Azad Barış
20. Yüzyılın önemli ve dikkat çekici kuramcı ve siyaset teorisyenlerinden Arendt’in uzun ve meşakkatli bir aralıkta irdelediği Totalitarizm kavramı, günümüzün sosyo-politik tasarımlarına da ayna tutan bir kavram. Hem gündelik kültürün, hem de siyasal terminolojinin total pratiklerini ortaya koyan bu kavram, Arendt’i de yakın tarihin önemli ikonlarından biri yapmıştır. Düşün ve kuram dünyasında önemli ve verimli tartışmalar yaratan ve özellikle sosyal bilimlerde, “toplum kuramları”, “sistem teorileri”, “ideoloji”, “şiddet”, “terör”, “hakikat” gibi kilit ve öncül çalışmalar büyük oranda Arendt’in irdelediği bu kavram etrafında tartışılmaktadır. Bu ve benzer nedenlerden dolayı 70 yıl önce teorize edilen Arendt’in totalitarizm kavramına kısa bir analitik bakış atmak, günümüzün sosyo-politik tasarımlarını anlamak açısından hala önemini korumaktadır.
Arendt’in nihai totalitarizm analizi her yönüyle fenomonolojiktir, yani gerçek öze, “esasen yeniye, gerçekten tam bir tahakküm kuran şeye”1 bakma çabasıdır. Çünkü daha önce defalarca belirtildiği gibi, totalitarizm, tarihsel olarak bilinen tiranlığın, despotizmin veya diktatörlüğün modern bir varyantı değil, 20. yüzyıla özgün atipik bir fenomendir. Bu sebeple Arendt, Nasyonal Sosyalizm veya Stalinist bir karaktere sahip tarihsel bir yeniden değerlendirilmeyle ilgilenmez ve çeşitli faşist ve komünist rejimleri otomatik olarak totaliter olarak görmez. Daha ziyade, Nasyonal Sosyalist ve Sovyetik yönetimin belirli yapısal unsurlarına dayanan hedefleri, yukarıda bahsedilen felsefi yaklaşımlarında başlangıç noktası olan Weberian anlamda ideal ve total bir toplumsal yönetim şeklini tarif eder.
Totalitarizmin psiko-sosyal karakteri
Totaliter yönetim biçimleri, salt devleti devrimci bir eylemle ele geçiren ve siyasi iradesini halka cebirle dayatan bir siyasi partiden ortaya çıkmamıştır. Aksine, yapısal olarak önceden bilinen partilerden tamamen farklı olan yeni siyasi hareketlerden ortaya çıkmışlardır. Partiler, tanım gereği çoğunlukla belirli bir sosyal sınıfın çıkarlarının temsilleriyken, totaliter hareketler, geleneksel sınıf sisteminin çöküşünden ortaya çıkan kayıtsız ve izole edilmiş kitleleri temsil ederler; bunların tümü, mevcut olana duyulan nefret duygusu, liderlik ve hedef belirleme özlemiyle birleşir. Bu açıdan Arendt için, bir kitle tabanı olmadan tam hâkimiyet düşünülemez. “Totaliter hareketler, kitle hareketleridir ve günümüzde modern kitlelerin bulduğu ve onlara uygun görülen tek örgütlenme biçimidir.”2 Çünkü toplumdaki yerini kaybeden modern kitle insanının özelliği, “özverili olması ve kendi iyiliğine ilgisizliğidir.”3 Bu anonimik arayışı, saf işleyiş, sözde daha büyük bir bütünle kaynaşma, kendi kimliğini silmeye yardımcı olabilecek herhangi bir dönüşüm için, toplumda belirli rollere ve öngörülen işlevlere sahip sahte kimlik arayışı burjuvaya özgüdür. Yeraltı veya suç örgütleri, tamamen çelişkili bir dünya görüşü yayarak ve kitlelerin kayıtsız şartsız itaatini ve koşulsuz teslimiyetini talep ederek totaliter hareketin liderleri olarak ortaya çıkarlar.
Geleneksel diktatörlük biçimlerinin aksine, totaliter hareketler için iktidarın ele geçirilmesi, halkı geleneksel anlamda belirli bir parti programına zorlama hedefine asla sahip değildir. Total tasavvurlara dair toplumsal rıza mekanizmaları, siyaset ve toplum üzerinde otokratik pozisyonu ifade eden otoriteryanizmden farklılık gösterir. Onlar için iktidar, yalnızca gerçek hedef için bir araçtır, “yani her bir kişinin sürekli ve her şeyi kapsayan hâkimiyeti”4 insanın tam kontrolüyle, yine “içeriden”5 , liderlerinin iradesine koşulsuz olarak maruz kalan yapılandırılmamış kitlelerden birleşik bir siyasi yapı ortaya çıkarmaktır.
