Reyhan Hacıoğlu
Tenhasında bir ben gecenin, kalanı. Ne “itler” ne uğursuzlar. Şehir öyle tenha öyle tenha ki yalnızlığım bile korkuyor benden, benimle kalmaktan. Öyle ki köşe bucak kaçıyor. Oysa diyorum herkesin terk ettiği bende, bana kalandı ve o da korkuyorsa şayet şimdi; Yaralarımı artık hiç kimse saramaz. İçimde ölenlerin yasını tutuyor zihnim kaç zamandır. Her sabah anılarla uyanıp her akşam sıra sıra yeniden defnediyorum hepsini. Bir bilseniz ne zor ölülerle yaşamak…
Meğer ben ne çok güvenmişim ve ben meğer ne çok ölmüşüm, öldürülmüşüm. İçimdeki cesetler bana ait, diyor polis. O yüzden salıverildim; İnsan kendini öldürdü diye cezalandırılır mıymış hiç! Oysa sanıyor kendimi kendim öldürdüm. Hâlbuki her intihar bir sürükleniştir uçuruma. Ve kaç kadın öldürdü böyle “kendini” ve yargılanmadı hiçbir “sevdikleri”…
Sorsalar oysa ihbar da ederdim kendimi. Daha demin balkondan atladığımı ya da mutfakta tüpü patlattığımı ya da arabeskle kendimi vurduğumu. Manyak değilim! Biliyorum, öyle olsam içim acıdan böyle geberir miydi hiç. Lakin iyi de değilim sanki kaç zamandır…
İnsan mümkün müdür başkasının acısını, ağrısını kendi acısı sansın, ağrısın canı iliklerine kadar ve kırılsın saç uçlarına kadar, herkese ve her şeye? Bence mümkün. Öyle olmasa ben eminim bu kadar ölmezdim, öldürülmezdim. Cinayet mahalli insanın kendi içi olunca mutlaka dönüyor insan, bakıyor ölmediyse şayet, başında bekliyor bir de biliyor musun? Ben kaç gece kendimi can çekişirken gördüm! Gördüm de sustum. İzledim… Sahi bu tanıklığa girer mi?
“Evet evet ben öldürdüm polis bey, gözlerini kapa gelicem dedim. O da duvara çarptı ben gelemeyince” İnsanın tutamayacağı sözleri sonradan cinayet oluyor. Kaç kişi beklemekten öldü bir bilsen, oysa ne şairler ne zabıtlar bilir bunu. “Şüpheli ölüm” diye bir şey yoktur. O en fazla faili en iyi saklanandır… Herkes her şeyi biliyor, biliyor da ben deyince “pislik” oluyor sadece(!) Hani her şeyi bilip de susanlar var ya, kafalarını duvara sürtüp, duvardaki tüm pürüzleri onlarla gidermek istiyorum! Bu beni psikopat yapar mı?
“Tanık” diye bir şey yoktur, onlar görüp de el etmeyenlerdir ölene… Bence bir hayrı yok o da yargılanmıyorsa şayet. Hani biz birbirimizi çok yargılıyoruz ya, bildik bildik, bilmiş bilmiş, en iyisiymiş -miş gibi, doğru tek o imiş gibi… Sahi bu yargılamaların hukukta bir karşılığı var mı? Yoksa bir son verilmeli, zira “Siz benim neler çektiğimi bilinmiyorsunuz” da ondan… Yok, biliyorsanız da gözünüzü seveyim ezberlerinizi değiştirin ve hatta hepimiz, herkese ve her şeye dair değiştirelim. Dünyaya kafa tutarız da değiştirmek için ama gel gör ki aramızdan biri “değişik” olunca kıyameti koparırız. Farklılık da örgütsüzlük ve düzensizlik değildir kuşkusuz ve özgürlük en kaba haliyle “istediğini yapabilmek” hiç değil. Bu kadar kolay olmamalı bazı anlam biçmeler ve insan en önce ona öğretilen ezberleri yerle bir etmeli… Neyimiz varsa hayata dair hepsi öğretilmişliklerdir ve en önce bunu kabul etmeli insan!
