14 Mayıs seçimlerine çok kısa bir süre kaldı. AKP’nin 21 yıllık iktidar döneminde sanatçılar da yasaklardan, gözaltılardan ve tutuklamalardan hep payını aldı. Özellikle iktidarın politikalarını sorgulayan ve eleştiren sanatçılar, “Tazminat davaları”, “devlet olanaklarından izolasyon”, “hedef gösterme”, “cumhurbaşkanına hakaret davaları” ve “linç kampanyaları”… gibi uygulamalara yoğunca maruz kaldı.
Bu uygulamalara maruz kalanlardan biri de tiyatro ve sinema oyuncusu Jülide Kural… Kendini sosyalist feminist olarak tanımlayan Kural, politik duruşu nedeniyle birçok defa iktidar ve iktidara yakın basın kanalları tarafından hedef gösterildi.
Kural, bu süreç boyunca kapatılan Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için bir günlük ‘nöbetçi genel yayın yönetmenliği’ni yaptığı gerekçesiyle yargılandı.
HDP’nin tutuklu eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Devran” adlı kitabını sahnelendiği için hedef gösterildi.
Kural, aynı zamanda tutuklu Kürt kadın siyasetçi Gültan Kışanak’ın da “Kürt Siyasetinin Mor Rengi” adlı kitabı sahneye taşımıştı.
En son sosyalist kadın devrimci olan Rosa Luxemburg’un hayatını anlattığı “Ben Rosa Luxemburg” oyunu ile sahnelerde olan Jülide Kural ile ülkenin içinde bulunduğu durumu ve seçim gündemini konuştuk.
Kendinizi sosyalist feminist olarak tanımlıyorsunuz ve politik oyunlar sahneliyorsunuz. En son ‘Ben Rosa Luxemburg’u oynadınız. Neden Rosa Luxemburg? Ve nasıl tepkiler aldınız?
Yıllarca siyasi arenadaki kadınlık hallerini hep eleştirdim. Çünkü patriyarkanın bütün tepkilerine, reflekslerine kadınlar da sahip olmak zorunda kalıyordu. Bundan yaklaşık 150 yıla yakın biz zamanda bir kadın vardı ve önderlik niteliğine kadar yükselebilmişti. O dönemde, kadınların seçilebilme hakkı yok ve hiçbir hakkın olmadığı bir yerde, bir kadın, tek başına bütün o erkeklerin karşısında durabilmiş bir siyasi kimlik olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik, bunu yaparken de eleştirdiğim klasik maskülen kadın kimliğinin dışında, tüm dişilliğiyle bunu devam ettirebilmiş biri olduğunu da görünce onun peşine düştüm. Yıllarca çalıştım ve sahneye taşıdım. Beni şaşırtan ve çok mutlu eden şey oyuna çok fazla gencin gelmiş olması. Ve o gençlerin Rosa Luxemburg’u ya da onun kullandığı ‘ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı’nı, kendiliğindenlik olgusunu, sendikayı çok iyi bilmiyor olmalarına rağmen bir kadının mücadelesini takip etmekteki karalılıkları beni çok etkiledi. Tabi ki izleyicinin çoğunluğu da kadınlardı, bunu da söylemek gerek.

Genel olarak çok olumlu dönüşler aldım diyebilirim. İnsanların, bir kadının siyasi arenada gücüyle, inancıyla, mücadele etme biçimiyle ve her türlü bedeli göze alabilme cesaretini takip etmesi önemliymiş. Birçok insandan ‘Çok cesursun’ cümlesini duydum. Ben de hep ‘Cesaret bulaşıcıdır. Cesur olun’ dedim. Bu sezonu kapadık ama önümüzdeki sezon yeniden hem İstanbul’da hem yurtdışında hem de Türkiye’nin birçok bölgesinde turne yaparak Rosa’yı bu ülkede sadece artık adı ile anıldığında hemen hatırlanan o kadına dönüştüreceğiz.
Bir de AKP iktidarı döneminde kadınların maruz kaldığı uygulamalar var… Örneğin İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı… Bu süreç, kadın mücadelesine ne kazandırdı ya da kaybettirdi?