Yöneten ve yönetilen anlamında devlet ve toplum arasındaki klasik ayrımın yerini, lider ve kitlenin düşünme ve hareketlerinde tam bir birlik alır. Bu anlamda, “totaliter lider, gerçekte önderlik ettiği kitlelerin üssüdür.”6 Kitlelerin ideolojisi ve örgütlenmesi burada çok önemli bir rol oynamaktadır.
Kurgusal bir karşı dünyanın yaratılması olarak totaliter ideolojiler
Totaliter hareketlerin ideolojileri, mutlaklık iddialarıyla karakterize edilir. Bu hareketler, dünya dışılaştırılmış kitlelere, modern insanların gerçek dünyadan yabancılaşmasını görünüşte telafi eden kurgusal, kendi kendine yeten, tamamen tutarlı bir karşı dünya tasavvuru ve iddiası ortaya koyarak tüm sorunlarını çözmenin anahtarını verirler. Arendt’e göre, bu ideolojiler temelde, her bir bireyin mutlak tahakküm altına alınmasını mümkün kılan iki totaliter unsurla karakterize edilir. Her şeyden önce, bu daha önce bahsedilen ‘dünyanın bütünüyle açıklanması iddiasıdır; “tarihsel olarak gerçekleşen her şeyin tam bir açıklamasını, yani geçmişin tam bir açıklamasını, şimdiye dair toplam bilgi ve geleceğin güvenilir bir öngörüsünü vaat eder.”7
Totaliter hareketler, gerçeği bilen tek kişi değil, aynı zamanda bir bütün olarak tarihin gelecekteki seyrini de bilen biriymiş gibi davranır. Bu hareketler ideolojik olarak her şeyi bilme anlayışında, bir doğa kanunu gibi tarihsel bir zorunluluk olduğunu ilan ederek, tarihin daha ileri gidişatını iradesine göre belirlemek ister. Hareketler, ideolojik fikirlerine ancak tam bir itaat talep edebilir, çünkü her halükârda mutlaka olması gereken şeyi önceden tahmin eder. Burada birey tamamen gereksiz hale gelir, yalnızca soyut bir sürecin üssüdür ve “yaratım” (Herstellung) ideolojik olarak sabitlenmiş tarih üretiminin sonu anlamına gelir. Bu her şeyi bilen ideoloji, hâlâ gerçeklikten yoksun olmasıyla karakterize edilmektedir. Çünkü “ideolojik düşünme, öncülünü oluşturduktan sonra başlangıç noktasıdır, ilke olarak deneyimden etkilenmez ve gerçeklik tarafından öğretilemez.”8
Totaliter hareketler, gerçekliğin somut gerçeklerini ancak hüküm süren ideolojiye kusursuz bir şekilde uymaları halinde tanırlar. Bu, eğer ideolojiyle bariz bir çelişki içindeyse dünya görüşü anlamında yeniden yorumlanacaktır. Bir olay ya da deneyim tek başına asla anlam kazanamaz, ancak ideoloji aracılığıyla kazanabilir. Bu, duyusal ilişkiler hakkındaki özerk düşünceyi tamamen ortadan kaldırır. Totaliter hareketlerin ideolojinin tekel anlamının tekeli üzerindeki ısrarı, ne kadar ikna edici olursa olsun, herhangi bir gerçeklik tarafından sorgulanmaz, birincil amacı sevilmeyen gerçekliğin yerine bir tür hayali dünya yaratmaktır. Bu totaliter kurgu, öncelikle içsel mantığı nedeniyle kafası karışmış kitleler için çok çekicidir. Çünkü bilimsel olarak kanıtlanmış bir önermeye dayalı olarak- Nasyonal Sosyalistlerin tarihi ırk mücadelesi ve Komünistlerin sınıf mücadelesi olarak yorumladığı gibi- gelecekteki olayları mutlak tutarlılık ve kaçınılmazlıkla sonuçlandırmak mümkündür. Gerçekliğin artık ihtiyaç duymadığı ideolojilerin bu “mantıksal olarak tümdengelimli gösterimi”, kafası karışmış kitlelere olan ihtiyacı kanıtlar.
