Özgür Sevgi Göral - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com Sözün yükünü taşır Fri, 18 Feb 2022 07:25:03 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.9.3 https://gazetekarinca.com/wp-content/uploads/2021/09/cropped-favicon400x400-1-32x32.png Özgür Sevgi Göral - Gazete Karınca https://gazetekarinca.com 32 32 ‘Son nefesimi verene kadar, bu dünyada ve öbür dünyada, iki elim yakalarındadır’ https://gazetekarinca.com/son-nefesimi-verene-kadar-bu-dunyada-ve-obur-dunyada-iki-elim-yakalarindadir/ Fri, 18 Feb 2022 07:23:53 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=198489 Özgür Sevgi Göral Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine’nin bir yerinde şöyle yazar: “Olayları önemlerine göre ayırt etmeden sayıp döken vakanüvis, şu doğrudan yola çıkar: Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılamaz. Oysa, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişine tümüyle sahip çıkabilir. Bu demektir ki, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişini bütün anlarıyla zikredebilir.”[1] Geçmişini bütün anlarıyla zikretmek; geçmişin […]

The post ‘Son nefesimi verene kadar, bu dünyada ve öbür dünyada, iki elim yakalarındadır’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine’nin bir yerinde şöyle yazar: “Olayları önemlerine göre ayırt etmeden sayıp döken vakanüvis, şu doğrudan yola çıkar: Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılamaz. Oysa, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişine tümüyle sahip çıkabilir. Bu demektir ki, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişini bütün anlarıyla zikredebilir.”[1] Geçmişini bütün anlarıyla zikretmek; geçmişin yükünü taşımak; geçmişine tümüyle sahip çıkmak; geçmiş mücadelelerinin isimsiz ölülerini bugünde ve şimdide var etmek; zamanın akışının silmek için, yok etmek için, inkar etmek için örttüklerini açığa çıkarmak; isimlerini tek tek saymak; kaybettiklerimizi bugünün mücadeleleri içinde, hakettikleri haysiyetli yerlerine yerleştirmek. Herhalde mevcut dünyayı radikal bir biçimde değiştirmek isteyen bütün politik hareketler, geçmişin ölülerine nasıl sahip çıkacakları üzerine düşünmüşlerdir. Cumartesi Anneleri’nin geçmişe sahip çıkan, geçmişin ölülerinin isimlerinin silinmesine izin vermeyen, azimle, inatla, sonsuz bir emekle, çabayla, her ne olursa olsun sürdürdükleri mücadeleleri ise Kürdistan’ın ve Türkiye’nin bu konuda verdiği şüphesiz en güçlü cevaptır.

Bazen gözümüzün önünde olan muazzam bir mücadelenin aslında ne kadar değerli olduğunu bilsek de, belki de tam gözümüzün önünde olmasını kanıksadığımızdan, hakikaten ne kadar önemli olduğunu idrak etmeyiz. Bazen idrak etsek de arada unuturuz. Nasıl olsa onlar her zaman oradadır. Kendilerini göstermek için hiçbir özel çaba sarf etmeden, bir yerde düzenli olarak durarak, ellerinde karanfillerle, kaybettikleri yakınlarının fotoğraflarıyla otururlar. Cumartesi Anneleri, kendilerini sadece Galatasaray Meydanı’na değil aynı zamanda Diyarbakır’ın, Cizre’nin, Batman’ın meydanlarına inatla yerleştirerek inkara karşı mücadele etmekle kalmazlar; yanı sıra zamanın akışını eğip bükerek, zamanın akışının ritmini değiştirerek, yeni bir zaman anlayışı kurarlar. Benjamin’in terimleriyle düşünürsek henüz insanlık kurtulmamışken geçmişe tümüyle sahip çıkma mücadelesi verirler; bu mücadele zamanın akışına da politik bir müdahale anlamına gelir.

Önce Cumartesi Anneleri’nin tarihine kısaca bakalım. Kayıp yakınları, İnsan Hakları Derneği üyeleri ve hafıza militanlarının bir araya gelmesiyle ilk oturma eylemini, aralarında zorla kaybedilen Hasan Ocak’ın işkence edilmiş bedeninin kimsesizler mezarlığında bulunmasının da olduğu bir dizi olay sonrasında düzenlendi. Yakınları ve ağırlıklı olarak İnsan Hakları Derneği üyeleri Hasan Ocak’ı ararken, Adli Tıp Kurumu’nda —tamamen tesadüf eseri—zorla kaybedilen bir başka kişinin, Rıdvan Karakoç’un isminin geçtiği bazı kayıtları bulmuştu. Ayrıca, eczacı ve o sırada yeni kurulmuş olan sağlık çalışanları sendikası Sağlık-Sen’in kurucularından olan, polisin gözaltına aldığı Ayşenur Şimşek’in cenazesi de 24 Ocak 1995’te bulunmuştu. Hasan Ocak’ın ailesi, Rıdvan Karakoç’un ailesi ve pek çok başka kayıp yakını, İnsan Hakları Derneği üyeleri, zorla kaybetme örneklerinin giderek artmasıyla da birlikte, bir araya gelerek ne yapabileceklerini konuşmaya başladılar. Arjantin’deki Plaza del Mayo Anneleri örneğinden de ilham alan grup, 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü saat 12.00’de İstanbul’un Beyoğlu ilçesinin en kalabalık yerlerinden biri olan Galatasaray Meydanı’nı seçerek ilk oturma eylemini gerçekleştirdi. Kayıp yakınları sevdiklerinin fotoğraflarını ellerinde tutup, sessizce oturarak kayıpların akıbetini öğrenmeyi ve sorumluların yargılanmasını talep ettiler. Her oturma eyleminde birkaç kayıp yakını sırayla kendi hikayesini anlattı; oturma eyleminin sonunda ise, yıllardır sistematik şekilde uygulanan zorla kaybetme suçuyla ilgili hakikatin ortaya çıkarılması ve adaletin sağlanmasına yönelik talepleri dile getiren bir basın açıklaması okunuyordu.

Katılımcılarının gözaltına alındığı, işkence ve şiddete maruz kaldığı eylem, 200 hafta boyunca devam etmeyi başardı. Oturma eylemleri, yarattığı güçlü etkiye rağmen, 13 Mart 1999’da eylemlere katılanların maruz kaldıkları sürekli devlet şiddetinden dolayı, kayıp ailelileri tarafından durduruldu. Hasan Ocak’ın kız kardeşi Maside Ocak, ailelerin oturma eylemlerini sonlandırmadığını, yalnızca ara verdiğini söyleyerek, “Bizim için her yer Galatasaray, kayıplarımızı aramaya devam edeceğiz” dedi.”[2] Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemleri, Ergenekon davasının iddianamesi hazırlandıktan sonra, 31 Ocak 2009’da tekrar başladı. Oturma eylemlerinin ana talebi, bu sefer, Ergenekon davasının kapsamının genişletilip, zorla kaybetme suçunu içermesiydi. Çünkü zorla kaybetmelerden sorumlu olan kişiler, o zaman Ergenekon davasında yargılanıyordu. Bu yeni oturma eylemleri, faillerin hesap vermesi talebiyle ve adalete yönelik somut bir talepten kaynaklanıyordu. Dahası, bu oturma eylemleri artık Diyarbakır, Batman, Yüksekova ve Cizre gibi Kürt kentlerinde de gerçekleşiyordu. Kürt savaşının yeniden şiddetlendiği 2015 yılından sonra durum değişti, eylemlerin Kürdistan’da yapılması oldukça zorlaştı. Sonrasında, pandemi ortamında eylemler online olarak yapıldı, eylem bugün İstanbul ve Diyarbakır’da farklı biçimlerde devam ediyor.

Şimdi zamana, zamanın akışına ve beklemeye dair birkaç şey söylemek istiyorum. Cumartesi Anneleri’nin bekleyişinden çok söz edildi. Kayıp yakınlarının eğer kaybedilen geri dönerse tanısın diye evlerini boyamadıklarından, kapıyı hep açık tuttuklarından, bayramlarda dua edecek bir mezar sahibi olmayı beklediklerinden bahsedildi. Bütün bunlar doğrudur kuşkusuz ama Cumartesi Anneleri’nin bekleyişi ilk anda akla geldiği gibi yekpare, pasif ve değişmez bir bekleme süreci anlamına gelmez. Bu bekleyişi üç farklı dönemi karakterize ettiğini ve her dönemin çok farklı talepler, hareketler ve mücadelelerle karakterize olduğunu, dolayısıyla aslında bekleyişin son derece aktif bir süreç haline dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Bu üç farklı dönemin ilki kaybetmeden hemen sonra başlayan ve ilk birkaç günden aşağı yukarı birkaç haftanın sonuna kadar geçen ilk dönemdir. Kayıp yakınları açısından kayıptan hemen sonraki birkaç haftalık süre anlamına gelen ilk dönem, devlet tarafından alınanı sağ olarak geri almayı amaçlayan ve güçlü bir aciliyet duygusunun damgasını vurduğu bir süreçtir. Hem yakın akrabalar hem de geniş ailenin üyeleri gözaltına alınan kişiyi sağ teslim almak için birçok mercie başvururlar. İlk dönemin mobilizasyonu esasen alınan kişiyi sağ olarak geri alabilmek içindir.

Kayıp yakınları için ikinci dönem kayıptan hemen sonraki ilk haftalar geçtikten sonra başlayan ve birkaç yıl boyunca devam eden süreçtir. Bu dönem, ilk baştaki aciliyet duygusundan görece uzaktır ve artık kaybedileni sağ olarak geri alma umudu büyük ölçüde zayıflamıştır. İkinci dönemin en önemli talebi kaybedilenin akıbetini bilmektir. Kapısı çalınan artık kaybı kurtarmak için ilk başvurulması gerekenler değil aynı zamanda kaybın başına gelenin duyurulması için de gidilenlerdir. İnsan Hakları Derneği, Halkın Emek Partisi ve devamcısı siyasi partilerle yerel siyasette etkinliği olan kimi siyasi figürler, Özgür Gündem gazetesi başta olmak üzere çeşitli basın organları gibi farklı kişiler ve kurumlarla ilişkilenmek de çoğunlukla bu dönemde gerçekleşir. Bu dönemin önemli taleplerinden biri olan faillerin hesap vermesinde geçen fail terimi esasen kaybedileni alan ve infaz edenleri işaret eder. Hukuktan pek de bir sonuç alınmayacağı ve ‘imkansız’ bir adalet arayışında olunduğu bilgisi bu dönemde oluşur.

Üçüncü dönem ise kayıptan sonraki ilk yıllar geçtikten sonra başlayan ve çok daha uzun bir çevrimde devam eden bir bekleyiş anlamına gelir. Burada ilk dönemin aciliyet duygusu ve ikinci dönemin kaybın akıbetini ayrıntılarıyla bilme arzusu zayıflamış durumdadır. Üçüncü dönemin bekleyişine damgasını vuran kaybedilenin bedeninden geriye kalanları yani ‘kemikleri’ teslim alma ve mezar sahibi olma talebidir.[3] Bu süreç zamanın akışının önemsiz ilan edildiği, adeta zamanın akışının hiçbir anlamının kalmadığı bir bekleyişe işaret eder, kaybın gerçekleşmesinden sonra çok uzun yıllar geçmiştir ama zamanın geçişi bekleyişe ve arayışa engel değildir. Bu son dönemde fail artık sadece kaybedilen kişiyi gözaltına alan, işkenceden geçiren ve infaz eden değil, devletin bütünü ve sorumluların tamamıdır. Dönemin cumhurbaşkanı, başbakanı, genelkurmay başkanı, içişleri bakanı ve diğer etkili isimlerinin tamamı yani askeri ve siyasi sorumluların tümünün ismi fail olarak sayılır. Cumartesi Anneleri eylemleri başta olmak üzere kimi anma eylemlerinin içinde yer alarak kaybın anısını yaşatmak ve hafızayı korumak bu dönemin önemli unsurlarından birini oluşturur.[4]

Dolayısıyla kayıp yakınları aslında, Jean Améry’nin faşizmden ve soykırımdan sağ kalanlar için söylediğine benzer bir şekilde, zamanın feshini talep ederler. Onlar yakınlarının diri ya da ölü bedenini bulmadan, cenazeleri onlara teslim edilmeden ve sorumlular hesap vermeden, zamanın hiçbir şey olmamış gibi, kesif bir inkâr içinde akışına itiraz ederler. Jean Améry zamanın feshini talep etmenin anlamını “caniyi cürmüne çivilemek istemek” olarak tarif eder.[5] Cumartesi Anneleri caniyi cürmüne çivilemek ister gerçekten de, üstünden kaç yıl geçmiş olursa olsun faillerin tamamından hesap sorar. Öte yandan hepsinin talebi mutlaka bizzat kendi yakınlarını kaybedenin yargılanmasıyla sınırlı değildir; kimi faillerin yargılanmasının en önemli şey olduğunu söyler, kimi gerillanın onurlu bir barışla Kürdistan’a dönmesini temel talep olarak vurgular, kimi Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünün diğer her şeyin yerine geçeceğini belirtir, kimi Kürtçenin resmi bir statü kazanmasının ve ‘onurlu ve adil bir barış ortamı’ oluşmasının altını çizer.[6] Ama temel talebi ne olursa olsun Galatasaray Meydanı’ndan Cizre’deki meydana, kayıp yakınlarının mücadelesi, zamanın onların yakınları kaybedilmemiş gibi akmasına kökten bir itiraz anlamına gelir; Cumartesi Anneleri zamanın akışının feshini talep eder, aradan kaç yıl geçerse geçsin hiçbir şey kaybettiklerinin anısını silmez, silemez.

Son olarak Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin toplumsal cinsiyet boyutuna değineceğim. Eylem aslında ilk başta Cumartesi İnsanları ismiyle düşünüldüyse de sonradan Cumartesi Anneleri -Dayikên Şemîyê ismiyle kalıcılaştı. Eylemlerde aktif olanlar sıklıkla kaybedilenlerin eşleri oldu; şüphesiz kaybedilenlerin anneleri, kardeşleri ve diğer yakınları da yer aldı. Cumartesi Anneleri deyince kafamızda canlanan güçlü ikonografi, yani en önde ellerinde sevdiklerinin fotoğrafları ve karanfillerle oturan beyaz yemenili kadınlar, bu eylemi yoktan var etti. Bununla da kalmadı, kendilerine dair hem çok kişisel hem çok politik bir meseleyi, sevdiklerinin bir politik davanın neferi, Kürt özgürlük hareketinin milisi, radikal bir sol örgütün militanı olduğu için nasıl kaybedildiğini anlattılar. Bu anlatıyı güçlü bir hikâye haline getirdiler. Bu hikâyede kelimenin en saf haliyle özel olan politikti; hem onun nasıl çok başka biri olduğunu hem de davasına nasıl bağlı olduğunu, hem onu nasıl özlediklerini hem de katillerinden hesap sormayı nasıl hiç bırakmayacaklarını anlattılar. Yetmedi, tüm bu eylemlilik sürecinde kaybettikleri eşlerinin ardından herkesi bir arada tuttular, çalıştılar, çocuk büyüttüler ve yine de her Cumartesi eylem alanına çıktılar.

Zorla kaybedilenlerin eşlerinin yani aslında Cumartesi Anneleri’ni var edenlerin tecrübelerine odaklanan ve ilginç bir biçimde hem sivil toplum alanında hem de akademide hak ettiğinden daha az ilgi gören bir raporda Özlem Kaya ve Hatice Bozkurt kayıp eşlerinin tecrübelerine ve anlatılarına bakmanın neden çok önemli olduğunu mükemmel bir şekilde anlatır. Bu anlatılar bize birkaç şeyi bir arada gösterir: Zorla kaybetme anı çok uzun ve köklü bir devlet şiddeti sürecinin içinde bir andır; öncesi ve sonrasıyla birlikte düşünmek gerekir. Zorla kaybetmeden önce de devlet şiddetinin çeşitli biçimleri yaşanır ve zorla kaybetme sonrasında da hem devlet şiddeti hem de kapitalizm koşullarında ayakta kalmanın getirdiği güçlükler kayıp yakınları için çok zor ve çok mücadele ettikleri bir süreç anlamına gelir. Kaybedilenlerin eşleri Irak’tan tut Van’a kadar, Muş’a Düzce’ye kadar mevsimlik işçilik yapmış, başkalarının evini temizlemiş, çalışırken mecburen sütünü tarlaya sağmış, gözyaşlarını başta çocukları herkesten saklamış, Türklerin yani onları katledenlerin arasına girmiş, erkek olmuş, daha önce hiç bilmediklerini öğrenmiş, aynı zamanda sokağa çıkmış, her Cumartesi sevdiğinin fotoğrafını kaldırmış kadınlardır.[7] Bu kadınların neredeyse hepsi şu cümleyi tekrar ederler: ‘Son nefesimi verene kadar, bu dünyada ve öbür dünyada, iki elim yakalarındadır’.

Hem insan hakları hareketinin merkezine hem de kendi davalarının gereklerine, hem Türkiye demokrasi kavgasının kalbine hem de Kürdistan özgürlük mücadelesinin ana damarlarına, hem kişisel hayatlarının detaylarına hem de sevdiklerinin politik mücadelesine, davasına ve anısına sadakatle, hem katillerden hesap sorarak hem de rüyalarında sevip kaybettiklerini nasıl gördüklerini anlatarak, bu kadınlar yüzlerce haftadır, azimle, inatla, neredeyse beklentisiz ama asla vazgeçmeden meydanlara çıktılar, bizzat kendileri Türkiye’nin en önemli politik inisiyatiflerinden biri oldular. Cumartesi Anneleri’nin Türkiye’de daha önce hiç açılmamış bir alanı açan, sömürgeciliği de, hukukun yalanlarını da, inkarın büyüklüğünü de ve hepsine karşı politik mücadelenin gücünü de ortaya koyan ısrarları olmasaydı bugün Türkiye’de devlet suçlarına, hafıza sahasına, ırkçılığa ve sömürgeciliğe dair pek çok şeyi konuşamıyor olacaktık. İnatları, ısrarları, çabaları, zamana meydan okuyan ve onu fesheden politik mücadeleleri için onlara ne kadar teşekkür etsek azdır; önlerinde saygıyla, minnetle eğiliyorum.

Bu yazı bir süredir ele almaya çalıştığım geçmişin işlenme biçimlerine sömürgecilik ve ırkçılık temelinde bakmaya çalıştığım serinin son yazısı. Bu seriye başlarken yazdıklarıma gelen yorumların, eleştirilerin ve katkıların bana bu kadar çok şey katacağını gerçekten tahmin edemezdim. Değerli zamanını ayırıp yazılarımı okuyan, yorum yapan, görüşlerini e-mail dahil pek çok farklı yolla paylaşan herkese çok teşekkür ederim. Hepsi benim için çok değerli, çok öğretici. Bir süre ara verdikten sonra yine bu seride yaptığım gibi belirli sorular etrafında yazmaya devam etmeye çalışacağım. Gazete Karınca’ya bana yer açtığı, yazdıklarımı sonsuz bir özenle paylaştığı, yazılar yayımlandıktan sonra bile bitmeyen düzeltmelerime nezaketle tahammül ettiği için çok teşekkür ediyorum. Benjamin’le başladık, onunla bitirelim, Benjamin yine aynı metinde, Tarih Kavramı Üzerine’de şu soruyu da sorar: “Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur?” Elbette vardır, kulak verdiğimiz seslerde artık susmuş olanların yankısının izini sürmek bizim biraz da görevimizdir. Yeni serilerde de bu sorunun izini kendimce sürmeye devam edeceğim. Zaman ayırıp okuduğunuz için hepinize sonsuz teşekkür ederim, çok sağ olun, var olun.


[1]Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”Son Bakışta Aşk içinde, der. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları,

[2]Maside Ocak, Pelin Tan röportajı, “Her kayıp yakını sevdiğinin son sözünü bilmek ister,” Türkiye’den Şiddet Hikayeleri, Erişim tarihi: 15 Şubat 2016. Burayı tıklayarak röportajın tamamını okuyabilirsiniz. 

[3]Mezarsızlık olgusuna sadece kayıplar üzerinden değil Kürdistan’da uygulanan özgül bir şiddet pratiği olarak daha geniş bir çerçevede bakan önemli bir çalışma için bkz. Hişyar Özsoy, “BetweenGiftandTaboo: DeathandTheNegotiation of National Identity andSovereignty in theKurdishConflict in Turkey”  Yayımlanmamış Doktora Tezi, TheUniversity of Texas, Austin, 2010. Hişyar Özsoy’un doktora tezine ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz. 

[4]Bekleyişi daha ayrıntılı ele aldığım bir çalışma için bkz. Özgür Sevgi Göral, “Waitingforthedisappeared: waiting as a form of resilienceandthelimits of legal space in Turkey”SocialAnthropology, 2021, 29 (3): 800 – 815. Çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz.

[5]JeanAméry (2015), Suç ve Kefaretin Ötesinde, İstanbul, Metis Yayınları, 2016, s. 9.

[6]Özgür Sevgi Göral, “Memory as experience in times of perpetualviolence: thechallenge of SaturdayMothersvis-à-visculturalaphasia”KurdishStudies, 2021, 9 (1): 77 – 95. Çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz

[7]Hatice Bozkurt, Özlem Kaya, “FotoğrafıKaldırmak”: EşiZorlaKaybedilenKadınlarınDeneyimleri, HafızaMerkeziYayınları, 2014. Çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz.