Kadınlar yıllardır zaten bir mücadelenin içinde. Ben de 1980’lerden bu yana kadın mücadelesinin bir parçası olarak yaşıyorum ve bu sebeple de özgürlük konusunda ayak direyen birisi oldum. Çünkü özgürlüğün de salt bir biçimi olmadığını düşünenlerdenim. Özgürlüğü talep ettiğiniz zaman her alanda istersiniz. Ezilen halklar için istersiniz, ezilen cins için istersiniz. Dolayısıyla kadın mücadelesinde bizim kat ettiğimiz bütün yollar büyük alın teri ile büyük emeklerle elde edilmiştir. 20 yıldır ağır ağır ve kendini yaptırım olarak ortaya koyan erkek egemen ağır basınç da iktidarın kadınlardan bu kadar çekinmesi de korkması da aslında özgürlük talebinde ayak direyen, mücadelede ayak direyen çok güçlü bir kadın kitlesinin olması ve bu kitlenin he gün biraz daha büyüyor olması. Kadınların, kendi yaşamları, bedenleri ve tüm hayat için eşitliği talep etmesi. Bizim bugüne kadar verdiğimiz mücadele bu baskı karşısında daha da büyüyerek katmerlendi. İstanbul Sözleşmesi kaldırılmasına gösterdiğimiz tepki aslında iktidar açısından, erkek egemen patriyarka açısından büyük bir korkuyu tetikliyor. İktidar biçimlerini sarsan bir kadın kitlesini görüyorlar. Şöyle bir gerçeklik var ne kadar baskı olursa olsun biz, ‘İstanbul Sözleşmesi yaşatır ve hiçbir koşulda bundan vazgeçmeyeceğiz’ demeye devam edeceğiz ve İstanbul Sözleşmesi yeniden hayatımızın bir parçası olacak. Kaldı ki bu da bizim için yeterli de değil. Bunu aşan özgürlük taleplerimiz de var.
Bir de sanat var. Yasaklanan konserler, oyunlar, üretimin önüne koyulan engeller… Sanatçıların bu süreçte aldığı tutumu nasıl yorumlarsınız?
Bizde son 20 yıla değil çok uzun bir sürece dayalı olarak sanat, uzakta arada bir gidilen, kendini iyi hissetmek için yapılan ve seyredilen bir şey olarak algılandı. Aslında sanat politik olmak, politika yapmak demek. Sözcüğün kendisine de baktığınız zaman hayata dair bir söz söyleme anlamına gelir. Bir şey söyleyebilmeniz için hayata dair bir sancınızın olması gerekir. Ortada bu kadar uzun yıllara dayalı, sancılı toplumsal çökmenin, yozlaşmanın bu hale geldiği bir ortamda bir sanatçının, bir şey olmuyormuş gibi Amerika’da oynan ya da Fransa’dan getirdiği bir oyunu alıp da çevirmesini anlayamıyorum. Çünkü hayata dokunmayan sanatın ölü olduğunu düşünüyorum. Bu ille de memleketin sorunlarını durmadan gündeme getirmekle ilgili bir şey değil. Sorunları insanın içinde yaşamasıyla, sırtında taşımasıyla ilgili bir şey. Bunu taşıdığınız zaman söz söyleme, bir şeyleri değiştirme, bir şeyleri yeniden üretme ihtiyacı duyarsınız. Bana da çok eleştiri geliyor, ‘Taraf olduğunu bu kadar belli etmek bir sanatçı için ne kadar doğru?’ diye. Ben tam tersini düşünüyorum. Bir sanatçı, tarafını belli etmelidir; o konuda derdi olduğunu, değiştirmek için hedefi, amacı olduğunu söyleyebilmelidir. Böyle olduğunda ancak gerçek, samimi bir şey söylemeye başlar. Örneğin Shakespeare, 15-16’ıncı yüzyılda müthiş oyunlar yazdı. Bugün onları alıp baktığınızda iktidar meselesini sorgular, politiktir; aşk meselesini sorgularken bir de sınıfı anlatır, sınıf çatışmasını gösterir. Evrensel dediğimiz eserlerin hepsi politiktir aslında çünkü hayattan alınır ve hayattan aldığınız her veri politik bir karşı çıkışta kendini gösterir. Yeterince tepki göstermedik, yeterince yan yana değiliz, yeterince örgütlü değiliz. Örgütlü olanımız da aman bize bir şey olmasın diyor. Dolayısıyla sanatçılar olarak önümüzde daha çok yol var.
İktidarın değişmesi durumunda, sanat camiasını bir değişim bekliyor mu?
Bütün meslek alanları bunu bekliyor aslında. Sanatçıların derin bir soluk alacağını düşünüyorum. Şunu yaparsam, kapatılabilir toplatılabilir, yasaklanabilir diye düşünerek kendisine bir otosansür uyguladı. Şu an herkesin özgürlük hakikatini yeniden bulmak ve bir derin nefes alabilmek için beklediklerini düşünüyorum. Yeni süreçte de daha demokratik cumhuriyeti inşa etmek için her meslek grubunun olduğu gibi sanatçılarında bir tutum alması, tavır göstermesi gerekiyor. Çünkü bu hem bizim kendi yaratımımızı, üretimimizi özgürce yapmamızı sağlayacak hem de gelecek Türkiye için, bu kadar hırpalanmış, yok edilmiş bir toplumu yeniden hep birlikte kurmamız sağlayacak.

Daha önce de tutuklu olan Kürt siyasetçilerden Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş’ın kitaplarını sahneye taşıdınız. Bu oyunları sahnelerken motivasyonunuz neydi?