Totaliter hareketler ideoloji aracılığıyla, kendi kuralları ve sınırları olan, kitlelerin liderlik özlemleriyle gönüllü olarak boyun eğdikleri kurgusal bir dünya kurmaya çalışır. Tarihin veya doğanın baskın yasasına yükseltilen ideoloji, böylelikle yöneticiler ve yönetilenler arasında belirleyici bir bağlantı haline gelir. İktidara geldikten sonra ise gerçekliğin yerini kurgusal ideoloji dünyasına bırakmaktadır. Totaliter kurgunun yaratılması; ister sınıfsız bir toplumun kurulması ister Aryan üstün ırkın yönetimi olsun, totaliter olmayan bir ortam olduğu sürece prensipte risk altındadır. Çünkü sonuçta totaliter olmayan ortamı temsil eden gerçeklik bu kurgusal, ideolojik dünyaya her an girip çökertebilir. Nihai totalitarizm içsel ideolojik zorunluluğu yoluyla insanların toplam hâkimiyetini hedeflemesi bu sebeple mecburen dünya egemenliğine yöneliktir. “Küresel ölçekte tam totaliterizm için mücadele ve diğer tüm hükümet ve yönetim biçimlerinin yıkılması her totaliter rejimin doğasında vardır, çünkü hiçbiri dünyanın tüm gerçekliğini güvenilir bir şekilde kontrol etmeden ve insan dünyasındaki tüm gerçeklikleri ortadan kaldırmadan uzun vadede devam edemez.”9 Bu nedenle totaliter hareketler kendilerini totaliter olmayan çevrelerden tamamen izole eder, aynı zamanda iktidara geldiğinde, bir yandan kitleleri içeride ideolojik olarak hareket halinde tutar, diğer yandan da aynı ideolojiyi sürdürmek için devrimci bir hareket karakterine bürünür.
Totaliter organizasyonların biçimleri
Bu amaçla totaliter hareketlerde özel örgütsel yapılar oluşturulur. “Cephe örgütlerinin oluşturulması ve parti üyeleriyle sempati duyanlar arasındaki ayrım”10 totaliter hareketlerin karakteristiğidir. Cephe örgütleri, parti üyelerinin fanatik ideolojik azınlığını bütünleştirir. Bu ideolojik eliti düşman ortamından izole ederek ve aynı zamanda “totaliter olmayan toplumun” kucağında “totaliter bir karşı toplum” oluşturarak totaliter hareket için bir “koruyucu duvar”11 görevi görürler. Normal parti üyeleri ideolojiyi kabul ederler, ancak ideolojik olarak aynı ölçüde aşılanmazlar, çünkü parti ideolojisi ile gerçeklik arasında bir köprü görevi görmeleri gerekir. Hayatlarını sadece totaliter olmayan ortamda geçiren sempatizanların örgütlenmesi ve neredeyse parti üyelerinin önünde totaliter hareketin sözde normal ortamını oluşturmaları beklenir. Arendt’in bir zamanlar “hareketin soğan yapısı” dediği, sert bir ideolojik çekirdek yaratma ve aynı zamanda diğer kitle örgütleri aracılığıyla iddia edilen bir normallik dış görünüşünü koruma şeklindeki bu örgütsel ilke, iktidarın ele geçirilmesinden sonra bile toplumsal konumunu korur ve normallik dış görünümünü yeni bir nihai norma dönüştürür.
Sonuç
Arendt’in totalitarizm teorisi, üzerinden geçen zamana rağmen, günümüz siyasal ve toplumsal hayatındaki temayülleri, devlet ve birey ilişkilerindeki temel ve yapısal ilişki ağlarını ortaya koyması açısından güncelliğini ve önemini korumakta, günümüzdeki sosyal kurguya ayna tutmaktadır. Kötülerin korkularını, iyilerinse umudunu yitirme noktasında olduğu bu zamanın ruhunu ve total düşünme biçimlerinin kökenlerini irdelemesi açısından günümüzdeki devlet ve birey ilişkilerinin arkeolojisini ortaya koymaktadır. Bugün dünyada sağ popülist rejimler şahsında tecessüm olan bu kavram, insanlığın yahut daha doğru ifadeyle bireylerin, salt robotik birer taslak karakterler olarak toptancı ve mutlakiyetçi tasavvurların kendisine tekabül etmektedir. Yönetimin zor ve ideolojik aygıtlarını kendi tekellerine alan totaliter rejimlerin özü, devletin kendini var eden bireylerin bütün davranış ve varoluş alanını ve onto-politik kurgusunu, kendi tekeline alması ve belirleme yetkisini kendisinde görmesi itibariyle günümüzdeki devlet-birey-toplum kurgusunu sarih bir şekilde ortaya koymaktadır. Pandemi koşullarıyla, gittikçe ivme kazanan fundamentalist şiddetle, bölgesel ve küresel iktisadi buhranlarla birleşen bu bütünlükçü tasavvurlar, sadece dün ve bugün için değil, önümüzdeki dönemlerin de önemli kavramlarından biri olarak, siyasal ve toplumsal hayatta olup bitenleri açıklamak için oldukça ufuk açıcı bir arka plan sunmaktadır. Sanattan bilime, dinden kültüre kadar her şey devletin şiddet ve ideolojik aygıtlarını tekeline alan devletlerin sistematik yalanları doğrultusunda şekillenmektedir. Bu baskı ve abluka halini sürdürmeye yarayan askeri güçlerin yanında özellikle medya ve eğitim yoluyla totaliter rejimler inşa edilmeye çalışılmaktadır. Üstelik bu rejimler, kendinden önceki bütün totaliter rejimlerin deneyimlerinden istifade ederek ilerlemekte, mutlakiyetçiliği hâkim kılmaya çalışmaktadır.