The post ‘Son nefesimi verene kadar, bu dünyada ve öbür dünyada, iki elim yakalarındadır’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz https://gazetekarinca.com/siz-de-hicbir-seyi-begenmiyorsunuz/ Fri, 11 Feb 2022 07:25:00 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=197798 Özgür Sevgi Göral Benjamin Stora, Fransız Cezayir’inin sömürgeleştirilmesi tarihi, Cezayir bağımsızlık savaşı, bağımsızlık sonrası Cezayir tarihi ve sömürgecilik hafızası konusunda Fransa’nın en bilinen, en prestijli ve öncü tarihçilerinden beri. Çok uzun yıllardır bu konular üzerine çalışıyor ve geçmişten bugüne pak çok faşist grubun ve kişinin saldırılarına hedef olmuş bir tarihçi. Stora 2020 yılında Fransa Başkanı […]

The post Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

Benjamin Stora, Fransız Cezayir’inin sömürgeleştirilmesi tarihi, Cezayir bağımsızlık savaşı, bağımsızlık sonrası Cezayir tarihi ve sömürgecilik hafızası konusunda Fransa’nın en bilinen, en prestijli ve öncü tarihçilerinden beri. Çok uzun yıllardır bu konular üzerine çalışıyor ve geçmişten bugüne pak çok faşist grubun ve kişinin saldırılarına hedef olmuş bir tarihçi. Stora 2020 yılında Fransa Başkanı Emmanuel Macron tarafından görevlendirildi ve Cezayir savaşın bitiminin 60. yılında tartışmak üzere bir rapor yazması istendi. Rapor Ocak 2021 tarihinde “Cezayir Savaşı ve Cezayir’in Sömürgeleştirilmesi Üzerine Hafıza Sorunları” başlığıyla yayımlandı.[1] Aslında rapordan beklenti büyüktü, çünkü Stora’nın raporun giriş kısmında da belirttiği gibi, özellikle 2000’li yılların başından itibaren, Fransa’da Cezayir’in sömürgeleştirilmesi ve sömürgecilik sonrası dönem üzerine çok çeşitlenmiş, dallanıp budaklanmış bir tarihçilik alanı oluştu. Yine Stora’nın raporunda belirtiği gibi, Fransa’daki hafıza sahası açısından da, Cezayir’in sömürgeleştirilmesinden, bağımsızlık savaşından ve bağımsızlık sonrası dönemden, farklı şekillerde etkilenmiş, çok çeşitli sayıda platform, inisiyatif, girişimden oluşan karmaşık ağların toplamı önemli bir rol oynadı.

Cezayir’in sömürgeleştirilmesini sadece geçmişle, sadece Cezayir’le ve sadece bağımsızlığa kadar devam eden bir süreç olarak ele almak yerine sömürgecilik hafızasının bugünle bağını kurarak ele alan pek çok ırkçılık karşıtı grubun varlığının altını çizmek isterim. Irkçılık karşıtı gruplar, sömürgecilik tarihi ve hafızasını, yaşanmış, olmuş bitmiş ve geride kalmış bir geçmişten çok şimdide, bugünde, bugünün Fransa’sında farklı biçimlerde devam eden bir ırkçılık ve sömürgecilik sürekliliği içinde görürler. Bu yeni kuşak radikal gruplar, bugünün Fransa’sının Cezayir kökenli yurttaşlara ve tüm Afrikalı yurttaşlara ve göçmenlere karşı sürdürdüğü ırkçı, düşmanca, kolluk şiddetiyle ve failleri çok güçlü bir cezasızlık zırhıyla koruyan sömürgeci politikaları geçmişle ve Cezayir’in hafızasıyla birlikte düşünürler. Bugünün Fransa’sında banliyölere itilen, her zaman daha kötü işlerde çalışmak zorunda bırakılan, polisin kimlik kontrolleriyle ve şiddetiyle günlük olarak karşılaşan, dökülen devlet lojmanlarında kalmaya zorlanan grupların sistematik olarak Afrika kökenli olmasıyla Cezayir’in sömürgeleştirilmesini ilişkilendirirler. Fransız sömürgeciliği hem bitmiştir hem de Paris’in banliyölerinde maddi koşullardan yoksun bırakılanlar ve her gün haysiyetlerine saldırılanlar nezdinde bitmemiştir de. Sömürgecilik konuşurken sayfalarını bir uzlaşmayla kapatacağımız bir geçmişten bahsetmeyiz, aynı zamanda bugünün sömürü, tahakküm ve güç ilişkilerinde her gün ve yeniden tezahür eden, devam eden, şüphesiz pek çok açıdan farklılaşan ama pek çok açıdan da süregelen bir sistemden bahsederiz.

İşte bu yeni kuşak ırkçılık karşıtı gruplar Benjamin’in raporunu çok yetersiz, bugünün taleplerine ve ihtiyaçlarına cevap vermeyen, geçmişle bugünün Fransa’sı arasında çok zayıf bir bağ kuran dolayısıyla çok azla yetinen bir rapor olmakla eleştirdi. Bu çok beklenir bir eleştiri. Stora raporda en başından itibaren tutumunu net bir şekilde ortaya koyar: Bu rapor iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesini ve Fransa’nın Cezayir hafızasını demokratikleştirmeyi hedeflemektedir. Şüphesiz bu çaba da değerli ama bu hafızanın bugünün, şimdinin içinde nasıl farklı formlarda devam ettiği raporun konusu değil. Üstelik Stora’nın yaptığı öneriler de oldukça anaakım: Stora Fransa ile Cezayir arasındaki diyaloğu geliştirmek için bir Hafıza ve Hakikat Komisyonu kurulmasını öneriyor. Bu komisyonun yapması gereken etkinlikler olarak da 17 Ekim katliamının tarihinin de dahil olduğu yeni anma günleri oluşturmak, bu savaştan etkilenenlerin tanıklıklarını toplamak, Cezayir bağımsızlık savaşında Fransız kontrgerillasının kaybettiği ve katlettiği Ali Boumendjel gibi isimlerin ailelerinden özür dilenmesi, yer adlarının iki toplumu da temsil edecek şekilde değiştirilmesi, Fransa’nın Cezayir politikalarına itiraz edenlerin sembol ismi GisèleHalimi’yi mühim Fransız adamlarının anıt mezarı olan Panthéon’a nakledilmesi, iki taraftan tarihçilerin birlikte çalışması için özel programların ve vize türlerinin oluşturması gibi bir dizi etkinlik sayılıyor.

Benjamin Stora sonrasında bu raporu bir kitaba çevirerek de yayımladı. Raporun kitap versiyonunun başlığı rapordan çok daha ilginç bana sorarsanız. Kitabın başlığı “Fransa, Cezayir. Sancılı Tutkular”dır. Bu başlık Stora’nın her iki ülkenin hafıza sahalarının çoğulluğunu ve farlı politik akımların farklı konumlanışlarını ortaya koymak yerine her iki ülkeyi de birbiriyle yaşadıkları belki biraz da mahrem ilişkiyi yatıştırmak için uzlaşmaya çalışan ya da uzlaşması gereken, kendi içinde homojen ve ortak taleplerle temsil edilebilen, iki farklı birim olarak gören yaklaşımını çok iyi yansıtıyor. Stora’nın bu anaakım perspektifini, radikal yeni kuşak ırkçılık karşıtı hareketlerin yanında bir de bir tarihçi, hem de bu kez raporun tarih yazımına ve metodolojisine dair tercihlerini de tartışarak, analiz etti, eleştirdi. Bu tarihçi, tıpkı Benjamin Stora gibi oldukça erken bir dönemde, henüz kurumsal Fransız akademisinde bu konu yaygın bir biçimde ele alınmıyorken Cezayir’in sömürgeleştirilmesi ve uzun bağımsızlık savaşı üzerine çalışan SylvieThénault idi.[2]

Thénault raporun değerlendirmesine Stora’nın Cezayir, Cezayirliler, Fransa, Fransızlar gibi kategorileri çok keyfi kullandığını ileri sürerek başlar. Kimdir bu Cezayirliler? Örneğin Fransız ordusunda ve Fransızların yanında Cezayir bağımsızlığına karşı savaşmış Cezayirliler demek olan harki’lerin tecrübesiyle 17 Ekim 1961’de Fransız devletinin kaybettiği militanların ailelerinin tecrübesi bir midir? Fransa’da yaşayan Cezayir kökenli Fransızlar gibi kategoriler belirli bir sosyolojik gerçekliği betimlerken kısmi olarak işe yarar olsa da politik bir konuyu tartışırken kullanılması uygun mudur? Diyelim daha benzer bir konumdan gelenler arasında, örneğin yakınlarını 17 Ekim 1961 katliamında kaybetmiş taban örgütleri, bu katliam üzerine çalışan akademisyenler, bu katliamı gelecekteki daha geniş bir uzlaşmanın parçası olarak gören sivil toplum örgütleri arasında, 17 Ekim 1961 katliamının hangi çerçeveden anılacağı konusunda çok farklı politik yaklaşımlar yok mudur?

SylvieThénault Benjamin Stora’nın raporunu, pek çok farklı açıdan eleştirir. Thénault’ya göre Stora neredeyse sadece Fransızca kaynaklara dayanır ve Anglosakson literatürünün değerlendirmelerini hiçbir şekilde kullanmaz; hafıza sahasının kuşaklar arası, farklı politik konumlar arası, farklı talepleri öne çıkaran kurumlar ve kişiler arası farklılaşmasını derinlikle yansıtmaz; Fransa devletinin özür dilemesi konusunda kimi tarihsel olarak olumsuz sonuçlanmış özür örneklerinden yola çıkarak fazla mesafeli durur; geçiş dönemi adaleti paradigmasına başvurmasına rağmen bu alandaki çok önemli tartışmaları içermez; kendi icadı olan Fransa ve Cezayir arasındaki ‘temas dünyası’ kavramını fazla geniş kullanır ve bir yarayı iyileştirmek veya sancılı tutkulardan onları yatıştırarak kurtulmak gibi metaforlar aracılığıyla fazla dengeli bir yaklaşım tutturur. SylvieThénault, Stora’nın raporuna yönelik tüm bu eleştirileri yaptıktan sonra çok basit bir soru sorar: Neden daha fazlasını istemeyelim, neden daha iddialı şeyler talep etmeyelim ki?

Bu soruyu çok haklı buluyorum, bu sorunun Türkiye hafıza sahasının özellikle Kürdistan’daki sömürgeci ve ırkçı şiddet biçimleriyle hesaplaşma süreçlerindeki tutukluğa dair de sorulabilecek, belki çok basit ama çok kilit bir soru olduğuna inanıyorum. Gerçekten neden daha fazlasını istemeyelim ki? İdeolojik olmamak için mi? Sürekli mutedil, yapılsa bile aslında pek bir anlamı olmayacak, içinde bulunulan konjonktürün gerçek politik mücadeleleri, beklentileri ve iddialarının yanında çok yavan kalacak talepleri sanki elde edilse büyük bir kazanım olacakmış gibi ve gururla yeniden ve yeniden dile getirmek ideolojik değil mi? Diyelim ki; çok talepkar olunca kazanamıyoruz, devlete ve onun temsilcilerine, kurumlarına ne kadar aklı selim, mutedil olduğumuzu ispat ederek konuşunca kazanabiliyor muyuz? Türkiye’de hafıza sahasının Ermeni Soykırımı’nın tanınmasından Kürt savaşının şiddetinin ve ırkçı, sömürgeci yapının izlerinin açığa çıkarılmasına, en önemli ve radikal taleplerinin çok kısmen, çok parçalı ve her yükselen faşizm döneminde geri çekilmek kaydıyla da olsa tanınmasına acaba rica eden, mutedil ve çok aklı selim öznelerin çabasıyla mı yoksa radikal politik mücadelelerin, öz örgütlülüklerin, farklı sömürgecilik ve inkâr karşıtı grupların çoğu zaman fazla ideolojik olarak işaretlenen, dudak bükülen ve bir türlü hafıza sahasının daha mutedil aktörleri tarafından hakkı teslim edilmeyen militanlarının politik mücadeleleriyle mi ulaşıldı?

SylvieThénault’nun sorusunu, Türkiye hafıza sahası bağlamında, Ekim 2021 tarihinde Diyarbakır’da sergilenen Ahmet Güneştekin’in sergisi bağlamında tartışmak istiyorum. Ahmet Güneştekin Diyarbakır’da Hafıza Odası isimli bir sergi gerçekleştirdi. Sergiyi gezemedim, sosyal medyada süren tartışmalar dışında Güneştekin’in işlerini maalesef görme fırsatım olmadı. Fakat ben bu yazıda serginin kendisini ve içeriğini değil, sergiye getirilen eleştirilere ve bu eleştiriler bağlamında Türkiye hafıza sahasının görece daha ‘mutedil’ kurum ve kişilerinin konumlanışlarına dair bir tartışma yapmak istiyorum. Bu yazıyı okuyanların takip etmiş olabileceği gibi serginin açılışında Ertuğrul Özkök ile İsmail Saymaz’ın da içinde olduğu halay görüntüleri, ‘Sorunlarla Yüzleşelim’ hashtag’iyle birlikte sosyal medyadan sunuldu. Bu sunum, aslında serginin nasıl bir çerçeveyle takdim edildiğine dair bize sadece entelektüel olarak değil politik olarak da önemli şeyler söyler. Ertuğrul Özkök Türkiye’de Kürtlere karşı sürdürülen, özellikle topyekûn savaş yıllarının medyadaki önemli tetikçilerinden biri, bildiğim kadarıyla bu konuda henüz bir özeleştiri de yapmadı. Özkök, Kürdistan coğrafyası için oldukça sembolik bir isim. Bu halay bize ‘sorunlarla yüzleşmenin’ nasıl olacağına dair entelektüel ve politik bir çerçeve çiziyor. Bu çerçeveye Kürdistan’daki kimi kesimlerin, özellikle de hafıza sahasının başat aktörleri olan politik hareketlerin içindeki militanların itiraz etmelerini son derece anlaşılır buluyorum. Fakat mesele benim şahsen bu itirazı nasıl bulduğumdan daha katmanlı ve büyük gibime geliyor, mesele bu itirazların Türkiye hafıza sahasının daha ‘mutedil’ aktörleri tarafından ele alınma biçiminde yatıyor bence.

Sergi açıldıktan kısa bir süre sonra Diyarbakırlı bir grup genç Hafıza Odası sergisini protesto etti. Genç arkadaşlar bir açıklama yaptılar bu açıklamada bu serginin Kürt halkının, Amed halkının bütün değerlerine ihanet olduğunu; bu sergide gösterilen tabutlarda sembolize edilen katledilenlerin faillerinden Meral Akşener gibi isimlerin sergiye çelenk gönderdiğini; hem katledip hem de çelenklerle sergiyi kutlamanın Kürt halkına ihanet olduğunu ileri sürdüler. Açıklama şöyle devam etti: “Eğer gerçekten hafıza görmek istiyorsanız, Surlara bakmanız yeterlidir. Evlerimiz yıkıldı, yerine Surla alakası olmayan evler yapıldı. İnsanlarımız katledildi. O nedenle yapılan sergi değil, bizim bütün değerlerimize ihanettir.” Protesto eylemini düzenleyen gençler, “Amed uyuma, hafızana sahip çık” sloganlarının ardından bazı tabutları surlardan aşağıya attı.[3]

Sur sadece insanların katledildiği bir yer değil aynı zamanda, en azından Kürt hareketinin perspektifinden bakarsak, insanların özyönetim sonrası gelen açıklamalara karşı direndikleri için katledildiği bir yer. Dolayısıyla Sur, Kürt hareketi açısından hem bir direniş hem bir katliam yeri. Kürt hareketi Diyarbakır’da yapılan protestoyu sahiplendi ve olumlu buldu. Bunu da şaşırtıcı ya da tuhaf bulmuyorum, tıpkı hafıza sahasının daha ‘mutedil’ aktörlerinin kendi çizgilerine uygun politik muhtevası olan işleri olumladığı gibi Kürt hareketi de elbette kendi politik çizgisine uygun olan politik çıkışları onaylayacaktır. Benim bu yazıda sormak istediğim soru ise biraz daha farklı: Neden Türkiye hafıza sahasının neredeyse bütün ‘mutedil’ aktörleri Diyarbakır’daki bu sergiye yapılan protestoyu bir tür vandalizm, şiddet, kabul edilemez bir saldırı olarak çerçevelediler? Bu yazıda üzerinde düşünmeye çalışacağım şey bu olacak.

Önce birkaç noktayı netleştirmekte yarar var. Bu sergiyle ilgili pek çok çelişkili durum söz konusu olabilir, sergiyi gezenlerin büyük bir bölümü sergiyi Kürt savaşında bir barış umudunun desteklenmesi olarak gördükleri için ziyaret etmiş ve gezmiş olabilirler. Bu serginin kendisi, İsmail Saymaz’ın ‘Sorunlarla Yüzleşelim’ hashtag’iyle sunduğu halaydan çok daha etraflı bir eleştirellik içeriyor olabilir. Tüm bunların böyle olması, sergiyi eleştirenlerin ‘siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz’ serzenişleriyle, vandalizmle, şiddet uyguladıkları gerekçesiyle dikkate alınmamaları sonucunu getirir ve yaptıkları politik eleştiriyi hükümsüz kılar mı? Bana göre kılamaz ve bu sergiyi eleştirenlerin yaptıkları eleştiride Türkiye hafıza sahasının tamamının anlaması gereken bir politik itiraz yatmaktadır.

Türkiye hafıza sahası özellikle 2000’li yılların başından itibaren egemen inkârcı, sömürgeci ve ırkçı anlatıları aşındırmak konusunda, önemli bir birikim üretmiştir. Bu birikimin, özellikle sanat alanındaki tezahürlerine, serinkanlılıkla bakan ve Türkiye hafıza sahasının egemen anlatıları aşındıran etkisini etraflı bir biçimde değerlendiren bir çalışma için Birikim dergisinin Yeni Bir Hatırlama Kültürüne Doğru sayısındaki Devrim Sezer ve Emre Gönlügül’ün yazısına bakılabilir.[4] Türkiye hafıza sahası artık ne yapılsa beğenmemiz gereken bir çoraklık filan anlamına gelmez, aksine bu saha önemli ölçüde sanatsal çalışmanın üretildiği bir yer anlamına gelir.[5]Dolayısıyla Diyarbakır’da Hafıza Odası sergisini protesto edenler, hiçbir üretimin yapılmadığı, mutlak bir unutuşun hüküm sürdüğü bomboş bir sahada hareket etmiyorlar; önemli bir birikimin oluştuğu bir alanda bir sanatsal işin, hem içeriğinin hem de sunulma biçiminin, politik çerçevesini tartışıyorlar. Onlara ortada doğru düzgün bir üretim mi var da yapılanı eleştiriyorsunuz demenin bana kalırsa bir karşılığı yok.

İkinci olarak, özellikle şiddet ve vandalizm eleştirisini son derece yersiz bulduğumu belirtmek istiyorum. Bu bakış açısıyla bakarsak Tolstoy’u, Gogol’ü, Dostoyevski’yi tarihin çöp sepetine atacağını iddia eden Rus fütüristleri, Cezayir Bağımsızlık Savaşını destekleyen işleri tahrip eden Fransız sitüasyonistleri, burjuvazinin ürettiği pek çok forma son derece radikal bir üslupla saldıran Dadacıları ve gerçeküstücüleri vandal olarak nitelendirip eleştirilerini dikkate almamamız gerekir; oysa hiçbirimiz asla böyle yapmıyoruz. Buradan yola çıkarak Diyarbakır’daki protestoyu gerçekleştiren arkadaşlarımızın fütürist ya da gerçeküstücü olduğunu ileri sürmüyorum; bu da tartışma konusu olabilir ama benim ileri sürdüğüm şey, özellikle politik bir muhteva içeren sanatsal işlerin bütün bir 20. yüzyıl boyunca farklı entelektüel ve politik aktörler tarafından çok sert bir eleştiriye tabi tutulduğudur. Bu süreç Diyarbakır’da yapılan protesto ile başlamadığı gibi onunla da sona ermeyecektir.

Son olarak söylemek istediğim şey ise şu: Diyarbakır’dan yükselen bu politik eleştiriye, bu eleştiriyi beğenelim ya da beğenmeyelim, onaylayalım ya da onaylamayalım, ama her durumda kulak kabartmamak, bu yükselen ses üzerine düşünmemek, bunun politik anlamları üzerine kafa yormamak bence Türkiye hafıza sahasının tamamını güdükleştiriyor, sığlaştırıyor ve klişe argümanlarla yoluna devam etmesine yol açıyor. Benim bu eleştiriye ‘Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz’ diyerek kulak tıkayanlara ya da öfkelenenlere ilişkin en önemli itirazım ne kibirli olmaları ne sahayı evcilleştirmeleri ne de Diyarbakır’daki sözü önemsiz kılmaları. Bunlar da söylenebilir elbet ama benim bu yaklaşımla esas derdim, kendi ‘mutedilliğini’ politik tartışma, eleştiri ve analiz etme alanının dışına çıkarmaya çalışırken kendisiyle eşit başka aktörlerin bu kadar köklü itirazları üzerine düşünmeyerek, bu itirazı tartışma konusu yapmayarak Türkiye hafıza sahasını yüzeysel ve güdük olmaya mahkûm etmeleridir. Politik bir anlamı olan herhangi bir sanat işine yapılan esas eleştiri ‘Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorunuz’ cümlesiyle karşılanıyorsa bu olsa olsa bu cümleyi kuranların düşün dünyasının ne kadar güdük olduğunu ortaya koyar. Sur’un ölüleri hala yerde yatarken, kimse hiçbir şeyi beğenmek zorunda değildir; beğenmedikleri durumda da hafıza sahasının ‘mutedil’ aktörleriyle aynı göz hizasından ve eşit bir yerden konuşan politik öznelerdir. Başlangıç olarak bunu bile tanımamak, bana kalırsa, Türkiye düşün dünyasının sığlığının sebeplerinden biridir. Ben Diyarbakır’dan yükselen sese, politik itiraza ve onun sebeplerine kulak kabartmak, bu itiraz üzerine düşünmek ve bu itirazı, bu sesi hafıza sahasının içinde hakkettiği saygın yere yerleştirmek istiyorum. Benjamin Stora’nın raporundan başlamıştık, onunla bitirelim, Sylvie Thénault’nun bu raporu eleştirirken sorduğu çok basit ama çok önemli soruyu Diyarbakır’dan yükselen politik itirazla birlikte hep birlikte düşünelim derim: Neden daha fazlasını istemeyelim, neden daha iddialı şeyler talep etmeyelim ki? ‘Mutedil’ini isteyince oluyor mu sanki?


[1]Benjamin Stora’nın kaleme aldığı raporun tam metni için buraya tıklayınız.