Öncelikle şöyle bir realite var; bu ülkede Kürtler ve Kürt siyasi hareketi sürekli bir yaptırıma uğruyor. Ve bu konuda normalleştirilme var. Birçok gazeteci var ama Kürt gazeteci gözaltına alınıyor, Kürt illerinde gözaltılar ve operasyonlar oluyor ve bu çok normal bulunuyor. Mesela Selahattin Demirtaş içeride ve bunun bir gerekçesi yok. Ya da Gültan Kışanak ya da Sabahat Tuncel ya da Figen Yüksekdağ… Onlar fikirlerini söylediler. Düşünce özgürlüğünü doğal hayatımızın bir parçası gibi yaşıyoruz ama orada yatan insanlar tamamen siyasi nedenlerle tutsaklaştırılmış insanlar. Bu da toplumda çok normal bulunuyor. Ben bir politikacı olmadığım ve bir politikacı olmayı düşünmediğim için bir sanatçı olarak kendi yapabileceğim alanda, onların ürettiği kitapları ancak sahneye taşıyarak; bunun normal olmadığını, meşru olmadığını, siyasi nedenle tutsak edilmiş siyasetin aslında bizim kendi geleceğimizi yok ettiğini anlatmak istedim. Ayrıca, bütün Kürt hareketine yönelik, Kürtlere yönelik bu kadar ağır yaptırımlara karşı da kendi sözümü söylemiş oldum. Onlar burada var ve biz onları görüyoruz, siz gideceksiniz ama onlar yine burada olacak, dışarıda özgür olacaklar diyebilmenin bir yolu sahnede bunu yapmak.
Seçime son birkaç gün kala Ekrem İmamoğlu’na, Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırıları, hemen hemen her gün Yeşil Sol Parti ve CHP stantlarının saldırıya uğruyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok açık ki iktidar gitmemek için her şeyi yapmaya hazır ve aslında bu şu anda da başlamadı. Taksim’de bir patlama oldu, birçok olay meydana geliyor, sürekli gözaltılar oluyor. Baktığınız zaman toplumu bölerek, birbirine düşmanlaştırarak o şiddetti beslemek istiyorlar. Benim gördüğüm kadarıyla insanlar bu gerçeğin farkında. Daha farklı bir hale getirmek için her yöntemi deneyecek ve bunu kaşıyacaklardır. Bu noktada bizim yapmamız gereken tek şey şu; yan yana durabilmek. Çünkü en temel ihtiyacımız olan şey demokrasi. Artık tek adamın ağzından çıkan bir sistemin içinde olmaya tahammülümüz kalmadı. Bunu değiştirebilmek için sakin olmak, kendi oylarımıza sahip çıkmak ve her durumda bu süreci kazanarak bitirmek zorundayız. Mutlaka ilk turda kazanmak zorundayız.
Sizin bu seçimlere dair beklentiniz ve öngörünüz neler?
Bizi birleştirebilecek, bu süreci yeniden oluşturabileceğimiz en temel kavram bence demokrasi. Bizim demokrasi kavramına ihtiyacımız var. Yan yana durup, bir masa etrafında oturarak sorunlarımız karşılıklı konuşabileceğimiz bir ilişki ağını, ilişki biçimi inşa edebilmemiz gerekiyor. Bunun içinde öncelikle iktidarı göndermemiz, tek adamlık meselesini bitirmemiz, tüm halklarla, farklı düşünüşlerle yan yana durabileceğimizi göstermemiz gerekiyor. Bu olgunluğu artık inşa etmemiz lazım. Yoksa her seferinde bazen dini kullanarak, bazen farklı şeyleri kullanarak, bazen korkuyu boca ederek bizi birbirimizden koparıp, birbirimize düşmanlaştırılmaya çalışılacak.
Benim en çok hayal ettiğim şey şöyle bir 15 Mayıs’a uyanmak; evet gitti, boynumuzdan büyük bir zinciri kopardık attık, şimdi nasıl yürüyeceğiz, şimdi el ele verip birbirimizi dinlemeyi birbirimizin sorunlarını anlamayı, bize yüz yıldır hatta daha uzun yıllardır boca edilmiş olan bir sürü verili bilgiyi bir kere acaba şu da olabilir mi diye başka bir yerden bakmayı deneyerek barışın yolunu açacağız. Bunun içinde yapılması gereken her şey birbiriyle bağlantılı. Demokrasinin olması, barışın oluşmasına yol açacaktır. Özgürlük doğal olarak birçok kapıyı yeniden açacaktır. 15 Mayıs, bizim artık demokratik bir cumhuriyeti inşa etmeye başlamaya karar verdiğimiz gün olmalı. Beklentimde bu yönde. Kolay olmayacaktır. Hiçbir zaman kolay olmaz bu tür sosyolojik dönüşümler. Ama kararlı olup, soğuk kanlı olup, birbirimizi dinlemeyi öğrendiğimizde demokratik zemini oluşturabiliriz. Ben ‘Yeniden kuracağız, yeniden başaracağız ve biz kazanacağız’ diyorum.
Peki, seçimlerde tercihinizi ne olacak?
Bir oy Kılıçdaroğlu’na bir oy Yeşil Sol Parti’ye.