İnsan sevdiğini öldürüyor kimi sözü ile kimi bakışı ile, imiş ya. Ben dümdüz öldürüyorum. Acısız ve öfkesiz! Ben zaten kendimi de, sevmezlerdenim. O yüzden zor olmadı “katil olmam”… Ve inan herkes silahını içinde taşır Müzeyyen, kimi kendini, kimi yanındakini ve kimi düşmanını vurmak için. Ve en önemlisi birçoğu da bilmez asla, silaha dönüştürebilirsek şayet öfkelerimizin nasıl yerle bir edeceğini düzeni.
Ve aslında şayet “Benim meselem” kendim olmasaydı bu kadar sana Kürdistan’ı anlatacaktım. Tabi tabi, daha uzun da yazarım. Ama ve fakat şu kadarını bilmeni isterim ki; derin bir yaradır kalan. Evlerde hala kurşun izleri. Acı geçmemiş de donmuş gibi sanki… İnsanlar burada dağ olmuş, taş olmuş, olmuş da dayanmış, olmuş da direnmiş… Çok düşündüm Müzeyyen, insan neden silmez ki izleri, insan unutmak istemez de halkına yapılanları sanırım tam ondan silmez Müzeyyen…
Kürdistan müze gibi Müzeyyen, dört tarafı acılarla dolu, her yeri direniş alanı, ortasında da kalanlar. Aziz’in (Yural) mezarı başında bir zeytin ağacı var. Mezar taşında ise zeytin dalı taşıyan bir güvercin… Bu ülkede ne çok güvercin vurdular Müzeyyen bir bilsen. Saydım saydım da en çok 200’e geldim. Simsiyah bir perdeye asmışlar isimlerini. Bodrumsa hala duruyor. İnsan kıyamıyor basmaya, şayet yakılan kemiklerden bir toz kaldıysa diye… Duvarlar dile gelmeli, gelmiyorsa da o günleri bilenler yazmalı. Bizim bize en azından ve en önemli tarihi aktarma sorumluluğumuz var. Cizre, Sur, Nisaybin, Şırnak sadece taş binalar değil herkes görmeli!
Taybet ananın vurulduğu yeri gördüm… Duydu mu bilmem, ben geldim “yade” diye… Hem biliyor musun Silopi düz bir ovadır, insan hayret ediyor baktıkça. Nasıl bir cesaret, nasıl bir kafa tutmuşluk diye. Tarih keşke ayrıntıda gizli olsa, olsa da tek tek yazılsa hepsi. İnsan kendini borçlu hissediyor biliyorsun… Bilmezsin! Zaten ne geldiyse başımıza bu tarih bilmezlikten geldi ya…
Sana uzun uzun anlatırdım Müzeyyen, fakat “duygular karışmasın” şimdi! Sanıyorlar ki acı ile direniş, öfke ile yas bir arada olmaz/mış… Oysa en güzel halkımız bilir bunu! Aç yüreklerini ağır acılar, bak gözlerine Güneş’e gülen gözler ve akıllarında kaç öfkenin fragmanı bir bilsen! Ben hayran kaldım Müzeyyen, onlara… Direnmek böyle bir şeymiş Kürdistan’ da. Bakma benim geç kalmış bir özeleştiri kendime. Şayet çok önceden gidilmeliydi. Ve sadece Kürtler de değil, keşke herkes gitse, gitse de “bu devlet size ne etti” yi görse ve anlasa, ve bilse yan yana yürümezsek şayet seninle “sayın kardeşim” bu zulüm bitmeyecek, diye. Ölmekse ölen var, direnmekse direnen var, geriye öfkeyi örgütlemek ve hesap sormak kalıyor “sayın öncülere”… Ama ve illa ki bir seçimle değil!