[2]SylvieThénault’nun Benjamin Stora’nınraporuna dair yaptığı analizin tam metni için buraya tıklayınız.

[3]İlgili habere ulaşmak için buraya tıklayınız. 

[4] Devrim Sezer ve Emre Gönlügül yazıda bu yeni hafıza sahasının hemen ve köklü bir dönüştürücü gücü olduğunu ileri sürmezler ve bizi aman dikkat diyerek uyarırlar. Ancak hafıza sahasındaki pek çok girişimin bir köşeden, farklı biçimlerde egemen anlatıyı nasıl aşındırığını ve ürettikleri yeni hatırlama pratiklerinin uzun soluklu dönüştürüc etkisi konusunda çok iyi bir çerçeve çizerler. Devrim Sezer ve Emre Gönlügül, “Egemen Anlatıları Aşındırmak: Hafıza Peyzajına Kamusal ve Sanatsal Müdahaleler”, Birikim, no. 392, Aralık 2021, ss. 10 – 24.

[5] Hafıza Merkezi’nin 2000’li yıllardaki sanat ve hafıza işlerinin hem kataloğunu çıkardığı hem de buna dair tartışmalar yaptığı derlemesi de bu konuda önemli bir kaynak oluşturur: Hafıza ve Sanat Konuşmaları,der. Eylem Ertürk, Sevim Sancaktar, Hafıza Merkezi Yayınları, 202.

The post Siz de hiçbir şeyi beğenmiyorsunuz first appeared on Gazete Karınca.

]]>
‘Sıkıntı yaşamak istemeyen başka bir meslek seçsin’ https://gazetekarinca.com/sikinti-yasamak-istemeyen-baska-bir-meslek-secsin/ Fri, 04 Feb 2022 07:44:10 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=197050 Özgür Sevgi Göral Geçen hafta, hafıza sahasıyla çok köklü bir ilişki içinde olan hukuk alanını ele almaya çalıştım. Hem Fransa’da hem Türkiye’de konu sömürgecilikle ilişkili olarak işlenen devlet suçları olunca hukuk alanı, zaman zaman kimi kapıları aralıyor gibi olsa da, en nihayetinde katı, sistematik, yapısallaşmış ve değişmeyen bir faili koruma refleksiyle hareket eder. Yargı mekanizması, […]

The post ‘Sıkıntı yaşamak istemeyen başka bir meslek seçsin’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

Geçen hafta, hafıza sahasıyla çok köklü bir ilişki içinde olan hukuk alanını ele almaya çalıştım. Hem Fransa’da hem Türkiye’de konu sömürgecilikle ilişkili olarak işlenen devlet suçları olunca hukuk alanı, zaman zaman kimi kapıları aralıyor gibi olsa da, en nihayetinde katı, sistematik, yapısallaşmış ve değişmeyen bir faili koruma refleksiyle hareket eder. Yargı mekanizması, bir bütün olarak, failler sömürgeci rejimde sömürgeye karşı direnenleri ve politik mücadele verenleri katledince, işkence yapınca, zorla kaybedince katı bir cezasızlık zırhıyla failleri korur. Yine geçen hafta, özellikle Türkiye örneğinde, bu cezasızlık zırhının farklı politik konjonktürlerde aralanır gibi olmasına rağmen, Cizre JİTEM ekibinin yargılandığı Temizöz ve Diğerleri dosyasından yola çıkarak, o zırhın nihai olarak nasıl dokunulmadan kaldığını vurgulamıştım. Buna rağmen Kürdistan’daki kayıp yakınlarının, illa sonuca dair bir umut ya da beklentiyle değil ama yargılama sürecinin kendisine etik ve politik olarak müdahale etmek için bu dosyayı yakından takip ettiler. Bu mücadeleyi, kayıp yakınlarının hem gerçek Kürdistan’da hem de sömürgeci hukuk aleminde tezahür eden yasal Kürdistan’da verdikleri bir tanınma, kaybedilene sadakat, inat ve devlete ve zamanın geçişine meydan okuma mücadelesi olarak görüyorum.

Bugün hukuk alanından konuşmaya bu kez Fransa’daki bir örneğe yoğunlaşarak devam edeceğim. Fransa örneğinden ele alacağım dava aynı zamanda bizi, devlet şiddetinin hem çok önemli ama hem de belki oldukça idealize edilmiş bir kavramı olan arşiv kavramı üzerine de düşünmeye teşvik edecek. Hafıza militanları başlıklı yazımda bir hafıza militanı olan Jean-LucEuinadi’yi ve 17 Ekim 1961’de Paris’te 200’den fazla Cezayirlinin öldürüldüğü kıyımın bir katliam ve devlet suçu olarak tanınması için mücadelesini anlatmıştım. Şimdi 17 Ekim 1961 katliamının en önemli faillerinden, eski Nazi işbirlikçisi MauricePapon ve hafıza militanı Jean-LucEuinadi arasındaki iki farklı yargısal süreçten söz edeceğim. Bu yargılamalardan biri, aynı zamanda iki Fransız arşivcinin kritik katkısıyla seyir değiştirdiğinden, arşiv meselesini de tartışmaya açmak açısından çok uygun bir zemin oluştururlar.

Maurice Papon

17 Ekim 1961’de sadece Cezayirlileri kapsayan ırkçı sokağa çıkma yasağını protesto etmek için Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi Fransa Federasyonu’nun çağrısıyla sokağa çıkan binlerce Cezayirli’nin dövülerek, Seine nehrine atılarak, köprü ağızlarında ve metro çıkışlarında sıkıştırılarak ve gözaltı merkezlerinde işkenceden geçirildikten sonra Paris’te katledilmesinin birinci sorumlusu dönemin Paris Emniyet Müdürü Maurice Papon’dur. Maurice Papon, Türkiye’deki faillere çok benzer biçimde, Cezayir, Fas ve Korsika’da görev yapmış, sömürgeci emniyet yapısının içinde yer almıştır. Tıpkı Türkiye’deki insanlığa karşı suç işlemiş askeri personel için Kıbrıs’ta ve Kürdistan’da görev yapmanın tipik olması gibi pek çok Nazi işbirlikçisi Fransız askeri personeli de Kuzey Afrika’daki sömürgelerde ilk eğitimlerini almışlardı. Papon, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’da işbirlikçi Vichy hükümeti yönetimdeyken Bordeaux’da emniyet müdürüydü. Bu yazıda sözünü edeceğim ilk yargılama süreci Maurice Papon’un Bordeaux emniyet müdürü iken işlediği suçlardan ötürü başlatıldı.

1997 yılında, politik hareketlerin, hafıza militanlarının, muhalif medya kuruluşlarının ve farklı taban örgütlerinin, çok uzun süren çabalarından sonra Maurice Papon, Bordeaux emniyet müdürü olduğu sırada bu bölgedeki Yahudileri, sonrasında Auschwitz temerküz kampına yollanacakları Drancy’deki kampa gönderme suçundan yargılanmaya başladı. Bu dava dosyası, Papon’un sadece işbirlikçi Vichy hükümeti döneminde işlediği suçlarla ilgiliydi ve dosyada 17 Ekim 1961 katliamının ismi bile geçmiyordu. Fransa’nın çok ayak sürüyerek ve isteksizce başlattığı geçmişle hesaplaşma ve insanlığa karşı suç işlemiş devlet görevlilerini yargılama süreci Vichy dönemiyle sınırlı kalmıştı ve sömürgeci geçmişine dokunmaktan dikkatle imtina ediyordu. Tarihçi Pierre Vidal-Naquetbu yargılamayı analiz ederken, çok yerinde bir biçimde, şu olgunun altını çizer: Maurice Papon iki yarımdan oluşan bir bütün anlamına gelir; Papon’un ilk yarısı Nazi işgali döneminde Fransa’da bir Nazi işbirlikçisi olarak kamplara gönderdiği Yahudiler ve diğer direnişçilerle ilgilidir. Papon’un diğer yarısı ise Cezayir’de, Fas’ta ve Fransa’da sömürgeci rejimin sürmesi için yönettiği kontr-gerilla aygıtı eliyle, işkence, yasadışı infaz, zorla kaybetme gibi suçları içeren, sömürge karşıtı hareketlerin üyelerine ve bir bütün olarak sömürgeleştirilmiş toplumlara yönelik olarak işlediği insanlığa karşı suçlarından oluşur. Bu iki yarım birbirini tamamlar, ancak bu iki farklı yarımın birleşmesi Maurice Papon gibi bir faili anlamlı bir bütün haline getirir. Pierre Vidal-Naquet bu analizi yaptıktan sonra şunu sorar: Papon’un sadece bir yarısını, sömürgeci yanını dışarda bırakarak salt Nazi işbirlikçisi ve savaş suçlusu yanını yargılamak mümkün müdür? Bu soruya olumsuz yanıt verir ve Papon’un sömürgeci yarısının dosyada görmezden gelindiğini belirterek bu davanın Fransa’nın sömürgeci geçmişindeki suçları hala katı bir şekilde inkâr ettiğinin kanıtı olarak görülmesi gerektiğini ileri sürer.[1]

Şikayetçi avukatları, yine de, bu yargılamaya Maurice Papon’un sömürgeci yarısının gölgesini düşürmeyi başarırlar. Yargılamanın ilk günü sanığın yaşamının (curiculumvitae) ortaya konacağı duruşmaya avukatlar tanık olarak Jean-LucEuinadi’yi çağırır. 1997 yılında artık Euinadi uzun süredir 17 Ekim 1961 katliamının devlet suçu olarak tanınması için mücadele etmektedir, bu mücadelenin bilinen isimlerindendir. Şikayetçi avukatları, Einadi’yi çağırma sebeplerinin ‘öldürülen Yahudilerin kızlarının ve oğullarının aldıkları sözü 1961 katliamında öldürülen Arapların kızlarına ve oğullarına da vermesi’ olduğunu söyler; Papon’un farklı dönemlerde işlediği suçlarda katlettiği Yahudilerin ve Cezayirlilerin “anılarının ve haysiyetlerinin eşitliğini gösterme niyetinin” altını çizerler.[2] Euinadi yargılamanın ilk günü tanık sıfatıyla kürsüye çıkar ve Fransız devletinin açmaktan imtina ettiği meseleyi yani 17 Ekim katliamını açar. Elindeki verileri tek tek ortaya koyar ve 17 Ekim 1961 katliamının devlet suçu olarak tanınması gerektiğini ve bu suçun en önemli faillerinden birinin Papon olduğunu anlatır. Önemli bir çıkış olsa da yargılamanın genel seyri açısından etkisi olmaz, belki esas etkisi 17 Ekim 1961 katliamını yeniden gündeme getirmeye olan katkısıdır.

Duruşmadan sonra Fransız sağı Jean-LucEuinadi’yi, aslında pek çok hafıza militanına yapılan muameleye çok benzer bir şekilde, itibarsızlaşmak için uğraştı. Önce profesyonel tarihçi olmadığının altı çizildi, sonra radikal sol bir örgütün eski militanı olduğu dile getirildi, yaptığı işin tarihçilik bağlamında ciddiye alınmayacağı vurgulandı. Pek çok farklı sağ dergide yazan profesyonel tarihçi Euinadi’nin sadece mahkemede verdiği ifadeyi değil 17 Ekim 1961 katliamını anlattığı kitabını da fazla ‘ideolojik’ ve militan olduğu gerekçesiyle itibarsızlaştırdı. Bu arada 1998 yılında Nazi işbirlikçisi Maurice Papon hakkında mahkemeden karar çıktı: Papon, III. Reich güçleri tarafından işgal edilmiş Fransa’da 1942 ve 1944 yılları arasında Bordeaux bölgesindeki Yahudileri Drancy kampına göndermek için tutuklamak ve hapsetmek suçundan suçlu bulundu. Öte yandan mahkeme, Papon’un Yahudilerin yok edilmesiyle ilgili bilgisinin olduğuna dair kanıt olmadığına kanaat getirdiğinden, öldürme suçuna iştirakten sanığı suçsuz buldu. Dolayısıyla aslında Papon’un Nazi işbirlikçisi yarısının da mahkemede ne kadar ciddiyetle yargılandığı tartışması baki kaldı.

Jean-LucEuinadi’nin Maurice Popon ile mücadelesi burada son bulmadı ve sonuca bakacak olursak iyi ki de son bulmadı. 1999 yılında Maurice Papon, Jean-LucEuinadi aleyhine bir tazminat davası açtı. Papon, Euinadi’nin 17 Ekim 1961’de olanları tanımlarken “katliam” terimini kullanarak kendisine hakaret ettiği ve iftira attığı suçlamasında bulunuyordu. Bu dosya çok önemli bir kırılma noktası oldu, çünkü bu kez duruşmalar, özellikle de Jean-LucEuinadi’nin kurduğu savunma stratejisi nedeniyle, 17 Ekim 1961’de yaşanan kıyımın neden bir katliam olarak tanımlanması gerektiğine dair tartışmaların yapıldığı bir kürsüye dönüştü. Tarihçiler, gazeteciler, dönemi yaşamış militanlar tek tek kürsüye çıkarak konuştular, ifade verdiler. Sonuç olarak mahkeme 17 Ekim 1961’de olanları tarif ederken katliam kelimesini kullanmanın Papon için hakaret ve iftira suçu teşkil etmediğine, çünkü bu terimin kullanılmasına izin verecek kadar veri olduğuna karar verdi. Ancak mahkemenin seyrini değiştiren olay esasen iki arşivcinin, Philippe Grand ve BrigitteLainé’nin davaya olan müdahaleleri oldu.[3]

Burada devlet suçlarıyla, sömürgecilik ve ırkçılık temelli devlet şiddetiyle uğraşanlar açısından dünyanın her yerinde arşiv kavramının yüklü anlamından kısaca söz etmek isterim. Devlet arşivlerinin devlet suçları ve sömürgecilik ile ırkçılık temelli olanlar başta olmak üzere tüm devlet şiddeti formları hakkındaki gerçeklerin bilinmesi için araştırmacıların çalışmalarına ve aslında esasen daha geniş bir politik ve entelektüel kamuya açılması talebi Guatemala’dan Türkiye’ye, Şili’den Hollanda’ya, Fransa’dan Güney Afrika Cumhuriyeti’ne çok yaygın ve ortak bir taleptir. Öte yandan tarihçiler, antropologlar ve hafıza militanları, farklı şekillerde ifade etseler de, arşivler açılınca mutlak hakikatin büyülü bir şekilde ortaya çıkacağı ve arşivdeki belgelerin tarihsel gerçekliği birebir, tıpkı bir ayna gibi yansıtacağı fikrine, elbette oldukça mesafeli bakarlar. Dolayısıyla arşivler hem çok önemli yerlerdir ama hem de tek başlarına herhangi bir toplumu herhangi bir konuda ikna edecek sihirli belgelere sahip yerler değildir. Ancak tüm bu söylediklerim, dünyanın pek çok yerinde devlet arşivlerinin, resmi otoriteler tarafından keyfi bir biçimde kendi resmi görüşlerini destekleyen tarihçilere ve araştırmacılara açılırken sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı çalışmalar yapan veya herhangi bir şekilde resmi tarih anlatısıyla uzlaşmayan tarihçilere ve araştırmacılara kapalı tutulduğu gerçeğini değiştirmez.[4]

Papon’un Jean-LucEuinadi’ye açtığı tazminat davasının seyrini değiştiren iki arşivci, Philippe Grand ve BrigiteLainé, işte bu keyfiliğin son derece farkında iki devlet memuruydu. Philippe Grand radikal sol bir örgüt geçmişi olan, sonrasında devlet bürokrasisi içinde arşivci olarak çalışmaya başlasa da kolayca “hafıza militanı” olarak tanımlanacak bir politik geçmişe ve perspektife sahip biri. BrigitteLainé ise bu tür bir radikal geçmişten gelmiyor, kendisini solcu Katolik olarak tanımlıyor. Bu iki arşivci Euinadi’nin, Papon’a hakaret etmek ve iftira atmaktan yargılandığı davada arşivden belgelere dayanarak Euinadi lehine tanıklık yapıyorlar. Ve bu tanıklığın bedelini de sonrasında hayatları boyunca ödüyorlar. Meslek yaşamları fiili olarak bitiriliyor, Fransa’da oldukça devletçi bir grup olan arşivci meslektaşları tarafından dışlanıyorlar, Fransa’nın sömürgeci geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini düşünen tarihçiler, araştırmacılar ve taban örgütlerinden başka kimse yanlarında durmuyor. Fransa’daki durum böyle iken dünya çapında, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nden farklı araştırmacılar, arşivci grupları, tarihçiler, taban örgütlerinden çok yoğun bir destek alıyorlar.

Yıllar sonra bu iki arşivci ile bu meşhur davadaki tutumları üzerine yapılan bir mülakatta ikisi de kahramanlaştırılmak istemediklerini, sadece mesleklerinin gereğini yerine getirdiklerini vurgular. Philippe Grand mahkemede ifade vermelerini arşivcilik mesleğinin doğal bir sonucu olarak gördüğünün altını çizer ve ekler: “Sıkıntı yaşamak istemeyen başka bir meslek seçsin.”[5] İki arşivcinin de ısrarla, aldıkları tutumu mesleklerinin gerekliliği olarak görmelerinde bence dikkat çekici bir yan var. Nazilerin 1961’de Kudüs’te yargılanan isimlerinden biri olan Adolf Eichmann yargılaması başta olmak üzere, “görevimin gereğini yetirdim” cümlesi genelde eski Nazilerin işledikleri suçları meşrulaştırmak için kullandıkları bir cümledir. Ancak Fransa örneğinde, bu cümlenin bu iki arşivci nezdinde, devletin sömürgeci suçlarına dair bir ifşa sonucunu getirdiğini görüyoruz; ifşa meslek gereklilerine bağlanıyor. Fransa’da bunun başka kimi tekil örnekleri vardır ancak benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de bunun örneğine pek de rastlamayız. Kimi politik momentlerde üst düzey istihbaratçıların, yüksek kademe bürokratların ya da bizzat faillerin farklı politik saiklerle konuşmasından söz etmiyorum; geçmişin farklı işlenme biçimlerine dair, özellikle de sömürgecilik ve ırkçılık temelli devlet suçları tartışılırken, tartışmaya meslekleri ya da kurumsal aidiyetlerinin getirdiği ilkeler gereği devletin koruduğu failler aleyhine kamusal alanda tutum alan ya da söz söyleyen orta kademe devlet memurlarından söz ediyorum.[6]

Bu yazının bu mesele üzerine de bir düşünme ve tartışma ortamına kapı aralamasını çok isterim. Hafıza sahasının sadece profesyonel tarihçiler, araştırmacılar eliyle değil hafıza militanları, demokratik kitle örgütleri, taban hareketleri ve farklı sivil toplum örgütleri eliyle oluşturulmuş karmaşık ağlarında acaba devlet içinde aktif olarak yer alan ve resmi tarih anlatısının aşınmasına ve farklı anlatıların güçlenmesine, yayılmasına ve itibar kazanmasına destek olmuş ve bunu da mesleklerinin bir gereği olarak yapmış isimler var mıdır? Böylesi isimler, tekil örnekler olarak, özellikle Kürt savaşının uzun 40 yılı boyunca ama aynı zamanda Ermeni soykırımı inkarından farklı türde imha ve pogromlara kadar, çeşitli devlet suçları bakımından belirmiş midir? Eğer böyle tekil örnekler yoksa bu Türkiye’de devlet içindeki farklı kurumların özerkliği, devlet aygıtı dışındaki politik ve toplumsal hareketlerle ilişkileri üzerine bize ne söyler? Türkiye’de, özellikle sömürgecilik ve ırkçılık temelli devlet suçları açısından bu tür figürlerin, en azından benim bildiğim kadarıyla, pek ortaya çıkmamış olması inkârcı devletçi bakışın gücüne ve ikna kapasitesine; kurumların herhangi türde bir özerk işleyişten yoksunluğuna; ya da bürokrasinin bir bütün olarak özel harp aygıtı tarafından konsolide edilmiş olmasına dair neler anlatır? Bu yazının hafıza sahasında mücadele eden, bilgi üreten, çalışan tüm kişi ve kurumlar nezdinde bu soruların ortaya çıkışına yol açmasını, bu çerçevede yapılacak bir tartışmaya son derece mütevazı bir katkı olmasını çok isterim.


[1]Pierre Vidal-Naquet, “Algérie, du témoignage à l’histoire,” Le Monde, 17 Ekim 1996.

[2]FabriceRiceputi, Ici on noyalesAlgériens. La Bataille de Jean-LucEuinadipour la reconnaissancedumassacrepolicier et racistedu 17 octobre 1961, Le PassagerClandestin, 2021, s. 120.

[3]FabriceRiceputi, age., s. 116.

[4]Guatemala’da devlet arşivinin açılması mücadelesi üzerine çok etkileyici bir çalışma için bkz. KirstenWeld, PaperCadavers. TheArchives of Dictatorship in Guatemala, Duke UniversityPress, 2014.

[5]FabriceRiceputi, age., s. 168.

[6]Faklı politik konjonktürlerde farklı faillerin konuşmasına ve bu konuşmaların çelişkili anlamlarına dair çok önemli bir çalışma için bkz. Yeşim Yaprak Yıldız, “Failin Sözü Bize Ne Söyler? Türkiye’deDevlet Şiddetinin Failleri, İfşaatları veİtirafları,”Türkiye’de Geçiş Dönemi Adaleti: Dönüşen Özneler, Yöntemler ve Araçlar içinde, Hafıza Merkezi Yayınları, 2021, s 27 – 37. Barış Akademisyenleri bu anlamda şüphesiz çok önemli hatta çok köklü bir kırılma anlamına gelen bir örnek ama hem kolektif niteliği hem de kastettiğim tekil ve meslek etiği temelli yaklaşımın tüm imzacıları kapsamayacağı nedeniyle sormaya çalıştığım sorulara ne kadar cevap teşkil eder, emin değilim.

