olabiliyor. Uzakta devam eden savaşla ilgisi yokmuş gibi, kendi savaşı değilmiş gibi, yaşadığı krizlerin arka planında savaş yokmuş gibi duyarsız davranan sosyolojimiz, savaşla dizayn edilen siyasetimiz, barışı getiremeyen siyasetsizliğimiz duvarların yükselmesine malzeme taşıyor.
Duvarların yükseldiği mevcut eşikte Kürt-Türk ilişkilerinde en çok övülen “kardeşlik ve komşuluk” ilişkisi, “zorunlu ilişki” ayarında sürüyor. Kardeşlik ve komşuluk dediğimiz ilişki, yıllardır yapay övgülerle abartılan ve gerçekte her iki tarafın pek de memnun olmadığı, her an birbirini öldürebilecek, her an birbirini bağlayabilecek kadar gerilimli olan mutsuz bir ilişki. Bu gerçekle yüzleşmenin zamanı geldi. Savaş derinleştikçe, yıllarca kardeşlik övgüsü ile abartılan hiyerarşik ilişkinin gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Gerçeklikle yüz yüze kalan Kürtler, Türklerin “kardeşlik-komşuluk” oyunu etrafında kendilerine karşı kurduğu tuzaklardan ve bu tuzaklara karşı kendi tarihsel saflıklarından dolayı öfkeleniyor; Türkler Kürtlerin büyümesiyle daha güçlü tuzaklar kurmadıkları için hayıflanıyor. Öfkelenme ve hayıflanma şayet biraz akıl ve insani duygularla beslenmezse nefrete dönüşüyor.
Yukarıda bahsedildiği gibi savaşın ürettiği nefretin önüne geçmek isteyenlerin sayısının gittikçe azaldığını özellikle belirtmek gerekiyor; dahası kapısı, penceresi sağlam olduğu sürece nefreti, savaşı ve ölümü dert etmeyen çok geniş bir kitle gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Hele de risk (savaş) sınırların ötesinde ise, kapısından penceresinden uzaksa… Kitlenin savaş ve şiddetten dolayı bezginleşmesi ve rasyonalitesini kaybetmiş yorgun bir bedene dönüşmesi dikkatle okumamız gereken bir realite. Bu realite bağrında ciddi tehlikeler barındırıyor. Yorgun kitlelerden rahatlıkla barış toplumu da yaratabilirsiniz, faşist bir savaş toplumu da. Yorgun toplumların iradesini bükmek kolaydır, devlet yorgun toplumun rıza kapasitesine el koymuştur.
İki dünya savaşı yaşayan Alman toplumu buna somut bir örnektir. Savaşlardan bir gün önce felsefe ile ilgilenen Alman toplumu, bir gün sonra faşist olabildi; bir gün önce faşist olan aynı toplum bir gün sonra sosyal demokrat da olabildi. Hannah Arendt’e referansla söylersek, “sofra adabını değiştirir gibi” faşist de olunur, sosyal demokrat da olunur. Bunu belirleyen yönetim stratejisidir, devletin ve politik dinamiklerin siyaset felsefesidir. Devlet ve siyaset isterse Rousseau gibi siyasete bakıp monarşilere karşı demokratik bir halk cumhuriyetinin hayalini kurar, isterse Carl Schmitt gibi bakıp tüm siyasal yaşamı dost-düşman ikilemine sıkıştırır; isterse Beşir Atalay’cı barışçıl siyaseti, isterse Soylu’cu savaş siyasetini yürütür. Bu bağlamıyla siyasetin toplumsal sorunların yönetilmesinde çok belirleyici olduğunu bir kez daha hatırlayalım. Siyaset kurumunun felsefesi, özneleri ve ahlakı kitleleri barışa da faşizme de, refaha da kıtlığa da götürebilir.
Yalan değil gerçek, manipülasyon değil hakikat siyaseti
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, yükselen duvarların üzerine ağır taşlar dizen, Kürt meselesinin sosyolojik maliyetinden hareketle devam edersek; 19. ve 20 yüzyıldan 21. Yüzyıla devredilen Kürt meselesinin günün sonunda kitleleri doğru düşünemez hale getirdiğine tanıklık ediyoruz. Kutuplaşmış, birbirine zorunlu olarak selam veren komşulara dönüşmüş, en ufak sorunun çözümünü şiddet ve ölümde arayan bir kitle realitesi var karşımızda.
