Bir yerden başka bir yere göçtüğümüzde, en önemli sorunumuz “uyum” mudur? Peki ya heybemizde getirdiklerimiz, onları bir kenara yığıp uyum sağlamaya çaba göstermek yeterli mi? Dünyanın bir yerindeki X ülkesinde yaşayan genç yoksul bir kadın düşünelim… Yoksulluğu aşmak için mücadele etmek istediğinde karşısına siyasi, dini, toplumsal engeller koyulan, baskı altında tutulan ve gitmekten başka çaresi olmayan bir kadın. Yaşam standartlarını biraz daha iyileştirme hayaliyle canı pahasına yola dökülen bir kadın. Yolda başına gelebileceklerden tedirgin ama her şeyi göze alabilmesine sebep olacak kadar da çaresiz bir kadın. Korkuyu ve umudu aynı coşkuyla yolculuğuna katık eden, bu yolculukta ailesini, dostunu kaybetmekten ve yabancıların rahatsız edici bakışlarından çekinen bir kadın. Şimdi bu kadın olabildiğince sağ salim şekilde başka bir ülkeye girdi diyelim, gerçekten öncelikli sorunu oraya ayak uydurabilmek mi olur? Kadın, heybesini öylece kolaylıkla bir kenara fırlatıp atabilir mi? Tüm anılar, duygular, kararlar, beklentiler, alışkanlıklar, gelenekler suya karışınca erir gider mi? Gitmez gibi…
Böylesi sosyal birikimler, hele travmatik bir içeriği de varsa, kendiliğinden hiçbir yere gitmiyor. Örneğin gidilen ülkenin dilini öğrenip topluma karışınca yolculuktaki taciz anısı buhar olup uçmuyor. Göçmenlerin hayatı bir biçimde devam ediyor. Biz bunu bazen bir üst geçit merdiveninin dibinde küçük çocuğuna bir şeyler yedirmeye çalışan hamile bir göçmen kadında görüyoruz. Hani bir söylem var ya, “Zaten kötü koşullardasın bir de çocuk yapma o zaman!”, işte iç sese (ne yazık ki bazen de dış sese) bu cümleyi kurdurtan o görüntü. O kadının tüm zor şartlara rağmen gelişen hamileliği, sadece aile planlaması adı altında verilen korunma bilgisinin eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir mi? Göçmen kadının hamile kalma pratiğine bir tek korunma bilgisi eğitimiyle müdahale edebileceğini sanan bakış açısı, o kadının heybesindeki tüm pratikleri de görmezden geliyor. Kadının sağlığı ve bedensel özgürlüğü için olduğu kadar dünyaya gelecek çocuklar için de zorlayıcı süreçler olduğunu oturup düşünen, konuşan, tartışan ama sadece korunma bilgisi eksikliğinin giderilmesi kararıyla masadan kalkılan toplantıların bir sonucu…
“Korunma bilgisi eğitimi de verdik ama sürekli hamile kalmaya devam ediyorlar,” diye yakınan bir sağlıkçının göremediği şey işte o heybenin içinde. Üstgeçit merdiveninin yanındaki kadına yükselen “Kendine acımıyorsan çocuğa acı, cık cık cık” seslerinin göremediği şeyler de o heybenin içinde. Göçmen kadınlar/çocukların uyum sorunu başlıklı araştırmalar yapan ama heybenin içindekilerle zerrece ilgilenmeyen bilim insanlarının, bizim göçmen politikalarımıza “UY”mazsa sistemin ve hizmetin dışında kalır diyen politika üreticilerin, uyum sağlayamayanlar üzerinden göçmen karşıtlığı geliştiren sivil toplum temsilcilerinin, sınıfında Türkçe konuşamayan öğrenci istemeyen öğretmenlerin, apartmanında kalabalık bir göçmen ailenin yaşamasından rahatsız olan komşunun göremediği şeyler işte hep o heybenin içinde… Heybede uyum yok veya öncelik uyum değil ve belki ihtiyacı “uyum” değil, başka türlü tarif etmek lazım. Öncelik belki de ayakta ve hayatta kalıp, heybeyle yola devam edebilmek. Dahası heybedeki travmaları iyileştirebilmek, umutları taze tutabilmek, hayallere adımlar atabilmek, kültürü devam ettirebilmek. Dahası göçmen olmayan aklımızla hareket edip göremediğimiz neler neler…
Göçmen karşıtlığı söylemlerini, kapıları açalım-kapatalım-sınırı koruyamadık vah vah’ları, göçmeni aşağı ve yetisiz-yetersiz gören bakışı tartışmak epeyce yanlış bir yerden başlamak aslında… Göçmen politikalarının tartışılma seviyesini burada tutmak büyük bir hak ihlali ve üstüne üstelik politikaların yetersizliğinin üstünü kapatmaya yol açıyor.
Politikaları uyum odaklılıktan bir miktar uzaklaştırmak, hayatı bir heybenin içine sığdıran göçmenlerin heybesini dökebilmek… Heybeden dökülebileceklere hazır olan bir politika ile göçmeni karşılamak nasıl da hak temelli olur, değil mi? Gidilen yerin yaşam tarzına entegre olma çabasıyla başka sendromların oluşumuna sebep olmayan politikaları konuşabilsek mesela? Dört işlem öğretip para üstü hesaplamayı beklemekten, öğrenemeyip hesaplama hatası yapanlara veya öğrense de kullanmayı bir şekilde reddedenlere hesap sormaktan öte bir politika üretmeye bir çağrı yapalım mı? Uyumdan öte bir göçmen politikası mümkün, heybesiyle, ardıyla, arkasıyla… Yeter ki birlikte üretmeye, heybeyi görmeye açık ve hazır olalım.
Tuğba Canbulut kimdir?
1987 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden 2010 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi’nde Sosyal Politika ve Sosyal Hizmetler Yüksek Lisans Programı’nı 2015 ve Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Doktora Programı’nda öğrenimini 2022 yılında tamamladı. Doktora tez çalışması kapsamında İspanya-Cadiz Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. İstanbul Üniversitesi – Cerrahpaşa’da akademik hayatına devam ediyor. Ağırlıklı olarak çocuk hakları, politik katılım ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında çalışıyor.