The post ‘Sıkıntı yaşamak istemeyen başka bir meslek seçsin’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Adalet mülkün temelidir https://gazetekarinca.com/adalet-mulkun-temelidir/ Fri, 28 Jan 2022 07:29:35 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=196157 Özgür Sevgi Göral Bu hafta Cizre’ye geri dönelim. Geçmişi Ermeni Soykırımı’na, 24 Nisan 1915’te evlerinden alınarak katledilen “180 kadar” Ermeni aydınına kadar götürülebilecek zorla kaybetme suçunun 1990’lı yıllarda Kürdistan’da belki en yoğun biçimde uygulandığı Cizre’ye gidelim. Sadece zorla kaybedilenleri değil, Kürt savaşının pek çok veçhesini Cizre’ye bakarak kavrayabiliriz. Çünkü Cizre Kürt hareketi etrafında çok güçlü […]

The post Adalet mülkün temelidir first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

Bu hafta Cizre’ye geri dönelim. Geçmişi Ermeni Soykırımı’na, 24 Nisan 1915’te evlerinden alınarak katledilen “180 kadar” Ermeni aydınına kadar götürülebilecek zorla kaybetme suçunun 1990’lı yıllarda Kürdistan’da belki en yoğun biçimde uygulandığı Cizre’ye gidelim. Sadece zorla kaybedilenleri değil, Kürt savaşının pek çok veçhesini Cizre’ye bakarak kavrayabiliriz. Çünkü Cizre Kürt hareketi etrafında çok güçlü bir biçimde mobilize olmuş politik bir merkezdir. 1990’lar Kürt savaşının şiddetlendiği ve aynı zamanda Kürt hareketinin yeni kurumlar ve örgütlenme biçimleri üreterek güçlendiği, kurumsallaştığı ve kitle desteğini artırdığı yıllar. Cizre işte bu politik mobilizasyon dalgasının sembollerinden biri olduğu için aynı zamanda çok büyük bir devlet şiddetiyle karşı karşıya kalır.

12 Eylül darbesinden sonra zorla kaybedilenleri 3 gruba ayırabiliriz: Birinci grupta erken dönemde yani 1980 cuntasından hemen sonra ve 1990’ların başında, çoğunluğu radikal/silahlı sol örgütlerin militanı olan öğrenciler, işçiler ve sendikacılar vardır. Yerelde Kürt hareketinin sözcülerinin oluşturduğu ikinci grup, Kürt siyaseti etrafındaki politik mobilizasyonu temsil eden gazeteciler, siyasetçiler, taban örgütü militanları, avukatlar ve insan hakları savunucularından oluşur. Üçüncü grup ise, PKK örgütüne lojistik destek vermekle ya da milis olmakla suçlanan ve Kürdistan’da yaşayan yurttaşlardır; zorla kaybedilenlerin çoğunluğu işte bu üçüncü gruba aittir. Dolayısıyla zorla kaybetme suçunu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Kürt savaşının şiddetlendiği 1990’lı yıllarda Kürt hareketi etrafında yaşanan büyük siyasallaşma dalgasına özel harp aygıtı eliyle verdiği bir cevap olarak görebiliriz. Cizre, işte bu üçüncü gruba giren, yani milis olduğu ileri sürülen çok sayıda insanın, özellikle 1992-1994 yılları arasında zorla kaybedildiği yerlerden biridir.

Kayıp yakınları 1990’lı yıllar boyunca Cizre’de, kentteki hem çok güçlü politizasyon hem de çok güçlü devlet şiddeti ikliminin içinde, yakınlarını aramışlar, cenazesi teslim edilmeyenlerin bedenlerine ulaşmaya çalışmışlar ve aslında neredeyse hepsi hukuk mekanizmalarının kapısını çalmışlar. Kayıp yakınlarıyla yaptığım mülakatlarda, kentteki devlet baskısı yüzünden hiçbir yere başvuramadığını söyleyenlerin bile aslında, başka bir yakını, tanıdığı ya da akrabası eliyle kayıptan bir süre sonra hukuk yollarına başvurduğunu farketmiştim. Kayıp yakınları, 1990’lı yılların savaş ortamının içindeyken dilekçeler yazmışlar, savcılara ulaşmaya çalışmışlar, suç duyurusunda bulunmuşlardı. Ancak 1990’lı yıllar boyunca savcıların çoğu türlü bahanelerle bu dilekçelerini kabul etmedi; dilekçeyi kabul edenler arasında ise neredeyse hiçbiri soruşturma başlatmadı. Bazıları askeri görevliler karşısında güçsüz olduklarını belirtti, kimisi dilekçeyi kayıp yakınının gözü önünde yırtıp çöpe attı, kimisi de kayıp yakınlarını tehdit etti. Kayıp yakınlarının çok büyük bir kısmı, dilekçelerini kabul ettirememe, işleme koyduramama, hukuk yollarından hiçbir sonuç alamama hikayeleri anlattılar. Diğer bir deyişle, 1990’lar tam bir cezasızlık dönemi oldu.[1]

Cezasızlık teriminin, suçu işleyen devlet görevlisi olduğu durumda hukuki ya da fiili mekanizmalarla ceza almaması anlamına gelen teknik açıklayıcılığı bir yana, durumu ortaya koymak açısından ne kadar doğru bir kelime olduğundan emin değilim. Tıpkı adaletin tesisi, hukukun üstünlüğü gibi kavramları kullanmanın bir mücadele etme stratejisi olarak bile olsa ne kadar işe yaradığından emin olamadığım gibi. Burada mutlak biçimde fail ile özdeşleşme, onu korumak için kendini siper etme, şikayetçiyi ise çok büyük bir apatiyle hukuk sisteminin içinde hak sahibi bir özne olarak görmeme gibi bir tavırla karşı karşıyayız. Adalet konu Kürdistan’da işlenen insanlığa karşı suçlar olunca imkânsız bir hayale dönüşür ama bunun da ötesinde yargı dediğimiz karmaşık yapı bir bütün olarak failin etrafına bir zırh örerek suç işleyeni kanının son damlasına kadar korur. Şikayetçi olan Kürtleri ise en hafifinden tamamen görmezden gelerek en ağırından ise hakaret ve tehdit ederek yıldırmak için mücadele eder. Kürdistan’da hukuk, hakimleri, savcıları, jargona boğulmuş anlaşılmaz Türkçesi, Kürtçeyi reddetmesi, şikayetçilere aslan kesilen mübaşirleri ve içinde adaletten başka her şeyin olduğu adliyeleriyle, sömürgeci sistemin organik, yapısal bir parçasıdır; o sömürgeci sisteme içkindir.

Bu iç karartıcı tabloda 2007 sonrasında bir şeylerin değişebilmesi ihtimali belirdi.2007 yılında, bazı askerlerin darbeye teşebbüs suçlamasıyla yerel mahkemelerde yargılandığı çok ses getirmiş iki dosya olan Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları başladı. Yargılanan askerlerin, 1990’larda Kürdistan’da işlenen suçlara da karışmış olmaları nedeniyle, bazı askerler ve paramiliter grupların faaliyetleri hakkında ayrı ceza davaları açıldı. Bu askerler, Kürt savaşının otuz yılı boyunca işlenmiş ağır insan hakları ihlalleri için mahkemeye çıkmış Türk ordusunun en kıdemli mensuplarıydı. Toplam 11 önemli davada, askerler, köy korucuları, itirafçı grupları ve emniyet üyelerinden oluşan farklı JİTEM grupları işledikleri suçlar nedeniyle yargılandılar. Cizre JİTEM dosyası olarak da anabileceğimiz ve Cizre ile Silopi’de zorla kaybedilen ve infaz edilen 21 kişinin öldürülmesini içeren Temizöz ve Diğerleri dosyası bu politik konjonktürün davalarından biriydi.

İlk yazımda da bu dosyadan söz etmiştim, sanıklar Cemal Temizöz, Kamil Atak, Temer Atak, Kukel Atak, Adem Yakin, Fırat Altın (Abdülhakim Güven), Hıdır Altuğ, ve sonradan şikayetçi avukatları tarafından açığa çıkarılarak dosyaya eklenen “Yavuz hoca” ya da “Yavuz Güneş” kod adıyla bilinen Uzman Çavuş Burhanettin Kıyak da dahil olmak üzere 8 kişiydi. Bu yazıda sanıklardan değil, kayıp yakınlarının tavrından ve onlar için bu yargılamanın anlamından söz etmek istiyorum. JİTEM yargılamaları başlar başlamaz kayıp yakınları duruşmaları çok büyük bir dikkatle ve kalabalık gruplar halinde izlemeye başladılar. Aynı zamanda da hem yaptığımız mülakatlarda hem verdikleri başka röportajlar ve yaptıkları konuşmalarda, kimi zaman daha incelterek kimi zaman da en apaçık haliyle şunun altını çiziyorlardı: Yargılamalardan en ufak bir beklentileri yoktu. Yargılamaların sonunun ne olacağı belli olmazdı, onlara kalsa bu sanıklar yüz yıl bile ceza alsa içleri soğumazdı ama zaten mahkemenin nasıl biteceğine dair ciddi şüpheleri vardı. Devletin mahkemelerine kesinlikle güvenmiyorlardı, çünkü mahkemeler onlar için şu anlama geliyordu:“[…]mahkeme salonları bizim yerimiz değildir. Devletin mahkemesi Cemal yüzbaşının, Kamil’in yakın arkadaşıdır.”

Peki hiç inanmadıkları, aslında devletin sopasının bir uzantısı olduğunun, sömürgeciliğin bir parçası olduğunun bu kadar farkında oldukları bu davaları neden bu kadar dikkatle, bu kadar sistematik bir biçimde takip ediyorlardı? Aslında 1990’lı yıllarda JİTEM yapısının organik bir parçası gibi hareket eden savcılara hiçbir işe yaramayacağını bildikleri dilekçeleri verirken yaptıklarına benzer bir şey yapıyorlardı. Elbette bu kez, yani Temizöz ve Diğerleri yargılaması başlamışken ve sürerken, yargılananların gerçekten ceza almaları ihtimal dahilindeydi. Ama kayıp yakınları gerçekten işin bu kısmının yanı sıra, yani mahkemenin sonucunda ne olacağının yanı sıra, aynı zamanda mahkemeleri başka türlü mekanlar olarak da görüyorlardı. Sonuç konusunda her zaman çok beklentisizlerdi, faillerin yargılanmasından çok memnun olmalarına rağmen bu işlerin Türkiye’de çok çabuk değişebileceğinin altını çiziyorlardı. Onlar aynı zamanda bu davaları takip etmenin kendileri için politik ve ahlaki bir görev, kaybettikleri yakınlarının mücadelesine sadakat göstermenin bir yolu, kayıplarının peşinde olduklarının bir ispatı, zaman ne kadar geçerse geçsin onu unutmadıklarının bir işareti olarak görüyorlardı. Mahkeme salonu onlar için faillerin yüzüne bakıp hesap sormanın, ifade verirken anlatmak istediklerini devletin kayıtlarına geçirmenin, yıllardır çektiklerini ve ayakta kalarak mücadele ettiklerini Kürtçe ifade etmenin, Cemal Temizöz’ün, Kamil Atak’ın ve diğer faillerin karşısında sevdiklerinin anısına ve mücadelesine sahip çıkmanın, hesap sormanın mekanıydı. Mahkemeler sadece adaletin ne kadar tecelli edeceğine dair mekanlar değil aynı zamanda politik ve ahlaki bir karşılaşma ve hesaplaşma mekanıydılar da. Çoğu kayıpların eşleri olan Kürt kadınları, başlarında beyaz yemenileriyle her duruşmayı en ön sıraya oturarak izlediler. Failler konuşurken Kürtçe mırıldanarak ve beddua ederek, her ifadelerinde yakınlarının nasıl kaybedildiğini bütün ayrıntılarıyla anlatarak, onları hiç unutmadıklarının ve sevdiklerinin anısını yıllardır nasıl taşıdıklarının altını çizerek, eşlerinin kaybedilmesinden sorumlu gördüklerini isim isim sayarak, parmaklarıyla işaret ederek konuştular.

Kayıp yakınları için sadece içinde yaşadıkları gerçeklik değil hukuk alemi de mücadelelerinin bir parçasıydı. Ben bu mücadeleyi, kayıp yakınlarının hem gerçek Kürdistan’da hem de sömürgeci hukuk aleminde tezahür eden yasal Kürdistan’da verdikleri bir tanınma, kaybedilene sadakat, inat ve devlete ve zamanın geçişine meydan okuma mücadelesi olarak görüyorum. 1990’lı yıllar boyunca kayıp yakınları açısından gerçek Kürdistan ne kadar yoğun bir zor ve şiddet içerse de yasal Kürdistan’ın tüm hukuk yolları denenmeli ve sonuna kadar zorlanmalıydı. Şüphesiz gerçek Kürdistan ve yasal Kürdistan aynı zamanda hem ayrı hem de birbirinin içinde kurulan iki alana işaret eder. Başka bir deyişle, yasal Kürdistan ve onun pratikleri kolonyal matrisin yani gerçek Kürdistan’ın içinden geçerek oluşur. Ancak kayıp yakınları, belki de bunun böyle olduğunu en iyi bilenler olmalarına rağmen, bu iki düzeyi ayrıştırmak üzere siyasi bir çağrı yapar. Bu çağrı, bu iki alanın içiçeliğini bedeninde, gündelik pratiklerinde ve siyasi mücadelelerinin her somut adımında hissedenler tarafından aynı zamanda bir politik edim ve ahlaki meydan okuma olarak da yapılır. Bu yaklaşım gerçek bir umuttan kaynaklanmaz, daha çok bir hakkı kazanmak için o hakkı şekillendiren hukuk yollarının takibi zorunluluğundan kaynaklanır.[2]

Kayıp yakınları Temizöz ve Diğerleri yargılaması sürerken de aslında benzer bir şekilde düşündüler. Mahkemenin sonucu kadar süreci örgütlemek, o süreçte orada bulunmak ve faillerle yüzleşerek hesap sormak yasal Kürdistan’ın gereklerinden biri gibi gözüküyordu. Sonuç kayıp yakınlarını haklı çıkardı. AKP hem dosyaların açıldığı sıradaki müttefiklerini değiştirdi hem Kürt savaşını diyalog ve müzakere yoluyla çözme iradesi ortadan kalktı hem de hükümetin yeni ittifakı Türkiye’nin kök faşist hareketi MHP olunca bu dosyalar birer birer kapatılmaya başlandı. Bu durum davayı büyük bir dikkatle takip eden kayıp yakınları tarafından öngörülmüş olmasına rağmen, duruşmalar aynı zamanda bir karşılaşma ve hesaplaşma yeri olduğundan yine de yasal Kürdistan’da kendilerine ayrılan yeri aldılar. Sevdiklerine sadakat ve kaybedilenin politik kavgasını yaşatma mücadelesinin parçası olduğundan ve elbette yine de dosyanın ilk aşamada öngörülemeyecek gidişatını takip etmek için duruşmaları takip ettiler. En nihayetinde, bu dosyaları tüm temel eksikliklerine rağmen yaratan politik konjonktür ortadan kalktığı için, tüm dosyalarda sanıkların tümü beraat etti. Kamil Atak, üstelik, politik konjonktürün değişmesinin ve muhtemelen ceza almayacağının verdiği rahatlıkla “[…] tüm sanıkların beraat ettiği 5 Kasım 2015 tarihli son duruşmada, ‘Ben JİTEM’i değil, Fransızca Jötem’i bilirim,’ diyebilecek kadar yargılama süreciyle dalga geçebiliyordu.”[3] Dalga geçmekte de haklı çıktı; sadece Temizöz ve Diğerleri dosyasında değil diğer dosyalardaki tüm sanıklar da, haklarında kayıp ve infaz edilmiş Kürtlerin yakınları tarafından verilmiş yüzlerce ifade olan bu failler, bu dosyalardan beraat etti. Hepsi aklandılar; insan bazen yargılanmasalar belki daha iyiydi diye düşünmeden edemiyor zira artık bu suçları işlemedikleri mahkeme kararıyla ortaya konulmuş oldu.

Fransa Türkiye’ye çok benzer bir şekilde, katı bir cezasızlık zırhıyla ya da hukukun sömürgeciliğin yapısal bir unsuru olması sorunuyla malul. Fransa’da örneğin Nazi dönemi işbirlikçileri çok sınırlı da olsa yargılandılar ancak sömürgecilik döneminin failleri, suça bulaşmış Fransız devlet görevlilerinin neredeyse hiçbiri mahkeme karşısına çıkmadı, Cezayir’de ya da Fransa’da Cezayirlilere karşı işledikleri insanlığa karşı suçlar nedeniyle hesap vermedi. Fransa Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra, 1968 yılında, tam da 68 hareketi ülkeyi kasıp kavururken çok kapsamlı bir af yasası çıkardı. 31 Temmuz 1968 tarihli bu yasanın birinci maddesi şöyledir: “Cezayir’deki olaylarla ilişkili olarak işlenmiş tüm suçlar bu yasa ile af kapsamına alınmıştır. Bu Maddenin birinci fıkrasında kapsanan süre boyunca Cezayir’de görev yapan askeri personel tarafından işlenen suçlar, Cezayir’deki olaylarla ilgili olarak işlenmiş sayılır.”[4] Bu yasa ile Cezayir Bağımsızlık Savaşı boyunca, özellikle de Fransız askeri personeli tarafından işlenen ve işkence, zorla kaybetme, infaz etme gibi çok temel devlet suçlarını da barındıran fillerin tamamı, af kapsamına alınarak yargılama konusu olmaktan çıkarılır.

Tıpkı kayıp yakınlarının yaptığı gibi pek çok kez Cezayirli ve onların Fransa’da yaşayan sonraki kuşakları, hafıza militanları ve farklı demokratik kitle örgütleri pek çok kez Cezayir’de insanlığa karşı suç işlemiş askeri personelin yargılanması için girişimlerde bulunurlar. Örneğin General Paul Aussaresses’in 2001’de yayımlanmış Cezayir’de Özel Hizmetler. 1955 – 1957 başlıklı, 1955-57 yılları arasında bizzat emir verdiği işkence ve yasadışı infazları anlattığı kitabı hakkında, Halklar Arasında Arkadaşlık ve Irkçılığa Karşı Hareket (MRAP) tarafından mahkeme huzurunda yapılan şikâyet sonuçsuz kalır. Temyiz mahkemesi Fransız Ceza Kanunundaki insanlığa karşı işlenen suçları düzenleyen maddenin geriye yürümeyeceği ve Cezayir’de askeri personel tarafından olaylarda işlenen tüm suçların af kapsamında olduğu gerekçesiyle General Aussaresses’i yargılamayı reddeder.[5] Dolayısıyla Fransa yargısı Cezayir’de sömürgecilik döneminde işlenen insanlığa karşı suçlar açısından tıpkı Kürdistan’da işlenen suçlar açısından Türkiye yargısının aldığı tavra çok benzeyen bir tavır alır: mutlak ret ve inkar, failleri yargılama kapısını açmamak, şikayetçilerin mahkemeleri bir karşılaşma ve hesaplaşma alanına çevirmeye dair tüm politik mücadelelerini boşa düşürme çabası hukuk alanını belirler. Fransa’da mutlak cezasızlık zırhı asla kırılamaz zira Fransız yargısı da sömürgeci sistemin organik, yapısal bir parçasıdır; o sömürgeci sisteme içkindir.

Bu yazıyı yazarken, Cizre’de 24 Ocak 2022 günü, dershaneye gittiği sırada eski köprüde, Yafes Caddesi’nde, sivil polislere ait Ranger tipi zırhlı aracın çarpması sonucu 23 yaşındaki Abdulgaffar Dayan yaşamını yitirdi. Olaydan sonra kayyım tarafından yönetilen Cizre Belediyesi bir açıklama yaparak aracın kendisine ait olduğunu açıkladı. Bu yazının yazarı, bu yazıyı okuyanlar, kayyumla yönetilen Cizre belediyesinden o açıklamayı kaleme alanlar, zırhlı araçla Dayan’a çarparak katledenler, Cizreliler ve aslında tüm Türkiyeliler, bu cinayetten sonra bu suçu işleyen faillerin cezalandırılmayacağını çok iyi biliyor, biliyoruz. Bu suçu işleyen faillerin bir de sırtları sıvazlanarak kollanacaklarını ve terfi ettirileceklerini çok iyi biliyoruz. Cizre’de gencecik yaşında yolda yürürken katledilen Abdulgaffar Dayan’ın yaşamının bu ülkenin mahkemeleri, yargıçları, savcıları, hukuku tesis etmekle yükümlü kamu görevlileri nezdinde miskal kadar kıymeti olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Dayan’ın yakınları ellerinden geleni yapsalar, suç duyurusunda bulunsalar, mahkemeye hazırlansalar, tanıklar dinletseler, avukatlar ellerinden gelen çabayı gösterseler de sonucun milim değişmeyeceğinden hepimiz adımız gibi eminiz. Kürdistan’da suç işleyen devlet görevlilerinin cezasızlığı, bu konu üzerine çalışırken bile, insana tahammül etmesi çok zor gelen bir süreklilik ortaya koyar. Hal böyle iken bunun adına cezasızlık demenin ya da hukuk mekanizmasının sömürgeciliğin bir parçası olduğunu söylemenin, tartışmanın ya da yazmanın bir anlamı var mı, inanın bazen ben de bilemiyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor, yazıyorum.