Siyaset barbarlığın uygarlığa dönüştüğü yerde başlar. İnsanların birbirlerini yediği yamyamlık dönemlerinden birbirlerini dinleyerek ve anlayarak sorunlarını çözdüğü zamanlara geldik. İyi hoş geldik de buraya kadar gelmenin öğretisi yine taşlarla, silahlarla birbirini öldürmek midir? Düşünebiliyor musunuz sözüm ona Türkiye’nin en demokrat kenti olan İzmir’in göbeğinde, insan nefesinin bile sayılabildiği bir gözetim teknolojisinin refakatinde, eline silah alarak ava çıkmış bir Kürt düşmanı, kahvaltı masasında savunmasız bir Kürt kadınını, Kürt öldürme yeminiyle katletti. Türklüğün kendisini sınadığı yer Kürtleri katletmek midir? Türkiye’nin İslam inancı bağlamında en dindar, sözüm ona en adil olması gereken ili Konya’da Allah’a, peygambere el-pençe-divan duran bir başka Kürt düşmanı, Kürt komşusunun yedi ferdini beş-on dakika içinde katletti. Bu Kürt düşmanıyla telefonla konuşan kişinin meseleyi normalleştiren sesinden daha korkunç ne olabilir ki… Bu alametler nedir, neyin nesidir, hangi ön bilgiyi bize taşımakta, hangi tehlikeye gönderme yapmaktadır. Yaşananlar illüzyon değil, her birisi arkasında asla silinmeyecek izler bırakan acı gerçekler.
Kürt meselesi yalan değil, bu meseleden kaynaklı genişleyen şiddet olgusu, savaş ve savaşta ölenler yalan değil; toplumsal sorunlar, yoksulluk, eşitsizlik yalan değil. Babasıyla birlikte 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Uğur, hayvan otlatırken şarapnel parçasıyla katledilen Ceylan, cenazesi yedi gün yerde kalan Taybet ana ve kahvaltı yaparken katledilen Deniz birer acı gerçektir. Roboski’ye kim yalan siyasetiyle yaklaşabilir, Diyarbakır 5 No’lu zindanına… Kentlerimizin yıkımı, insanlarımızın mutsuzluğu ve gelecek sorunu birer gerçektir.
İnsanlık tarihi boyunca yalanlarla, sahtekarlıklarla, ikiyüzlülükle ve tuzaklarla hangi toplumsal sorun çözülmüştür. Yalanın er geç ortaya çıkma gibi bir huyu vardır derler; yalanlar hiçbir zaman doğrulardan daha güçlü olamaz ve doğruya yenilmeyen tek bir yalan yoktur. Hakiki ve samimi olana yenilmeyen tek bir sahtekarlık yoktur. İkiyüzlülüğün bir tarafı diğerini ele verir ve tuzaklarla donatılan yollardan herkesin geçme olasılığı vardır.
Duvarlar yükselirken ne yapmalıyız? Sorumluluğu olan siyasetçiler, sanatçılar ve aydınlar birbirini manipüle ederek mi yola devam edecekler yoksa bu hakikatlerle yüzleşecekler mi? Derdimiz nedir bizim, siyasetçiler neden siyaset yapar, sanatçıların sanat kaygısının altında hangi arzu var, aydınlar hangi karanlığın karşıtıdırlar? Yasama organı, yürütme gücü, yargı organları hangi yasayı, hangi işi, hangi adaleti sağlamaya çalışıyor? Şayet siyasal kurumlar toplum kalabilme koşullarını asgari ölçülerde bile koruyamıyorsa herkesin şapkasını önüne koyması gerekmez mi? Peki ne yapabiliriz? Çözüm nerede ve kimde? Godot’yu mu bekleyeceğiz, yoksa aramızdan birileri çıkıp bizi bu cehennemden kurtaracak mı? Nuh’un gemisinin gelmeyeceği kesin, Godot hiçbir zaman gelmedi, herkesin demokratik katılımla temsiliyeti güçlendirdiği bir demokrasimiz de yok. Ancak her şeye rağmen yapılacak iş o kadar da karmaşık değil. Peki, ne gerekiyor? Samimiyet, dürüstlük ve özgür bir ruhtan başka hiçbir şey değil.