[1] 1990’lı yıllarda kaybedilenlere dair hukuki manzara Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne götürülen dosyalar bakımından ise Türkiye’deki tablonun tam tersidir. Her ne kadar zorla kaybedilenlerin ailelerinden çok küçük bir bölümü şikayetlerini AİHM’e taşıyabilmiş olsa da AİHM birçok kararında resmi yetkililerin zorla kaybetmeleri soruşturma konusunda isteksiz olduğunu ve Türkiye’de hukuk yollarının etkisiz olduğunu belirledi.  AİHM’e taşınan en önemli davalar Kurt/Türkiye, Çakıcı/Türkiye, Timurtaş/Türkiye, Orhan/Türkiye ve İpek/Türkiye dosyaları idi. AİHM’in zorla kaybetmelerle ilgili gerekçelendirmesinin, Türkiye ve Çeçenistan/Rusya Federasyonu davalarıyla şekillenip dönüştüğü ve zorla kaybetmelerin ayırt edici özellikleri üzerine önemli bir içtihadın ortaya çıkmasıyla sonuçlandığı iddia edilebilir. Özellikle Timurtaş dosyası çok önemli bir yerde durmaktadır. Çünkü bu dosyayı değerlendirirken AİHM, normal şartlarda aranan makul şüphenin ötesinde ispat standardının, somut öğelere dayanmaları durumunda “yeterince güçlü, sarih ve tutarlı birtakım çıkarsamalar ya da benzer nitelikteki çürütülemeyen maddi karinelerin bir arada var olması”yla karşılanabileceğini öne sürmüştür. Hafıza Merkezi’nin çalışmalarına göre, Türkiye, aleyhine AİHM’e taşınan zorla kaybetme davalarının yüzde 87’sinde sorumlu bulunmuştur. Öte yandan, söz konusu AİHM kararlarının çarpıcı bir özelliği de başvuranlarca çok defa ileri sürülmesine rağmen, Mahkeme’nin hiçbir zaman Kürt vatandaşlara yönelik etnik ayrımcılık yapıldığı iddiasını kabul etmemesidir. Diğer bir deyişle, Mahkeme hiçbir zaman Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ayrımcılık yasağını düzenleyen 14. maddesinin ihlal edildiği iddiasını kabul etmemiştir. AİHM önündeki dosyaların analizi için bkz. “Zorla Kaybetmelerle İlgili Hukuki Bulgular,” Hakikat Adalet Hafıza Merkezi (Link için tıklayın)

[2] Gerçek Kürdistan ve yasal Kürdistan terimlerini nasıl geliştirdiğime dairayrıntılı bilgi ve özellikle de Temizöz ve Diğerleri dosyasının etraflı bir incelemesi için bkz. Özgür Sevgi Göral, “ ‘İmkansız bir talep’ olarak adaleti beklemek: Kaybedilenler ve Yakınları”Beklerken. Zamanın Bilgisi ve Öznenin Dönüşümü içinde, der. Zerrin Özlem Biner, Özge Biner, İletişim Yayınları, 2019, ss. 45 – 87 (Link için tıklayın)

[3] Hülya Dinçer, “90’lardan bugüne Türkiye’de cezasızlık politikalarının bilançosu: Savaşın gölgesinde ‘adalete bağırmak’ ”, Toplum ve Bilim,no. 152, 2020, s. 49. Dinçer bu makalesinde aynı zamanda cezasızlık olgusunu pek çok dosyaya birlikte bakarak etraflı biçimde inceler. Yine tüm bu dosyaların son derece ayrıntılı bir analizi için bkz. Emel Ataktürk Sevimli, Esra Kılıç, Gülistan Zeren, Melis Gebeş, Özlem Zıngıl, 1990’lı Yıllardaki Ağır İnsan Hakları İhlallerinde Cezasızlık Sorunu: Kovuşturma Süreci, Hafıza Merkezi Yayınları, 2021 (Link için tıklayın)

[4] William B. Cohen, “The Algerian War, the French State and Official Memory”, Historical Reflections / RéflexionsHistoriques, cilt. 28, no. 2, Summer 2002, s. 224.

[5] Juliette Lelieur-Fischer, “Prosecuting the Crimes against Humanity Committed during the Algerian War: an Impossible Endeavour?”,Journal of International CriminalJustice, no. 2, 2004, s. 231.

The post Adalet mülkün temelidir first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Hafıza militanları https://gazetekarinca.com/hafiza-militanlari/ Fri, 21 Jan 2022 07:54:41 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=195384 Özgür Sevgi Göral 22 Mart 2014’te Jean-LucEuinadi hayatını kaybettiğinde onu uğurlamak için Père-Lachaise mezarlığına gelen küçük grup cenazeye gelen tüm çiçekleri Paris komününün devrimcilerinin kurşuna dizildiği duvarın önüne sessizce bıraktılar. Euinadi her şeyden önce politik bir militandı. 68 eylemleri sürecinde 17 yaşındaki Euinadi, gösterilerde ve işçi grevlerinde aktif olarak yer aldı; Nisan 1971’de ise, Haziran […]

The post Hafıza militanları first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

22 Mart 2014’te Jean-LucEuinadi hayatını kaybettiğinde onu uğurlamak için Père-Lachaise mezarlığına gelen küçük grup cenazeye gelen tüm çiçekleri Paris komününün devrimcilerinin kurşuna dizildiği duvarın önüne sessizce bıraktılar. Euinadi her şeyden önce politik bir militandı. 68 eylemleri sürecinde 17 yaşındaki Euinadi, gösterilerde ve işçi grevlerinde aktif olarak yer aldı; Nisan 1971’de ise, Haziran 1968’ten beri Fransa’da yasaklanmış olan Maocu örgüt Fransa Marksist Leninist Komünist Partisi’ne katıldı. 20 yaşında örgütün yayın organının yazı işleri müdürü oldu; 1982 yılında örgütten ayrıldıktan sonra da örgütlü hayatın içinde kazandığını söylediği sebat, ısrar ve inat gibi özelliklere yaşamı boyunca sadık kaldı. Jean-LucEuinadi’nin ‘amatör’ tarihçilik serüvenine ve 17 Ekim 1961 katliamının tanınması için verdiği-kendisinin ‘yurttaşlık görevi’ olarak tanımladığı- politik mücadeleye bu özellikler damga vurmuştur.

Geçen haftaki yazımda, hafıza sahasının temel kavramı olarak, kamuoyunun geniş kesimlerinin çok güçlü ve süreklileşmiş bir resmi inkarcılık nedeniyle belirli kavramlardan, kelimelerden ve düşünme biçimlerinden koparılarak inkârı içselleştirmesi anlamına gelen ‘sömürgeci afazya’nın işleyişini anlatırken 17 Ekim 1961 katliamından bahsetmiştim. Kısaca tekrar etmek gerekirse, Ekim başında sadece Cezayirli işçiler için ilan edilmiş akşam 20:30’dan sabah 05:30’a kadar geçerli olacak ırkçı sokağa çıkma yasağına karşı Cezayir Kurtuluş Örgütü Fransa Federasyonu’nun çağrısıyla otuz bine yakın Cezayirli gösterici 17 Ekim 1961 Pazar günü Paris’te bir araya geldi. Gösteri, Paris Emniyet Müdürü ve eski bir Nazi işbirlikçisi Maurice Papon’un yönettiği Paris polisinin saldırısıyla korkunç bir katliama dönüştü, toplam en az 200 kişi Paris’in merkezinde ve eylemin farklı buluşma noktalarında, farklı şekillerde katledildi. Jean-LucEuinadi bu katliamın, resmi ve gayri resmi düzeyde çok uzun sürmüş katı inkarına verilen tanınma mücadelesinin önemli isimlerinden biri.

Euinadi kendisini 17 Ekim 1961 katliamının ırkçı ve sömürgeci bir devlet suçu olarak tanınması mücadelesinin içinde nasıl bulduğundan söz ederken önemli bir noktanın altını çizer. 17 Ekim 1961’den hemen sonra Fransız Komünist Partisi’nin içinde yer alan ve partinin resmi tutumundan memnun olmayan Cezayirli militanlardan Maocu, Troçkist ya da liberter komünist çevrelere, farklı göçmen gruplarından pek çok Cezayirli ırkçılık karşıtı inisiyatife aslında 17 Ekim katliamının bilindiğini ve buna karşı tavır da alındığını belirtir. Paris radikal sol çevrelerinde, özellikle de Fransız solunun şoven tutumuna eleştirel bakan sömürgecilik karşıtı bilincin yüksek olduğu daha heterodoks gruplar arasında, De Gaulle’cü ve Nazi artığı polis şeflerinin 17 Ekim 1961’de yaptığı katliamın, farklı düzeylerde bilindiğini ve konuşulduğunu söyler. Örneğin, Euinadi’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Fransa Marksist Leninist Komünist Partisi’nin ‘Kızıl İnsanlık’ isimli derginin Ekim 1969’da çıkan başyazısında Cezayirli göçmen işçilerin 17 Ekim 1961 katliamını hiç unutmadıkları, o günün hafızasını nasıl yıllardır aktardıklarını anlatır. Euinadi yıllar sonra 17 Ekim 1961 katliamı üzerine yaptığı araştırmalardan söz ederken bu bilme durumunun altını çizer; “Cezayir Savaşı ve Fransız sömürgeciliği hakkında daha sonraki yıllarda yürüttüğüm araştırmalarda aslında yeni çok fazla şey öğrenmedim. İçinde bulunduğum hareketin ve diğer Cezayirli militanların anlattıklarının ve bana aktardıklarının izini sürdüm sadece.”1

Dolayısıyla hafıza sahası üzerine konuşurken, politik kıyımları bilmeyen geniş kalabalıklara bu kıyımları bilen küçük, eğitimli ve seçkin bir azınlığın pedagojik yöntemlerle şiddetin nasıl yaşandığını anlatacağı varsayımının dışında kalmakta yarar var. Euinadi’nin mücadelesi boyunca tekrar ettiği şey, zaten biliniyor olan bir katliamın peşine düştüğüdür; 17 Ekim 1961 katliamının kamusal alanda adını koyarak, ırkçı ve sömürgeci bir katliam ve devlet suçu olarak tanınmasının peşine düştüğünü anlatır. Euinadi örgütlü hayattan çıktıktan sonra Cezayir savaşı ve Fransa’nın sömürgeci geçmişi üzerine çalışmalar yapar. Kendisine her zaman “amatör tarihçi” der ve çalışmalarının bir aşamasında 17 Ekim 1961 katliamı üzerine yoğunlaşmaya başlar. Defalarca arşivde çalışmak için izin istemesine rağmen bu izinleri alamaz ve çalışmasını, biraz da mecburen, yürüttüğü mülakatlar ve sözlü tarih görüşmelerine dayandırır. Cezayir Kurtuluş Ordusu Fransa Federasyonu’nun arşivini elinde bulunduran eski FLN militanlarının desteğiyle Euinadi kimi yazılı belgelere de erişecektir. Ayrıca sadece Fransa’daki dönemi ve katliamı tecrübe eden Cezayirlilerle değil Cezayir’e giderek katliamdan sonra dönmüş ya da sınır dışı edilmiş yüzlerce insanla da mülakatlar yapar.

Jean- LucEuinadi 17 Ekim 1961 – Paris Savaşı başlıklı kitabını 17 Ekim katliamının 30. yıldönümü olan 1991 yılında yayımladığında büyük ses getirir.2 Fakat bu çalışmayı tek başına ele almak yerine, arada kesintiler, çatışmalar ve kopuşlar olsa da birbiriyle ilişkili, radikal ve köktenci bir perspektifle oluşturulmuş ırkçılık, sömürgecilik karşıtı tarih yorumları ile politik eylemlilikler geleneği içine yerleştirmek gerekir. Bu bağlamda, 17 Ekim 1961 katliamının hafızasının tarihçiler tarafından nasıl dönemselleştirildiğine ve 80’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başının neye tekabül ettiğine bakmak önemli olacaktır. Tarihçiler katliamdan hemen sonrasını, 1962-79 arası dönemi “yeraltı hafızası” olarak kavramsallaştırılıyor, 17 Ekim katliamının Fransa’daki göçmen Cezayirliler ve onların ikinci kuşak çocukları için belirli bir göçmenlik tecrübesi içinde çerçevelendiğinin altını çiziyorlar.3 Katliamın unutulduğu kabul edilen zamanda aslında pek de unutulmadığını, kuşaktan kuşağa sözlü formlarda aktarıldığını görüyoruz. 80’li yıllarda artık bu hafıza göçmenlerin ve Cezayir kökenli Fransızların sadece 1961 yılında olmuş bitmiş bir katliam olarak değil, şimdide ve bugünde, mevcut ırkçılıkla birlikte politize ettikleri bir olaya dönüşüyor. 17 Ekim anmalarına 1983’te yapılan ırkçılık karşıtı büyük yürüyüşte, farklı politik vurgularla sürdürülen ırkçılık karşıtı gösterilerde ve eylemlerde rastlıyoruz. 80’li yıllar aynı zamanda 17 Ekim katliamına dair inisiyatiflerin oluştuğu, filmlerin, belgesellerin, anı kitaplarının ve kurgu metinlerin de yayılmaya başladığı zamanlar. Bu dönem 17 Ekim’e dair güçlü bir görsel ikonografinin, fotoğrafların, eylem görüntülerinin de dolaşıma girdiği zamanlar. Euinadi’nin kitabı işte böylesi bir uyanış ve yeniden ifade ediş döneminin içinde ortaya çıkar.

Euinadi’nin 17 Ekim 1961 katliamının ırkçı ve sömürgeci bir devlet suçu olarak tanınması mücadelesi üzerine bir kitap yayımlayan Fabrice Riceputi, Euinadi’yi “hafıza militanı” olarak tanımlar. Hafıza militanı kavramı sadece Fransa hafıza sahasını değil Türkiye hafıza sahasını düşünürken de çok kullanışlı bir kavram bence. Hafıza militanları, genelde politik bir örgüt(lülük) tecrübesi olan, özellikle ırkçılık ve sömürgecilik temelli devlet suçlarını ele alan, genelde tek bir suça ya da şiddet pratiğine yoğunlaşıp gündem ne olursa olsun yoğunlaştığı konuya sadık kalan, inatçı insanlar. İzini sürdükleri suçun peşini asla bırakmıyorlar, yazarak, eylemler düzenleyerek, farklı örgütler ve bireylerle ittifaklar kurarak konunun gündemde kalması için mücadele ediyorlar. Yaklaşımları ve mücadeleleri sivil toplum kuruluşları, başta profesyonel tarihçilik olmak üzere akademi tarafından fazla politik bulunarak biraz küçümseniyor ama aslında hafıza militanlarının mücadeleleri mevcut hafıza sahasının sınırlarını açıyor, alanını genişletiyor. Hafıza militanlarının bir kısmı zaman içinde akademiye ya da başka alanlara geçerek hafıza sahasında başka türlü konumlanabiliyorlar ama politik bağlılıkları ve üzerine bilgi ürettikleri konuyla kurdukları bağ pek değişmiyor.

Türkiye üzerinden düşünürsek Eren Keskin’den Recep Maraşlı’ya, Ragıp Zarakolu’dan Leman Yurtsever’e hafıza militanı tanımına uyacak pek çok isimden söz edebiliriz. Bu isimler ilk akla gelenler elbette; devletin farklı türden suçlarıyla farklı araçlar ve yöntemler kullanarak uğraşan farklı kuşaklardan militanlar Türkiye hafıza sahasını genişletti, bu sahanın içine ana akım aktörler tarafından kolaylıkla kabul edilmeyecek konuları ekledi. Hafıza militanları çoğunlukla taban örgütlerinin içinde ya da onların desteğiyle hareket etti. Örneğin 2006’da Ankara’da trans kadınlara saldıran çeteden dört kişinin yargılandığı Eryaman-Esat davasının hak örgütleri tarafından izlenmesi LGBTİ+ örgütlerinin mücadelesiyle mümkün oldu; transların tecrübelerini video görüşmeleri ve sözlü tarih çalışmalarıyla kayıt altına alarak Türkiye hafıza sahasının alanını genişlettiler. Pembe Hayat derneğinin bu konuda sistematik bir çabası olmasaydı transların muazzam bir şiddete maruz kaldığı ve aynı zamanda buna karşı direndiği Esat-Eryaman süreci insan hakları örgütlerinin kayıtlarına bile ya çok sınırlı ölçüde girecek ya da hiç girmemiş olacaktı.4

Hafıza militanlarının fazlasıyla politik bulunan mücadelelerine pek çok örnek bulunabilir. Örneğin, Kürdistan’ın pek çok kentinde, ilçesinde, mezrasında, özellikle savaşta yaşamın yitirmiş gerillaların cenazelerini usulüne uygun şekilde teslim almak için mücadele eden Mebya-Der (Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) çalışanlarının çalışmaları bu tanıma son derece uygun geliyor bana. Yürüttükleri çok çetin politik mücadeleyle Türkiye hafıza sahasının alanını genişleten bu insanlar aynı zamanda yaşadıkları bölgedeki çatışmaların kaydını da tutarlar. Zorla kaybedilenlerin, infaz edilenlerin ve çatışmada yaşamını kaybedenlerin bilgisi çoğu zaman sadece derneğin kayıtlarında değil onların kafalarının içinde de vardır. Kimin nerede nasıl ve hangi şekilde katledildiğini isim isim sayarlar. Fazla politik bulunan bir örgüt olduğu için sivil toplum kuruluşu profesyonelleri ve akademisyenler raporlarını alıcı gözle pek incelemese de aslında Mebya-Der raporları bu ülkedeki çatışmanın ve ölülere yapılan eziyetin mekânsal ve politik örüntülerini ortaya koyduğu için son derece önemli çalışmalardır.

Şüphesiz geçmişin işlenme biçimlerine dair sürdürülen politik mücadelenin bilgi üretimine yansıması çeşitli dolayımlarla gerçekleşir. Bilgi üretiminin tek yönlü olmayan, karmaşık bir yapısı ve pek çok farklı kaynaktan beslenen çetrefil güzergahları vardır. Dolayısıyla hafıza militanlarının çalışmaları, otomatik olarak veya kendiliğinden, geçmişin yorumlanmasına dair alternatif ve kuvvetli bir bilgi üretimi anlamına gelmeyebilir. Farklı mecralardaki tarihsel bilgi üretimi açısından sadece hafıza militanlarının mücadelesi değil profesyonel tarihçilerin, farklı sivil toplum örgütlerinin, gazetecilerin, özellikle edebiyatçıların ama bir bütün olarak sanatçıların ürettiği birikim de çok önemli bir yer tutar. Karşılıklı ilişkiler kurarak oluşturulan bu süreçlerde, hafıza militanlarının ürettiği bilgi her durumda yeniden bir yoruma tabi tutulur. Bu yorum aracılığıyla, hafıza militanlarının katkısı, bazen işlenip daha sofistike bir hale getirilerek bazen de içeriği seyreltilip daha kabul edilebilir versiyonlar oluşturularak, yeniden yazılır. Ve tüm bu farklı anlatılar bazen birbiriyle uyumlu hale gelerek bazen çatışarak bazen de çok farklı şekillerde ilişkilenerek hafıza sahası dediğimiz çok katmanlı bütünü oluştururlar. Ben bu yazıda esas olarak varlıkları ve ürettikleri bilgi bazen hak ettiği değeri görmeyen hafıza militanlarının hafıza sahasına ilk anda görüldüğünden ya da kabul edildiğinden daha köklü bir katkı sunduklarının altını çizmek istiyorum. Bu önemli katkı elbette karmaşık güzergahlardan geçerek bilgi üretimi sürecinde etki yaratır; politik eylemin ve mücadelelerin dönüştürücü gücünün hafıza sahası açısından da çok yönlü sonuçlarını olduğunun farkında olmak ve bu katkıların hakkını vermek gerekir diye düşünüyorum.

Bu haftaki yazımı yazarken Türkiye’nin en önemli hafıza militanlarından biri olan Hrant Dink aklımdaydı. 19 Ocak 2022, Hrant Dink’in devletin farklı kanatlarının katıldığı ve esasen özel harp örgütünün organize ettiği bir cinayetle, kurucusu ve genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin önünde katledilmesinin 15. yılıydı. Dink’in katledilmesiyle başlayan hedef gösterilme süreci 6 Şubat 2004’te Agos’ta yayımlanan “Sabiha Hatun’un Sırrı” başlıklı röportajla başladı. Röportajda Sabiha Gökçen’in binlerce Ermeni yetimden biri olabileceği iddia ediliyordu. Bu röportajdan sonra başını Hürriyet gazetesinin çektiği bir linç kampanyasıyla Agos gazetesi ve Hrant Dink hedef gösterildi. Genelkurmay konu hakkında açıklama yaparak tüm basın yayın organlarını haber yapma ilkelerini gözden geçirmeye çağırdı, Ülkü Ocakları’ndan bir grup Agos önünde tehditler savurarak eylem yaptı. Valiliğe çağrılan Dink orada konuştuğu devlet görevlileri tarafından tehdit edildi. Hrant Dink hakkında farklı yazılarından ötürü TCK 301. maddeden, yani Türklüğe hakaret suçlamasıyla, davalar açıldı. Dink hakkında açılan davaların duruşmaları Türkiye’nin ırkçılarının, Türkçülerinin ürkütücü biçimde boy gösterdiği, pankartlar açarak küfürler ederek Hrant Dink’e saldırdıkları utanç verici sahnelere döndü. Hrant Dink 19 Ocak 2007’de katledildiğinde cinayet bu sürecin sonucunda işlenmişti.

Hrant Dink’in nasıl hatırlanacağı ve anılacağı elbette politik bir mesele. Hrant Dink sadece bir hafıza militanı değildi üstelik,5 aynı zamanda bir sosyalist, Agos gazetesi gibi bir kurumu kuran ve var eden belki en önemli yazarı, Türkiye politikasının geneline dair söyleyecek sözü ve politik tavrı olan biriydi. Hrant Dink kuşkusuz çok iyi bir insandı ve çok iyi bir arkadaştı ama öldürülmesine sebep olan şey bir Ermeni olarak bu ülkenin kendisine layık gördüğü kadere itiraz etmesi, kendi konumunu köklü bir biçimde dönüştürmesidir. Kurumlar kurarak, kamusal alana çıkıp sözünü söyleyerek, politika yaparak sadece bu ülkede eşit yurttaşlık mücadelesini değil Ermeni Soykırımı’nın tanınması mücadelesini de politik faaliyetinin kalbine koydu. Onu sadece romantize edersek ya da kavgacı Ermeni diasporasının karşısında mutedil Ermeni figürü olarak anarsak hatırasını ve politik mücadelesini tahrif etmiş oluruz.

Hrant Dink Türkiye Cumhuriyeti devletinin elinde rehin gördüğü Ermeni toplumunun, devrimci, açık ve herkesle ilişki kurmaya inanmış bir sözcüsüydü. Ve en nihayetinde bu ülkenin özel harp aygıtının planladığı bir cinayetle katledildi, çok sert bir yapıyla karşı karşıya geldi ve bunun farkında olarak mücadelesine devam etti. Biz onu vurulduğu sokaktan kaldırmak istiyorsak, onun söylediği sözü ehlileştirmek şöyle dursun öncelikle verdiği büyük mücadeleyi tanımalıyız. Bir Ermeni’nin gazeteler kurarak, kamuoyu önüne çıkarak Ermeni Soykırımı’nı adıyla anarak, eşitlik talep ederek, soykırımın inkâr nedeniyle bugün de sürdüğünü vurgulayarak nasıl önemli bir etki ve çok büyük bir rahatsızlık yarattığını kavramalıyız. Dink’in yaşarken, bulunduğu konum nedeniyle, Ermeni Soykırımı’nın tanınmasını lafzen birinci mesele yapmamasını esas veri kabul edip bu mücadelenin sertliğinden kaçınamayacağımıza inanıyorum. Hrant Dink inandığı sözü söyledi, faşizmle dövüşerek söyledi; bu söze eşit yurttaşlık ve Ermeni Soykırımı’nın tanınması mücadelesi mündemiçtir. O ırkçı, milliyetçi, inkârcı, Türkçü, eşitlik karşıtı güçlerin karşısında sükunetle, evet kapsayıcı olmaya inanarak, evet olabildiğince herkesin hem aklına hem duygusuna hitap etmeye çalışarak, ama olması gerektiğine inandığı şekliyle, katledilene kadar konuştu. Sadece Ermeni Soykırımı’nın değil pek çok şiddet biçiminin üstünün daha da kalın bir şalla örtüldüğü; farklı faşizmlerin farklı ırkçılıklarının ortamı sürekli çeşitli gruplara karşı linçe, pogroma açık bir hale getirdiği; insanların ölülerini gömemediği ve mezarlıkların sistematik olarak parçalandığı; Türk üstünlükçü faşizan fikirlerin kamusal alanda ve sosyal medyada rahatça dolaştığı bir zamanda, biz bugün hem Hrant Dink’i layıkıyla anmak hem katledilmesinin hesabını sormak hem de başka yerler inşa etmek için ne yapıyoruz? Kendimize sormamız gereken soru bence budur.


1Aktaran FabriceRiceputi, Ici on noyalesAlgériens. La Bataille de Jean-LucEuinadipour la reconnaissancedumassacrepolicier et racistedu 17 octobre 1961, Le PassagerClandestin, 2021, s. 54.
2 Jean-LucEuinadi, La Bataille de Paris. 17 Octobre 1961. Seuil, 1991.
3Jim House, NeilMacmaster, Paris 1961. Algerians, StateTerror, and Memory, Oxford UniversityPress, 2006, s. 186.
4 Pembe Hayat Derneği Yıllar Affetmez başlıklı çok önemli serisinde farklı translarla video kaydı alarak sözlü tarih çalışmaları yürütüyor. Zeynep Ersürer ile olan görüşmede hem Ersürer’in hayat hikayesi ve tecrübelerini dinliyoruz hem de Eryaman olayları olarak bilinen süreci ayrıntılı bir şekilde ele alınıyor. Bu çok önemli kayıt için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=6EQnUrUkTRQ
5 MasisKürkçügil Şubat 2007’de, katledilmesinden hemen sonra Hrant Dink üzerine yazdığı yazısında enternasyonalist bir ozanın sadece bir ulusalcıya indirgenerek anılmasından yola çıkarak Dink’in içi boşaltılmış anmalardan nasıl rahatsız olduğunu yazılarından alıntılar yaparak mükemmel bir şekilde gösterir. MasisKürkçügil, Hrant’aMerhaba!,http://imdatfreni.org/hranta-merhaba-masis-kurkcugil/

The post Hafıza militanları first appeared on Gazete Karınca.

]]>
‘Fransız halkı, her şeyi gördün’ https://gazetekarinca.com/fransiz-halki-her-seyi-gordun/ Fri, 07 Jan 2022 10:05:46 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=194056 Özgür Sevgi Göral Cezayirli yazar ve şair Kateb Yacine 17 Ekim 1961 katliamı üzerine yazdığı şiire bu dize ile başlar: ‘Fransız halkı her şeyi gördün.’ Ve şöyle devam eder: ‘Evet her şeyi kendi gözlerinle gördün, kanımızın aktığını gördün.’Kateb Yacine bu şiiri Paris’in en işlek, en turistik yerlerinde gerçekleştirilen 17 Ekim 1961 katliamının dehşetiyle yazar. Katliam […]

The post ‘Fransız halkı, her şeyi gördün’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

Cezayirli yazar ve şair Kateb Yacine 17 Ekim 1961 katliamı üzerine yazdığı şiire bu dize ile başlar: ‘Fransız halkı her şeyi gördün.’ Ve şöyle devam eder: ‘Evet her şeyi kendi gözlerinle gördün, kanımızın aktığını gördün.’Kateb Yacine bu şiiri Paris’in en işlek, en turistik yerlerinde gerçekleştirilen 17 Ekim 1961 katliamının dehşetiyle yazar. Katliam günü çekilen fotoğraflar, Fransız polisi Cezayirli göstericileri Seine nehrine atarken, öldürene kadar coplayarak döverken, işkenceyle gözaltına alırken Paris’in kafelerinde bu manzarayı sakince izleyerek kahvesini yudumlayan Fransızları gösterir. 17 Ekim 1961 katliamı, 1871 Paris Komününden sonra Fransa’da bir sokak eyleminde en çok sayıda insanın devlet eliyle öldürüldüğü katliam demektir. Kateb Yacine şiirinde hep aynı soruyu sorar: ‘Fransız halkı her şeyi gördün, evet her şeyi kendi gözlerinle gördün, ve şimdi konuşacak mısın, ve şimdi susacak mısın?’1

17 Ekim 1961 katliamına giden güzergâh Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın dolambaçlı yollarıyla sıkı sıkıya ilişkiliydi. O dönemde Fransa ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) arasında başlayan bağımsızlık görüşmeleri askıya alınmıştı, 1961 yazı Paris’te yaşayan Cezayirliler için muazzam bir sömürgeci devlet şiddeti dalgasını göğüslemek anlamına gelecekti. 5 Ekim 1961’de Paris Emniyet Müdürü ve aynı zamanda eski bir Nazi işbirlikçisi Maurice Papon sadece Cezayirli işçiler için akşam 20:30’dan sabah 05:30’a kadar geçerli olacak ırkçı bir sokağa çıkma yasağı ilan etti. FLNFransa Federasyonuise bu ırkçı sokağa çıkma yasağına karşı Paris’te yaşayan tüm Cezayirlileri eylemler düzenleyerek barışçıl yollarla direnmeye çağırdı. 17 Ekim 1961 Pazar günü otuz bine yakın Cezayirli Paris’te çok büyük bir gösteri düzenledi, gösteri polisin saldırısıyla korkunç bir katliama dönüştü. Paris’in yoksul banliyölerinden, Nanterre’den, Seine-Saint-Denis’den ve Gennevilliers’den kent merkezine gelen göstericilerin bazıları sokaklarda ve metro istasyonlarında kıstırıldı ve üzerlerine ateş açıldı, bazıları şehir merkezinde öldüresiye dövülerek Seine Nehri’ne atıldı, bazıları gözaltına alındı, işkenceden geçirildi. 17 Ekim 1961 katliamında kaç kişinin katledildiğini bugün hala tam olarak bilmiyoruz ama tarihçiler katledilenlerin sayısının en az 200 olduğu hakkında anlaşırlar.2

Kateb Yacine Fransız halkına ‘her şeyi gördün ve şimdi susacak mısın’ diye seslenirken işte bu katliamı kastediyordu. Katliamdan hemen sonra kimin yayımladığı kesin olarak bilinmeyen ama polisin içinden sızdırıldığı tahmin edilen bir belge o günü şöyle tarif ediyordu: “Neuilly köprüsünün bir ayağında polis, öbüründe CRS isyan polisi, yavaşça birbirlerine doğru hareket ediyorlardı. Bu hudutsuz tuzağa yakalanan Cezayirliler devriliyorlardı ve sistematik bir şekilde Seine’e atılıyorlardı. En az yüz tanesi bu muameleye maruz kaldı. Kurbanların bedenleri her gün yüzeye çıkıyordu ve boğulmanın ve aldıkları darbelerin izleri seçilebiliyordu.”3 Paris’in göbeğinde gerçekleşen, sonrasında basın organlarında, parlamentoda tam olarak neler yaşandığı aylarca kamuoyu önünde tartışılan bu katliam için ‘görmedik, bilmiyorduk’ demek çok zor olmasına rağmen 17 Ekim 1961 çok uzun süre Fransa hafıza sahasından, öncelikle devlet eliyle ve son derece iradi bir şekilde, silindi.

Ancak 17 Ekim katliamını sadece Fransız devleti silmedi, aynı zamanda Fransız solu da büyük ölçüde, farkında olarak ya da olmayarak, bu silme işlemine katıldı. 17 Ekim 1961 katliamı ve katliamda öldürülen Cezayirlilerin hikayesi Fransız anti-faşist hareketinin daha önemli, esas hikayeleri altında kaldı, görünmez kılındı, büyük ölçüde silindi. 17 Ekim 1961’den birkaç ay sonra, 8 Şubat 1962’de bu kez Fransız Komünist Partisi ve CGT Sendikası Cezayir’de barışı desteklemek ve anti faşist bir blok oluşturmak için eylem çağrısı yaptı. Eylem yasaklandı ve polis eylemcilere saldırdı; Charonnes metrosu girişinde havasızlıktan, sıkışmadan ve kafataslarına aldıkları darbelerden toplam dokuz kişi yaşamını kaybetti. Katledilenlerin 13 Şubat 1962’deki cenaze töreni yarım milyon kişinin katılımıyla çok büyük gösteriye dönüştü.

17 Ekim katliamı üzerine en etraflı çalışmayı yapmış tarihçiler Jim House ve NeilMacmaster, Charonnes katliamının pek çok sebeple Fransız solu açısından Cezayir Savaşı’nın Fransa’daki en önemli politik olayı olarak kabul edildiğini söyler. House ve Macmasterbu sebepleri eylemde katledilenlerin Fransız, komünist militanlar olması; eylemin çağrısını Fransız solunun en köklü örgütlerinin yapmış olması; eylemin antifaşist karakteri ve eylemde katledilenler için yapılan cenaze töreninin çok büyük bir kitle gösterisine dönüşmesi olarak sayar. Charonnes katliamından sonra düzenlenen cenaze töreninin politik ve sembolik heybetiyle 17 Ekim’de yaşamını kaybeden yüzlerce insanın bedenlerinin akıbetinin belirsizliğini ve mezarsızlığını karşılaştırırlar. 17 Ekim katliamında yaşamını kaybedenlerin bir kısmının bedeninin bulunmamış olması bir yana mezarı olanların çoğu da yaşadıkları banliyölerde aileleri ve yoldaşları eliyle polis baskısı altındaki cenaze törenlerinde alelacele gömülmüşlerdir. Charonnes katliamının cenaze törenindeki anma konuşmalarında, bir kişinin bir kez referans vermesi dışında, 17 Ekim katliamı hiç anılmaz. Antifaşist Fransızların katledildiği bir gösteri sömürgecilik karşıtı Cezayirlilerin katledildiği başka bir gösteriyi örten bir şal işlevi görür. Charonnes Fransız solunun Cezayir savaşı hafızasının ayrıcalıklı ve seçilmiş olayı, katliamı haline gelir.4

Dolayısıyla hafıza sahasının pürüzleri ilk anda gözüktüğünden daha karmaşıktır; sadece devletler değil, sol hareketler hatta bazen anti-faşist direniş hareketleri de sömürgecilik karşıtı hareketlerin yürüttükleri politik mücadelenin ve maruz kaldıkları muazzam şiddetin üstünü örtebilirler. Sömürgecilik karşıtı direniş bazen sol/sosyalist/komünist hareketler tarafından sınıf mücadelesini ya da anti-faşist hareketi bölmekle, devrimci ya da Marksist karakterini seyreltmekle suçlanabilir. Bunun bir sonucu olarak da sömürgecilik karşıtı mücadelenin hem verdiği politik mücadele hem de maruz kaldığı şiddet bu çevreler tarafından silinebilir ya da layıkıyla ele alınmayabilir.

Tıpkı Kateb Yacine’in Fransız halkına söylediği gibi aslında bu çevreler de sömürgeci şiddeti ve buna karşı verilen politik mücadeleyi çok iyi biliyor, çünkü hepsini gördüler. Üstelik, sol hareketlerin içinden, azınlık da olsa, bu sömürgecilik karşıtı direnişe destek veren, onların politik mücadelesine güç katan, birlikte mücadele etmek için çaba sarf eden Fransız Komünist Partisi’nde azınlıkta kalan gruplara, Maocu gruplara, kimi sitüasyonist çevrelere, 68 hareketinin irili ufaklı ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı kesimlerine kadar bir dizi örgüt ve inisiyatif de vardır. Dolayısıyla meseleyi bir bilme ve bilmeme sorunu olarak ele almak, sadece geniş toplumsal kesimler açısından değil, daha dar politik çevreler açısından da çok doğru gözükmüyor.

Geçen yazımda Türkiye için önerdiğim kavram olan sömürgeci afazya kavramını antropolog Ann Laura Stoler Fransa için, toplumsal unutma (amnezi) kavramı yerine önerir. Bu öneriyi yaptığı çalışmasında Stoler aynı zamanda Fransa’da ne kadar köklü, gelişmiş ve meseleye farklı açılardan bakan bir sömürgecilik/sömürgecilik sonrası çalışmaları literatürü olduğunun altını çizer.5 Bilme ve bilmeme açısından bakarsak Fransa akademisi aslında sömürgecilik ve ırkçılık meselesini bal gibi biliyordur, sadece önemini, çok boyutlu sonuçlarını ve bugün Fransız toplumunda hangi şekillerde devam ettiğini idrak etmeyi reddeder. Tam da bu nedenle zaten Fransa hafıza sahasına unutkan/amnezik demek yerine sömürgeci afazya ile oluşmuş, ırkçılığı ve sömürgeciliği unutmamış ama çok güçlü bir inkarın sonucu olarak sömürgecilik ve ırkçılığı layıkıyla düşünecek, konuşacak ve politika yapacak kavramlar, kelimeler ve tartışmalardan bilinçli olarak yoksun kalmış bir saha demek gerektiğini ileri sürer.

Bu noktada Türkiye’ye geçmek bize önemli bir alan açacaktır. Türkiye’de de sömürgecilik, ırkçılık gibi meseleler hiç tartışılmamış, hem akademide ve daha geniş Türkiye entelijentsiyası içinde hem de radikal politik hareketler başta olmak üzere politikada konuşulmamış falan değildir. Aksine, tıpkı Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de bu konuda güçlü bir birikim oluşmuştur. Akademik alana bakarsak şüphesiz öncelikle, Kürdistan’ı uluslararası bir sömürge olarak kavramsallaştıran, üstelik Türkiye’de bu konu akademi içinde neredeyse hiç konuşulmuyorken konuşan ve yazan, bunun bedelini de tam 17 yılı hapishanede geçirerek ödeyen İsmail Beşikçi ile başlamak gerekir. Beşikçi hocanın öncü çalışmalarından sonra da farklı kuşaklardan pek çok akademisyen Kürdistan’ı ya sömürge olarak kavramsallaştırmıştır ya da yaptıkları analizlerde Kürdistan’ı sömürgecilik/sömürgecilik sonrası çalışmalar paradigmasından yaklaşarak ele alırlar.

Bu çerçevede farklı kuşaklardan pek çok isim sayılabilir, Fikret Başkaya, Hamit Bozarslan, Ahmet Hamdi Akkaya, JoostJongerden, Nazan Üstündağ, WelatZeydanlıoğlu, Cengiz Güneş,Uğur Ümit Üngör, Nükhet Sirman, Bülent Küçük, Bilgin Ayata, Zeynep Gambetti gibi isimler farklı şekillerde sömürgecilik tezlerini ya da post kolonyal çalışmaların kavramlarını seçici olarak kendi çalışmalarında kullandılar. Bu listeye daha yeni kuşaktan Barış Ünlü’yü ve Türklük Sözleşmesi kavramsallaştırmasını mutlaka eklemek gerekir. Ünlü yeni kuşak okurlar üzerinde neredeyse İsmail Beşikçi’ye benzer bir etki yarattı ve 2018 yılında yayımladığı Türklük Sözleşmesi kitabının çok ciddi bir yankısı oldu.

Bu yazıda bu konuda çalışan herkesi tüketici bir şekilde saymak mümkün değil elbette ama özellikle hem bir dönem Toplum ve Kuram dergisi etrafında kümelenmiş genç entelektüelleri ve hem de Kürt araştırmaları, devlet şiddeti, politik hareketlerve Osmanlı/Türkiye tarihi alanında çalışan yeni kuşak araştırmacıları, Ayhan Işık, Haydar Darıcı, Serra Hakyemez, Adnan Çelik, Güllistan Yarkın, Zozan Pehlivan, Delal Aydın, Dilan Okçuoğlu, Mehmet Kurt, Zeynep Türkyılmaz, Yeşim Yaprak Yıldız, Naif Bezwan, Yasin Sunca, Engin Sustam, Sebahattin Şen, Serdar Ay, Bahar Şimşek, DîlawerZeraq, Dilar Dirik, SardarSaadi, Özlem Biner ve Onur Günay gibi isimleri de eklemek isterim. 1990’lı yıllarda zorla kaybedilenler üzerine yazdığım kendi doktora tezimi de bu çizginin bir parçası olarak görüyorum.6

Bu konuda herkesi kapsayan bir liste yapmak bu yazının sınırlarını çok aşar ve zaten amacım da bu değil. Bu yazıda esas amacım, Türkiye’de de tıpkı Fransa’da olduğu gibi, Kürdistan meselesini sömürgecilik tartışması içinde ya da sömürgecilik sonrası literatürün kavramlarıyla ele alan sofistike bir literatürün, hem de oldukça uzun bir zamandır oluştuğunu ileri sürmek. Kesintili, eklektik ve Fransa örneğiyle karşılaştırırsak anaakım akademinin çok daha marjında şüphesiz ama bu yine de önemli bir entelektüel birikim anlamına gelir. Dolayısıyla Türkiye’de de tıpkı Fransa’da olduğu gibi, Kürdistan’ı sömürgecilik ya da sömürgecilik sonrası çalışmalar çerçevesinde ele alan ciddi bir entelektüel birikim oluştuğuna göre Türkiye entelijentsiyanın farklı kesimlerinin bunları bilmediğinden söz etmek zordur. Olsa olsa, Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi kitabında ileri sürdüğü gibi bilinçli olarak kurulmuş bir bilme eksikliğinden söz edilebilir.

Politik alana bakarsak ise entelektüel alandan çok daha güçlü aktörlerin sömürgecilik ve sömürgecilik sonrası kuramların tezlerini ileri sürdüğünü ve bu argümanlarla politika yaptığını görürüz. Her ne kadar Kürdistan bir sömürgedir tezinin ilk sahibinin kim olduğuna dair ciddi tartışmalar olsa da bu tezi 1975 yılı sonrası Özgürlük Yolu, Rizgari ve Kawa gibi legal dergilerdeki yazılarda ve elbette Kürdistan İşçi Partisi’nin (PartiyaKarkerênKurdistan – PKK) 1977 yılından sonra illegal olarak yayımladığı broşür ve kitapçıklarda bulmak mümkündür. Ahmet Hamdi Akkaya sömürge tezinin 1970’lerin sonundan itibaren yarattığı etkiyi şöyle anlatır: ‘Sonuçta bütün Kürt örgütleri, bu çerçevede 1970’lerin ortalarından itibaren, Kürt hareketinin kurucu tezi olarak ortaya çıkan sömürge tezi temelinde, bir yandan Türk solu ile tartışmalar yürütürken, diğer yandan da başka ülkelerden örnekler bularak kendi tezlerinin doğruluğunu savunmaya çalıştılar. Bu çerçevede örneğin bir başka yarı (veya yeni) sömürge ülke durumundaki Etiyopya’nın sömürgesi olarak Eritre veya Portekiz ile Angola arasındaki ilişkiler en çok verilen örnekler oluyordu.’7

1980 sonrası ise PKK hareketinin faaliyetlerini yaygınlaştırması, sömürgecilik tezini artık kimsenin görmediği ve duymadığı bir tez olmaktan çıkardı. Hareketin siyasi, toplumsal ayaklarını oluşturması sömürgecilik tezinin yayılmasını ve geniş kitleler tarafından en azından duyulmasını sağladı. Dolayısıyla, yine tıpkı Fransa örneğinde olduğu gibi, sömürgecilik de en azından politikayla iştigal eden çevrelerin hiç duymadığı, hiç bilmediği bir tez değildi. Bu tezleri Türkiye devrimci hareketleri ve hatta anaakım siyasi çevreleri, özellikle de 1980’lerden beri, giderek başarı kazanan, siyasi ve kültürel ayaklarını oluşturan bir hareket nezdinde düzenli olarak duyuyordu.

1990’lı yıllar boyunca ise, Kürt savaşının giderek sertleştiği ve özel harp aygıtının yeni kontrgerilla taktikleriyle Kürt hareketini destekleyen Kürtleri zorla kaybetmeler ve yasadışı infazlarla yok ettiği zamanlarda, tüm bu devlet şiddeti pratikleri anaakım medyadan yaygın biçimde duyuruluyordu. Zorla kaybetmeler üzerine doktora tezimi yazarken konunun Hürriyet gibi anaakım gazetelerde ne kadar sıklıkla ele alındığını buna rağmen Türkiye akademisinde nasıl sistematik bir şekilde görmezden gelindiğini fark edince şaşırmıştım. Zorla kaybetme suçu, Kürdistan’da ve Türkiye’nin diğer illerinde, hem saklama hem de göstere göstere icra etme üzerine dayalı bir gizleme/kamusal alanda gösterme diyalektiğiyle işleniyordu. Suçun amacına ulaşması için belirli unsurlarının gizlenmesi gerektiği gibi yaratması hedeflenen korku ve yıldırmanın gerçekleşmesi için de belirli unsurların göstererek, hatta gürültülü bir şov aracılığıyla sahnelenmesi gerekiyordu. Dolayısıyla mesele ne sadece entelektüel ne de politik bilgi meselesiydi; geniş kitlelerin bazı şeyleri görmesi gerekiyordu ve Kürt savaşı boyunca pek çok suç göstererek icra edilmişti.

2000’li yıllar boyunca, Kürt hareketi hem Türkiyelileşme tezleri çerçevesinde yüzünü Türkiye politikasına dönünce hem de sol bir merkez olma konumunda ısrar etmeye devam ettikçe Türkiye devrimci hareketlerinden pek çok yapı, örgüt ve inisiyatif Kürt hareketiyle ilişkiye girdi. Kimi dirsek temasına girerek kimi de güçlü ittifaklar oluşturarak Kürt hareketinin özellikle çatı örgütleriyle ciddi bağlar kurdu. Üstelik, bu tartışma, yani kim neyi biliyor tartışması, 2015 sonrası Kürt savaşının yeniden keskinleştiği dönemde aslında biraz da anlamsız hale geldi. 2015 sonrası yaşanan devlet şiddeti, sosyal medyadan anaakım yayın organlarının haber bültenlerine canlı biçimde, bol görselle, fotoğraflarla ve video kayıtlarıyla, türlü ayrıntıyla kamuoyuna servis edildi. Yine de 2000 sonrası oluşmuş Türkiye hafıza sahası, sömürgecilik karşıtı ve sömürgecilik sonrası literatürün kavramlarını kullanan karmaşık entelektüel ve politik bilgiden pek de yararlanmadı; dilini, üslubunu ve kavramlarını büyük ölçüde sadece insan hakları retoriğiyle, bireysel mağduriyet hikayeleriyle ve kişisel hak ihlali tecrübeleriyle sınırlandırdı.

Bugün kitle iletişim araçlarının ve sosyal medyanın geldiği noktada zaten görmeme, bilmeme tezini ileri sürmek oldukça güçleşti. Elbette yine de toplumun bir kesimi olup bitenden görece habersiz kalıyor olabilir; ama sert gerçek bize toplumun geniş kesimlerinin olup biten sömürgeci şiddeti gördüğünü, bildiğini ve belki de en kötüsü büyük ölçüde onayladığını söylüyor. Dolayısıyla burada, örneğin toplumsal unutma (amnezi) yaklaşımının ileri sürdüğü gibi bilmeyen veya unutmuş toplumsal kesimlerle bir hafıza mücadelesine girmiş değiliz. Aksine bilen ve bilinçli olarak belirli konuları konuşmaktan, hakkaniyetle tartışmaktan uzak duran kesimlerle karşı karşıyayız. Türkiye hafıza sahasının muhalif kesimlerinin ön varsaydığı gibi, Ermeni Soykırımı ya da Kürdistan gibi kimi terimleri kullanmazsak, kolayca ikna edebileceğimiz bilgisiz bir kalabalık değil karşımızdaki.

Türkiye hafıza sahasının temel sorunu örtük bir şekilde ima edildiği gibi pedagojik bir sorun değil politik bir sorundur. Onlara kibarca, hafif kandırır gibi, kendimizi gizleyerek, kimi kelimeleri kullanmaktan imtina ederek ne kadar ulaştığımız tartışmalı. Eğitilecek çocuklarla karşı karşıya değiliz, zaten ‘çocuk eğitimi’nin de nasıl olması gerektiğine dair çeşitli ve ihtilaflı fikrin olduğunu da çoktan öğrenmiş durumdayız. Karşımızda bilgisiz, cahil kesimler yok; çok uzun sürmüş bir inkarın şekillendirdiği ve sömürgeci afazi sonucu belirli kavramlardan, kelimelerden düşünme biçimlerinden ve tartışmalardan bilinçli bir şekilde geri kalmış, yoksun bırakılmış ırkçı, milliyetçi ve sömürgeciliği onaylayan bir kalabalık var. Belki de Kateb Yacine gibi konuşmanın zamanı gelmiş de geçiyordur, şu soruyu sormanın zamanı belki de çoktan gelmiştir: ‘Türk halkı, her şeyi gördün, ve şimdi konuşacak mısın, ve şimdi susacak mısın?’


TêtesRaides grubu bu şiiri bestelemiştir, şarkıyı dinlemek isteyenler şu adresten dinleyebilir: https://www.youtube.com/watch?v=lNWLEAXdSqw
Birikim dergisinin Yeni Bir Hatırlama Kültürüne Doğru başlıklı sayısı için 17 Ekim 1961 katliamının hafızası ile Cumartesi İnsanları/Anneleri’nin hafızasını karşılaştırmalı biçimde ele alan, Fransa ve Türkiye Hafıza Sahasında Sömürgeci İnkarı Aşındırmak: Tüm Düşenler başlıklı bir yazı yazdım, 17 Ekim katliamı ile ilgili daha ayrıntılı bir tartışmaya bakmak isteyenler şuradan ulaşabilir:https://www.academia.edu/67371799/Fransa_ve_T%C3%BCrkiye_Haf%C4%B1za_Sahas%C4%B1nda_S%C3%B6m%C3%BCrgeci_%C4%B0nkar%C4%B1_A%C5%9F%C4%B1nd%C4%B1rmak_T%C3%BCm_D%C3%BC%C5%9Fenler
3 Aktaran KristinRoss, Mayıs 68 ve Geriye Kalanlar, çev. Fahrettin Ege, Yağız Ay, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 2017, s. 71 – 72.
4 Jim House, NeilMacmaster, Paris 1961. Algerians, StateTerror, and Memory, Oxford UniversityPress, 2006, s. 250.
5 Ann Laura Stoler, Duress. ImperialDurabilities in our Times, Duke UniversityPressBooks, 2016, s. 136.
6 Bu literatürüçokdahaetraflıbirşekildeelealanbirçalışmaiçinbkz. Deniz Duruiz, Tracing the Conceptual Genealogy of Kurdistan and International Colony, Middle East Research and Information Project (MERIP), no. 295, Yaz 2020.
7 Ahmet Hamdi Akkaya, KürtHareketi’ninÖrgütlenmeSüreciOlarak 1970’ler, online erişim: https://core.ac.uk/download/pdf/55897194.pdf

The post ‘Fransız halkı, her şeyi gördün’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Kavramlara dair: Hafıza sahası, sömürgecilik ve sömürgeci afazya https://gazetekarinca.com/kavramlara-dair-hafiza-sahasi-somurgecilik-ve-somurgeci-afazya/ Fri, 24 Dec 2021 07:22:36 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=192690 Özgür Sevgi Göral Bu yazı dizisinde Türkiye ve Fransa hafıza sahasının pürüzlerinden, zorluklarından ve imkanlarından yola çıkarak iki ülkeyi karşılaştırmalı olarak düşünmeye çalışıyorum. İlk hafta, her iki ülke için de adına layık, gerçek bir geçmişle hesaplaşma süreci için sömürgecilik ve ırkçılık meselelerinin önemini vurgulamaya çalıştım. Her iki ülkenin de temel meselesinin yorgun, köhne, yine de […]

The post Kavramlara dair: Hafıza sahası, sömürgecilik ve sömürgeci afazya first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

Bu yazı dizisinde Türkiye ve Fransa hafıza sahasının pürüzlerinden, zorluklarından ve imkanlarından yola çıkarak iki ülkeyi karşılaştırmalı olarak düşünmeye çalışıyorum. İlk hafta, her iki ülke için de adına layık, gerçek bir geçmişle hesaplaşma süreci için sömürgecilik ve ırkçılık meselelerinin önemini vurgulamaya çalıştım. Her iki ülkenin de temel meselesinin yorgun, köhne, yine de katılığından geri adım atmak istemeyen ve sadece dar anlamda resmî kurumlarda değil akademide, entelektüel çevrelerde ve sivil toplum örgütlerinde de yeniden üretilen güçlü bir inkarcılık olduğunu ileri sürdüm. Bu inkarcılığın ise özellikle sömürgecilik ve ırkçılık konularında çok güçlü bir şekilde işlediğinin altını çizdim.

İkinci yazıda ise hem Fransa hem Türkiye açısından içinde bulunulan siyasi şimdi’nin, içinde bulunulan politik durumun, özellikle de sömürgecilik ve ırkçılık meselelerinin konuşulmasına nasıl bir engel teşkil ettiğini ele almaya çalıştım. Her iki ülkede de mevcut politik konjonktür nedeniyle sömürgecilik, ırkçılık ve geçmişle hesaplaşma meselesini devlet cenahından konuşan herkesin, aynı zamanda bugünü konuşmaktan şiddetle kaçınacağı için konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek zorunda kalacağını ileri sürdüm. Her iki ülke için de sömürgecilik ve ırkçılık tartışması hem geçmişin işlenme biçimleriyle ama hem de aynı zamanda bugünle ilgilidir; şimdi’nin en sert politik tartışmaları bu başlıklarla sıkı sıkıya ilişkilidir.

Bugünkü yazıda ise her iki ülkede bana göre geçmişle hesaplaşma çerçevesini çizen kavramlara dair tartışmak istiyorum. Bu tartışmaya öncelikle iki ülkeye bakarken kullandığım hafıza sahası kavramıyla başlayalım. Bugün iyice yerleşmiş bir saha olan hafıza sahasının kuruluşu için çok politik bir meseleye ve büyük bir felakete yani faşizme bakmak gerekiyor. Hafıza sahasının ortaya çıkışı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, faşizmin ve soykırımın şiddeti bu kez önceki sömürgeci şiddet biçimlerinden farklı olarak Avrupa’nın göbeğinde yaşandığı için, galipler açısından yaşananlarla hesaplaşma zorunluluğu oluşunca ortaya çıktı. Yani bugün hafıza sahası dediğimiz ve egemen yorumcuları tarafından sistematik bir biçimde depolitize edilerek bir yönetim tekniğine indirgenmeye çalışılan bu saha mutlak ve apaçık bir biçimde siyasi bir olgu olarak zuhur etti.

Hafıza sahasının politik niteliği sadece kökeni itibariyle faşizm, soykırım ve Holokost’la ilgili olmasından kaynaklanmaz aynı zamanda bugün hafıza çalışmaları olarak konuştuğumuz çoğul alanın, son derece politik bir sürecin, özellikle Batı Avrupa açısından 68 hareketlerinin ve gençlik mücadelelerinin sonucu olarak yerleşik bir hal kazanmış olmasından da kaynaklanır. Örneğin, 1950’li yılların Almanya’sına bakarsak, son derece sınırlı sayıda failin yargılandığı Nürnberg yargılamalarından1 sonra Nazilerin ve işbirlikçilerinin pek çoğu yeni toplumda kendilerine rahatça yer edinebilmişlerdi. Geçmişlerinde yaptıkları ve işledikleri suçlar yokmuşçasına üniversite, yargı, iş dünyası ve bürokrasinin pek çok kademesine kolaylıkla yerleşmişlerdi. Üstelik Soğuk Savaş dönemi ‘hür dünya’ uzlaşmasının ihtiyaç duyduğu kesif anti-komünizmi, Nazi ideolojisinden de çok iyi bildikleri için, belki de en iyi dile getiren ve pratiğe döken kadrolar olmuşlardı. Eğer 68 hareketinin radikal soluğu, küçük bir azınlığın yargılandığı ve soğuk savaş ideolojisine uygun bir biçimde depolitize edilmiş geçmişle yüzleşme retoriğini alıp gerçek ve devrimci bir politik program bağlamında yeniden dile getirip sokak eylemliliklerinin içine yerleştirmeseydi bugünün hafıza sahasından söz etmek mümkün olmayacaktı.2

Soğuk Savaş boyunca ve sonrasında hafıza sahası elbette sadece devrimci politik hareketler tarafından radikalleştirilmedi aynı zamanda farklı devletler ve sivil toplum kuruluşları eliyle mevcut rejimleri tahkim edecek ya da süslü kelimelerle geçmişe dair sadece kozmetik öneriler yapacak bir saha olarak da kurgulandı. Dolayısıyla hafıza sahası dünyanın her yerinde çoğul, çatışmalı, farklı yaklaşımlara sahip kurumlar ve inisiyatifler arasında mücadeleler ve müzakereler içeren, devlet aygıtı tarafından farklı şekillerde müdahale edilen, son derece dinamik bir saha. Üstelik profesyonel tarihçileri ve tarih yazımı tartışmalarını, farklı akademik kurumları ve yaklaşımlarını, çeşitli arşiv oluşturma çabalarını da göz önünde bulundurursak hafıza sahası aynı zamanda tarihçilik ve bilgi üretimiyle de yakından ilişkili.

Buna sanat eserlerinin, gazetecilik çalışmalarının ve pek çok kurmaca metnin farklı etkilerini eklemek de mümkün. Hafıza sahası derken Fransa ve Türkiye’de sürekli dönüşen, müdahale edilen, çatışmaların ve ittifakların sistematik bir biçimde değiştiği öte yandan kimi örüntülerin, tanıma ve inkâr biçimlerinin büyük bir dirençle aynı kaldığı, sadece kopuşlar değil süreklilikler de içeren işte bu karmaşık sahadan söz ediyorum.

Gelelim sömürgecilik kavramına. Bu kavram hem politik olarak hem de kuramsal ya da akademik olarak belki de en çok tartışılan kavramlardan biridir. Klasik sömürgeciliğin sona ermesinden sonra bu kavramı yerli yerinde kullanmanın imkanları, yeni sömürgecilik tezleriyle sömürgecilik sonrası dönemin ilişkilerinde süregelen sömürgeci örüntülerin vurgulanması, sömürgecilik sonrası çalışmalar başlığının yanıltıcı olup olmadığı, farklı sömürge tipleri ve iç sömürgeler gibi pek çok mesele uzun yıllardır siyaseten ve entelektüel saiklerle konuşuluyor, tartışılıyor. Sömürgecilik terimi sadece sömürgeleştirilmiş halklar bağlamında değil kadınlar, LGBTİ+ gruplar, siyasi tutsaklar, dini azınlıklar gibi pek çok grup bakımından da dile getiriliyor.

Sömürgecilik terimini en klasik anlamıyla kullanarak içinde yaşadığımız dönemdeki tezahürleriyle hiç ilgilenmemek ve klasik sömürgeciliğin çözülmesinden sonraki dönemde sömürgeci süreklilikleri görmezden gelmek de terimi en geniş ve gevşek haliyle her tür devlet ve tebaa ya da sistematik şiddet ilişkisine keyfi biçimde uyarlamak da oldukça riskli. Her iki durumda da kavram analitik kapasitesini ve politik gücünü kaybediyor. Öte yandan bu alanda çalışan önemli tarihçilerden Frederick Cooper’ın vurguladığı gibi, kavramın tarihsel özgüllüğüne dikkat etmek esas olsa da 19. yüzyılın sonundan itibaren pek çok eski imparatorluk, özellikle de kendi topraklarının sınır bölgelerinde, giderek daha fazla sömürgeci yöntemleri ve teknikleri kullanarak hareket eder. Bu klasik imparatorluklar, pratik bir zorunluluk olarak yerel elitlerle çalışmak zorunda kalsa da kendi marjına nüfuz etmek için çabalarken sömürgeciliğin pek çok taktik ve stratejisini kullanır.3

Pek çok tarihçi ve antropolog sömürgecilik kavramını bugün kullanmaya devam etmeyi önerir ve sömürgecilik-sonrası teriminin yanıltıcı olduğunu ileri sürer. Bu yaklaşım, sömürgecilik sonrası dönemde devam eden dayanıklı sömürgeci eşitsizlikler, sömürgeci taktik ve stratejilerin seçici bir biçimde farklı devletler tarafından farklı nüfus gruplarına sistematik olarak uygulanması, iç sömürgelerin ya da yarı sömürgelerin tarihsel olarak dikkat çekici süreklilikleri ve özellikle de emperyal ilişkiler ve müdahale biçimleriyle sömürgecilik arasındaki geçişkenlikleri vurgular. Sömürgeciliğin en klasik formasyonu, yani deniz aşırı sömürgelerdeki hammaddeye, insan emeğine ve iktisadi alana el koyma ve beyaz yerleşimciler eliyle hukuki apartheid rejimi yaratmak şekliyle sömürgecilik elbette çok sınırlı sayıda kaldı. Öte yandan, sömürgecilik, sömürgeleştirilen coğrafyaların yerli halklarının ırkçı üstünlük kuramları açık veya örtülü kabul edilerek bilgisinin toplanması; sonra bu topluluğa farklı tekniklerle nüfuz edilmesi; bedenlerinin, inançlarının, değerlerinin, dillerinin, ritüellerinin ve zihniyet dünyalarının değersiz kılınarak tahrip edilmesi, işgal edilen coğrafyanın başka bir ‘sömürge hukuku’ ile idare edilmesi ve zor gücünün ya da şiddet fazlasının sistematik olarak kullanılmasını da içerir. Bu haliyle sömürgecilik ya da en azından seçici bir biçimde sömürgeci tekniklerin kullanılması günümüz dünyasında da en sert haliyle devam eder.

Gelelim bu iki kavramın Türkiye ve Fransa için ne anlama geldiğine ve nasıl sonuçlar doğurduğuna. Fransa ve Türkiye hafıza sahası, oldukça farklı nedenlerle, çok uzun bir süre unutma toplumu, amnezik bir toplum, ve zayıf bir hafıza sahası olarak tanımlandı. Fransa merkez siyasetleri, artık küresel bir hafıza rejiminin parçası haline gelmiş Holokost hafızasıyla gecikmeli ve parçalı olsa da bir ilişki kurdu. Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve sonraki on yıllarda ABD’den gelen rüzgarla anaakımlaşmış hafıza ödevi sorgulamasına, sınırlı kalmaya özen göstererek Holokost anmalarına katıldı. Ancak buna rağmen Fransa hiçbir zaman, örneğin Almanya’nın olduğu gibi, geçmişle hesaplaşma konusunda ‘örnek’ olduğu ileri sürülen ülkelerden biri olmadı. Türkiye ise İkinci Dünya Savaşı’na katılmamış bir ülke olmanın rahatlığıyla faşizmi ve soykırımı sorgulayan bu entelektüel ve reel politik eğilimin dışında kaldı. Türkiye’de sadece devlet aygıtı değil bir bütün olarak akademik ve entelektüel dünya da İkinci Dünya Savaşı sonrası esmeye başlayan geçmişle hesaplaşma, faşizmin ve soykırımın bakiyesiyle boğuşma sorununa son derece ilgisiz kaldı. Bu boğuşmanın temel soruları, pürüzleri ve gerilimleri Türkiye kamusunda ve entelektüelleri nezdinde hak ettiği ilgiyi görmedi.4 Bu ilgisizlikte Ermeni Soykırımı’nın inkarının muhakkak bir bağlantısı olsa gerektir.

Öte yandan Holokost hafızasına Avrupa çapındaki ve küresel trendlerin etkisiyle de olsa girmiş olan Fransa kendi sömürgeci geçmişiyle hesaplaşma konusunda her zaman çok isteksiz davrandı. 1962 sonrasında Cezayir Bağımsızlık Savaşı bittikten sonra sömürgecilik konusu da bitmiş gibi bir tutum takındı. Savaş sonrası pek çok Cezayirlinin ve Fransa’nın başka eski sömürgelerinden gelenlerin sömürgecilik meselesine dair pek çok eşitsizliği ve tartışmayı Fransa’nın kalbine taşımış olmasına rağmen devlet aygıtı ve anaakım Fransız politik hareketleri böyle bir şey yokmuş gibi davranmayı tercih etti.

Aslında bu durum Avrupa’nın diğer ülkelerinden pek de farklı değildi, İkinci Dünya Savaşı hafızası pek çok manipülasyonla birlikte olsa da daha genel bir kapsayıcılık şemsiyesi yaratmışken sömürgecilik hafızası rahatlıkla inkâr edilen bir hafıza oldu. Fransa, Cezayir kökenli ve eski sömürgelerinden gelen diğer nüfusun giderek artmasına, 1970’ler ve 80’ler boyunca Fransa’da yaşayan yeni kuşakların sömürgecilik şiddetiyle ilgili daha çok soru sorarak politika yapmasına, 1980’lerde büyük ırkçılık karşıtı yürüyüşlerin tamamında ülkenin sömürgeci geçmişi ile bugünü arasında ilişki kurulmasına, 1990’lar ve 2000’lerde banliyölerdeki polis şiddetinden ve isyanlardan akademi içinde bu konulara yönelik giderek artan ilgiye rağmen, sömürgecilik ve ırkçılıktan söz etmek konusunda aşırı isteksiz bir merkez yarattı. Başka bir deyişle söylersek, bu konuda oluşan politik basınca, kimi taban örgütlerine ve politik kampanyalara rağmen Fransız merkezi sömürgecilik ve ırkçılık tartışmasına ya girmedi ya da çok defansif bir şekilde girerek tartışmanın derinleşmesinin önünü kesti.

Bunun sonucu olarak da Fransız aşırı sağ ve faşist hareketleri, sömürgecilik nostaljisi, sömürgeci şiddetin ve ırkçılığın inkârı konusunda, özellikle üç alanda çok aktif oldu: politik alan, tarih eğitimi ve müfredatlar başta olmak üzere eğitim alanı ve eski popüler medya kanalları ağırlıklı olmak kaydıyla anaakım medya.5 Bu üç alanda gelişmeler Türkiye’de de benzer bir şekilde tezahür etti. Üstelik, Türkiye açısından sömürgeciliğin veya sömürgeci taktik ve stratejilerin inkârı Fransa’dan çok daha kolay ve yaygın biçimde gerçekleşti, ne de olsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin klasik anlamda bir sömürgesi yoktu. Bu ön kabul, bu alanda 1960’lardan başlayarak ve Kürdistan’dan Kıbrıs’a pek çok tarihsel bölgenin yönetilme biçimlerine dair daha incelikli politik ve entelektüel tartışmaların varlığına rağmen, sömürgecilik inkarını Türkiye devlet aygıtı ve anaakım akademik çevreleri açısından tartışmasız norm haline getirdi.

Kürdistan’ın klasik anlamda sömürge olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı tartışması hem yeni değildir hem de politik ve entelektüel olarak epey şümullü bir tartışmadır. Bu konuda elbette farklı görüşler ve yaklaşımlar olabilir ancak bırakalım politikayı sosyal bilimlerle ciddiyetle uğraşan birinin Kürdistan’da sömürgeci politikaların, taktik ve stratejilerin, seçici bir biçimde ve farklı dönemlerde uygulandığına itiraz etmesi epey zor görünür. Bilgi üretimi politikayla sıkı sıkıya ilişkili olduğundan Türkiye’nin anaakım entelektüel ikliminde bu zorluk pek de üzerine düşünmeden kolayca aşılır. Türkiye’de 1980’lerde ve 1990’larda oluşan yeni taban örgütlerine ve özellikle Kürt hareketinin yürüttüğü politik tartışmalara, 2000’ler sonrasında güçlenen sivil toplum örgütleri ağına rağmen hafıza sahasında sömürgecilik ve ırkçılık konuları son derece sınırlı bir şekilde dile getirilir. Tarih sahnesine ve politik alana sömürgecilik tezleriyle giren çok önemli Kürt örgütleri ve entelektüelleri dışında kalan aktörler açısından, kimi çok önemli istisnalara rağmen, bu tartışma görece geride kalır. Belki kısmen 1984 yılından itibaren başlayan Kürt savaşının yarattığı çok büyük bakiyenin de etkisiyle, hafıza sahasında çok az aktör Türkiye’nin geçmişle hesaplaşması tartışmasını sömürgecilik ve ırkçılığa bağlar. Mesele, özellikle 2000 sonrası sivil toplum kuruluşları eliyle, daha çok insan hakları, hukukun işleyişi ve ceberut ya da hukuk dışına çıkan devlet meselesi olarak çerçevelenir. Bu çerçeveleme kimi alanları açar hiç şüphesiz ama kimi alanların da üstünü örterek kapar.

İşte bu karmaşık ve pürüzlü alanlar nedeniyle Türkiye’yi de Fransa’yı da bir unutma toplumu, amnezi toplumu ya da unutkan toplum olarak tanımlamanın doğru olmadığına inanıyorum. Mesele unutma hatırlama zıt ikilisiyle açıklanamayacak kadar karmaşıktır ve her şeyden önce inkarcılık ile örülü bir meseledir. Türkiye’de de Fransa’da da farklı biçimlerde sömürgecilik ve ırkçılık konusunda inkara karşı mücadele eden önemli sayıda politik örgüt, inisiyatif, kurum ve birey olmasına rağmen merkezi devlet aygıtı ve ana akım medya bunlar yokmuş gibi davranır. Öte yandan sağ ve sol varyantlarıyla pek çok cumhuriyetçi düşünce sömürgecilik ve ırkçılık tartışmasını esas gündemin kaydırılması olarak görür. Her iki yerde de geçmiş ve şimdi arasında ırksal hiyerarşiler, etnik gerilimler ve sömürgeci ilişkiler nedeniyle çok güçlü bir ilişki vardır ve bu ilişki bugünün siyasi krizini de belirler. Buna rağmen toplumun genelinde bu konuları konuşmakta sadece bir bilinçli isteksizlik olmakla kalmaz aynı zamanda bu konuları konuşacak kelimelere, kavramlara ve ifadelere sahip değildirler.

Mesele bir bilmeme, unutma ve farkında olmamaktan yani amneziden çok bilinçli bir ret ve inkâr ve bu inkârın sonucunda da tüm bunları konuşabilmek için gerekli kavramlardan, kelimelerden, fikirlerden ve düşüncelerden yoksun olma durumuna denk düşer. Bu durumu Ann Laura Stoler Fransa üzerine tartışırken sömürgeci afazya olarak adlandırır, katı bir inkarın sonucu olarak yaşanan kavramsal, düşünsel ve politik yoksunluk. Bu kavramı Türkiye bağlamında düşünmek bize önemli kapılar açacaktır. İlginç akademik kavramlara meraklı olduğumdan değil Türkiye’nin karmaşık hafıza sahasını doğru tanımlamanın önemine inandığımdan bu kavramı kullanmayı öneriyorum. Sömürgeci afazya kavramı Türkiye hafıza sahasının çelişkilerini, zenginliğini ve pürüzlerini çok daha doğru ve nüanslı biçimde ifade ediyor. Geçmişin işlenme biçimlerine dair konuşurken olanın ağırlığını yadsıyan, içinde bulunulan durumu seyrelten, hafifletici ifadelerle, yumuşatıcı dolambaçlarla ya da küçülterek konuşmanın tehlikelerine dikkat çeken Adorno’yu hatırlayarak serinin bu yazısını bitirelim.6 İçinde bulunduğumuz şeye ad koyma ve doğru adlandırma çabası bizi belki bu tehlikelerden biraz koruyabilir.


1 İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşı kazanmış Müttefik Devletler, Almanya’nın Nürnberg şehrindebir askeri mahkeme oluşturdular ve Ekim 1945’ten Nisan 1949’a kadarNazi rejiminin 200’den fazla üst düzey temsilcisini yargıladılar.Nürnberg yargılamaları hakkında etraflı bilgi için bkz. AnnetteWeinke, Nürnberg Yargılamaları, çev. Oğuzhan Açıcı, Runik Kitap, 2021.
2 Susan Neiman, Learning fromtheGermans. Raceandthe Memory of Evil, Farrar, StrausandGiroux, 2019, s. 155.
3 Frederick C. Cooper, Colonialism in Question. Theory, Knowledge, History, University of California Press, 2005, s. 26
4 Nora Seni, “A breakdown of memorial processes in Turkey,” Bystanders, Rescuers or Perpetrators? The Neutral Countries and The Shoahiçinde, ed. C. Guttstadt, T. Lutz, B.Rother, ve Y. San Román, Metropol Verlag & IHRA, 2016, ss. 289-300.
5 Nicolas Offenstadt,L’Histoire. Un Combat au Présent, Textuel, 2014, s. 52.
6 Theodor W. Adorno, Yeni SağRadikalizminVeçheleriveGeçmişinİşlenmesi Ne Demektir?,çev. ŞeydaÖztürk, TarhanOnur, Metis Yayınları, 2020, s. 61.

 

The post Kavramlara dair: Hafıza sahası, sömürgecilik ve sömürgeci afazya first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek https://gazetekarinca.com/konusarak-silmek-konusarak-bastirmak-konusarak-inkar-etmek/ Thu, 16 Dec 2021 08:22:21 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=191623 Özgür Sevgi Göral Fransa Başkanı Emmanuel Macron 30 Eylül 2021’de 18 gençle Elysée Sarayı’nda bir araya geldi ve Fransa’nın sömürgeci geçmişi, Fransa – Cezayir ilişkileri, iki ülkenin birbiriyle ilişkili hafıza sahası ve geçmişin yorumlanma biçimleri üzerine sohbet etti. Saraya davet edilen gençler dikkatle seçilmiş bir gruptu, aralarında Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale […]

The post Konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral

Fransa Başkanı Emmanuel Macron 30 Eylül 2021’de 18 gençle Elysée Sarayı’nda bir araya geldi ve Fransa’nın sömürgeci geçmişi, Fransa – Cezayir ilişkileri, iki ülkenin birbiriyle ilişkili hafıza sahası ve geçmişin yorumlanma biçimleri üzerine sohbet etti. Saraya davet edilen gençler dikkatle seçilmiş bir gruptu, aralarında Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale – FLN) savaşçılarının, Fransız askerlerinin, sömürge Cezayirinin ordusuna bağlı paramiliter grupların üyesi Harki adı verilen Cezayirlilerin torunları vardı. Gençlerden biri, Gizli Ordu Örgütü’nün (Organisation de l’arméesecrète – OAS) lideri General Raoul Salan’ın torununun çocuğuydu.

Burada kısa bir parantez açıp Gizli Ordu Örgütü’nün nasıl bir yapı olduğundan söz etmek iyi olur.1961 yılında kurulan OAS, Cezayir ile Fransa arasında başlamış bağımsızlık görüşmelerini baltalamak, FLN’i ve Fransa ayağı FLN Fransa Federasyonu’nu geriletmek, kontrgerilla ve özel harp taktikleriyle Cezayir’deki ve Fransa’daki Cezayirlilerin bağımsızlık örgütlerine olan desteğini kesmek amacıyla kurulmuş bir özel harp örgütüdür. 1954–1962 yılları arasında devam etmiş Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın son yılını hem Cezayir’de hem Fransa’da kana bulamış, sayısız savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemiş bu kontrgerilla örgütünün lideri General Raoul Salan’ın sömürgecilik hafızasında önemli bir yeri var.

Emmanuel Macron

Özel olarak seçilmiş bu genç grubuyla Macron’un sohbet etmesinin amacı Fransa ve Cezayir kamuoyuna olumlu mesajlar vermekti. Sonuç ise tam tersi oldu; görüşmede Macron’un yaptığı açıklamalar hem Fransa’daki Cezayir kökenli Fransızlar hem de Cezayir kamuoyu nezdinde büyük bir öfke yarattı. Bu görüşmeye daha yakından bakmak gerektiğini çünkü bu görüşmeden doğan olumsuz sonucun basitçe bir yol kazası olarak yorumlanamayacağını ileri sürüyorum. Macron’un gençlerle buluşarak ‘olumlu mesajlar’ vermeyi amaçladığı bu görüşme Fransa’nın mevcut inkarcı, katı, modası geçmiş, yorgun ve sağcı devlet dilinin olumlu hiçbir sonuç veremeyeceğini göstermesi açısından son derece kritik bir yerde bana sorarsanız. İşte bu nedenle, görüşmede ileri sürülen fikirlere, tarih yazımına ve hafıza sahasına ilişkin yorumlara biraz daha yakından bakmak bizim için de kimi kapıları aralayabilir.

Bu görüşmede Macron önce genel bir giriş yaparak konuya girer. Cezayir Savaşı’nın önemini kendisinin de son yıllarda idrak ettiğini ifade eder, Fransa’nın travmalarının en önemli sebeplerinden birinin savaşın tarihi ve hafızası olduğunun söyler ve ekler: “Bazı acılar hakkında tamamen susuldu, bazı acılar ise uzlaştırılamaz ve barıştırılamaz olarak kurgulandı. Oysa ben tamamen aksini düşünüyorum.”

Açılış konuşması travmalar, acılar, neye dayandığı belli olmayan bir umut, failin, hayatta kalanın, katledilenin ya da direnenin kim olduğunu işaret etmeyen bir genellik dili gibi hafıza sahasının pek de işe yaramayan klişelerinin neredeyse tamamını barındırıyor. Macron konuşuyor ama aslında politik olarak neredeyse hiçbir şey söylemiyor.

Öte yandan, bu muğlak açılış bile sonrasındaki felaket açıklamaların yanında iyi kalıyor, çünkü Macron konuştukça aslında sömürgecilik inkarının konuşarak nasıl üretildiğinin mükemmel bir örneğini gösteriyor. Önce Cezayir’in ‘resmi tarihi’nin Fransa nefreti üzerine kurulduğunu ileri sürüyor. Üstelik burada asıl sömürgeciler Türkler olmasına rağmen bunun Cezayir tarafından tamamen silindiğini ve hep Fransa’nın hedef alındığını söylüyor. Sonra da ekliyor: “1962 sonrası dönemin Cezayir ulusu bir hafıza rantı üzerine inşa edildi, buna göre tüm sorun Fransa idi.”

Cezayir kökenli bir aileden gelen ve Cezayir’de büyüyenlerden gençlerden biri bu noktada Macron’a itiraz ediyor ve Cezayir’deki gençliğin Fransa’dan nefret etmediğini belirtiyor. Macron bu itiraza karşı kendisinin zaten Cezayir toplumunun tamamından bahsetmediğini, esasen bu hafıza rantı etrafında örgütlenmiş siyasi-askeri sistemi kastettiğini söylüyor. Cezayir’deki sisteminin yorgunluğunu gördüğünü de ekliyor.1

Bu görüşmenin tamamı, hem Fransız (resmi) hafıza sahasının yorgun, köhne ve inkarcı çizgisini apaçık ortaya koyuyor hem de Türkiye (resmi) hafıza sahasının, özellikle konu sömürgecilik ve ırkçılık olunca, billurlaşan hali üzerine de ipuçları veriyor. Fransa’yla başlayalım. Fransa, Cezayir’in bağımsızlığını elde etmesini, diğer pek çok sömürgesine kıyasla, çok zor kabul etti. 20. yüzyılın başından bağımsızlığa kadar “Cezayir Fransa’dır” tezi yaygın kabul gördü. Sonrasında FLN başta olmak üzere sömürgecilik karşıtı örgütlerin yürüttüğü askeri ve politik mücadele sadece Cezayir bakımından değil Fransız devletinin kendisi bakımından da bir egemenlik krizi olarak görüldü. FLN ile Fransa arasındaki bağımsızlık görüşmeleri pek çok kez kesintiye uğradı, bu görüşmeler ve De Gaulle’ün kısmı çözümcü tutumu nedeniyle ordu 1958 ve 1961’de iki kez askeri darbe yapmaya çalıştı.1954 – 62 arasında devam etmiş Cezayir Bağımsızlık Savaşı, geniş bir Fransız yerleşimci nüfusun Cezayir’de yaşıyor olmasının da etkisiyle, çok çetin geçti.2

Bu şiddetli bağımsızlık savaşı döneminden sonra Fransa devleti, Cezayir’deki sömürgeci geçmişiyle hesaplaşma konusunda çok katı bir tutum takındı. Bunun birkaç sebebinden söz edilebilir. Birincisi, az önce de vurguladığım Cezayir’deki yaygın Fransız yerleşimci nedeniyle Fransız Cezayir’ini kaybetmek devlet açısından çok büyük bir egemenlik krizi olarak yorumlandı. Sömürgecilik döneminde uyguladığı farklı yapısal şiddet örüntülerini, bağımsızlık savaşı boyunca geniş bir repertuarda kullandığı devlet şiddeti biçimlerini açıkça konuşmak ve bununla hesaplaşmak oldukça köklü bir çabayı gerektirecekti.

İkinci olarak 20. yüzyıl boyunca, bağımsızlık savaşı boyunca ve sonrasında da, çeşitli biçimlerde Cezayir’le ilişkili çok geniş bir nüfus Fransa’da her zaman mevcuttu. Cezayir kökenli ve ekonomik nedenlerle Fransa’ya göç ederek Paris’in banliyölerini kuranların oluşturduğu farklı kuşaklar, Fransız Cezayiri’nin Fransa’ya dönen Fransız yerleşimcileri, Fransız ordusuna bağlı paramiliter kontrgerilla yapılarında aktif olan ve bağımsızlıktan sonra Fransa’da yaşamaya çağırılan Cezayirli Harkiler, ordu mensupları ve aileleri. Bu kalabalık ve savaşı birbirinden çok farklı ve çatışmalı şekilde yaşamış grupların hepsi Fransa’da bir arada yaşamaya devam ettiler. Dolayısıyla Fransa’da Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın muazzam bir sömürgeci şiddet içeren bakiyesiyle hesaplaşmak aynı zamanda birbirine son derece karşıt konumlarda bulunan bu grupların politik taleplerinin birbiriyle olabildiğince ilişkilendirilerek uzlaştırılmasını gerekecekti. Sömürgeci geçmişle köklü bir hesaplaşmaya girmekten kaçınmak bu zorlu uzlaşma sürecinden de kaçınmak anlamına geliyordu.

Son olarak, belki de en önemlisi, Fransa’da yaşayan ve artık birçok kuşaktan oluşan Cezayirli kökenli Fransızların yaşam koşulları bu hesaplaşmayı yapmanın önündeki en önemli engellerden biriydi. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Cezayir’in sömürge olduğu dönemdeki şiddet, bağımsızlık sonrası Fransa’ya göç ederek Fransız yurttaşı olmuş yeni kuşak Cezayir kökenlilerin hayatında da farklı şekillerde devam ediyordu. Yapısal, sistemik, farklı kurumsal ve toplumsal ilişkilerde kendini yeniden üreten, son derece dayanıklı bir ırkçılık çalışma hayatından barınmaya ücret politikalarından gündelik tecrübelere mekânsal ayrışmadan sosyal hayata büyük bir şiddetle kendini hissettiriyordu. Bu ırksallaştırılmış sömürgeci şiddetin özellikle polis ve jandarma başta olmak üzere kolluk gücü aracılığıyla, Paris’in banliyöleri ve tüm Fransa’da ürettiği şiddet Cezayir kökenli Fransızlar açısından kısmen ortaya koyuldu.3 Ancak bu Cezayir kökenli Fransızların yaşadığı yaygın ve kurumsal şiddetin sadece bir parçasını oluşturur; adı konmayan bu ırksallaştırılmış ve sömürgecilik temelli şiddet yeni kuşak Fransız yurttaşların (ve göçmenlerin de) tüm hayatını çok güçlü bir şekilde etkiler, belirler ve şekillendirir.

Dolayısıyla Fransız devleti açısından Cezayir’e dair sömürgeci geçmişle gerçek bir hesaplaşma yapmak aynı zamanda bugünle, şimdiyle, bugün nasıl bir arada yaşam kurulduğuyla ilgili çok radikal bir hesaplaşma ve politik tartışma yapmak anlamına gelecektir. Bugün Fransa’da Cezayir kökenli Fransızlar başta olmak üzere tüm beyaz veya Avrupalı kökenli olmayanların tecrübe ettikleri sistemik ırkçılık ve ‘sömürge sonrası’ sömürgecilik biçimleriyle adını koyarak hesaplaşmak anlamına gelecektir. Bu ırkçılık ve sömürgecilik biçimleri Fransa’daki tüm kurumsal, politik ve toplumsal ilişkilerin, tecrübelerin ve pratiklerin tamamına sinmiştir. Üstelik bu tecrübeler ve pratikler sistematik olarak görünmezleştirilir çünkü sömürgecilik dönemi sona ermiştir ve resmi Fransız cumhuriyetçiliği kendisini mevut ırkçılığı kategorik olarak reddetmek üzerine kurar. Bu yaklaşıma göre, Fransız cumhuriyetçiliği evrenselcidir. Kendisini bir sosyal cumhuriyet olarak kurmuştur ve neo-liberal dönemde sosyal kısmı köklü biçimde dönüşse de Anglo-sakson sisteminden farklı olarak ırksal aidiyetleri aştığını iddia ettiği eşitlikçi perspektifiyle hala gurur duyar.

Anlatılan evrenselci cumhuriyet gerçeklikle ilgisi olmayan ve bugün Fransa’da var olan ırksallaştırılmış sömürgeci şiddetin üstünü örtmek için yaratılmış bir mittir elbette. Ancak her güçlü politik devlet mitinde olduğu gibi bu mit bir işlev de görür: Bu mit Fransa’da örneğin ABD’den farklı olarak ırkçılığın pek de keskin olmadığını ileri sürme, Fransa’da sadece Cezayir kökenli Fransızlara değil beyaz kökenli olmayan yurttaş ve yurttaş olmayan nüfusun tamamına uygulanan ırkçılığı konuşulamaz kılma işlevini görür. Zira geçmiş sömürgeciliği hakkıyla konuşmak bizi bugünde aynı nüfus üzerinde icra edilen devlet şiddetini, ırkçılığı, yeni sömürgecilik biçimlerini konuşmaya zorlayacaktır. Oysa doğrusuyla yanlışıyla bitmiş gitmiş bir sömürgeciliği kozmetik olarak konuşmak ve konuşmayı her seferinde ırkçı olmayan Fransız cumhuriyetçiliğine bağlamak meseleyi kelimelerle öldürmek anlamına gelecektir. Sömürgecilik, ırkçılık ve geçmişle hesaplaşma meselesini devlet cenahından konuşan herkes aynı zamanda bugünü konuşmaktan şiddetle kaçınacağı için konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek zorunda kalacaktır.

Dolayısıyla Macron’un, geçmişle yüzleşme ve uzlaşma amaçlanan bir toplantıda bile dalga geçercesine Cezayir’deki Fransa nefretinden, Fransa’nın hedef alındığından söz etmesi, sömürgecilik ve savaş hafızasını dile getirmek için mücadele edenleri berbat bir küstahlıkla ‘hafıza rantı’ üretmekle suçlaması bir yol kazası, yanlışlıkla yapılmış gaf ya da amacını aşan yorum filan değildir. Fransız devletinin mevcut sömürge inkarcısı, ırkçılık örüntülerini sürdürmeye kararlı yorgun, köhne ama direnen merkezini kusursuz bir biçimde temsil eder. Fransız devlet merkezinin bu haliyle sağa, aşırı sağa ve türlü yeni (post) faşizmlere alan açan, kayan, yaklaşan, onları içeren amorf bir sağcılık, ırkçılık ve inkarcılık üretmesi kaçınılmazdır. Macron bu buluşmada onu temsil eder sadece, pot kırmaz, Fransız devletinin gerçeğini ve konumunu ifade eder.

Buradan Türkiye’ye, Türkiye’nin özellikle Kürdistan’ın ve Kürt savaşının farklı veçhelerinin hafızasına dair devlet hafızasına geçmek çok kolay olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti devleti de tıpkı Fransa devleti gibi, geçmişle hesaplaşma konusunda güçlü bir inkâr ve ret geleneğine yaslanıyor. Bu gelenekte zaman zaman kimi kısmi esnemeler olduysa ve yeni bir anma yaklaşımını düşündürecek açıklamalar yapıldıysa da ana eksen hala katı bir inkarcılık çizgisinde. Bu inkarcılık ve ret geleneğinin en önemli sebebi, geçmişle hesaplaşma konusunda atılacak her ciddi adımın, bugünün mevcut ırkçılık ve sömürgecilik politikalarıyla hesaplaşmak zorunda olması. Kürt savaşı mevcut haliyle sürdüğü sürece, ister bu konuyla ilişkili olsun ister doğrudan ilişkili olmasın, gerçek bir geçmişle hesaplaşma sürecinin başlaması mümkün değil. Zira neden bahsedersek bahsedelim, özellikle ırkçılık ve sömürgecilik temelinde geçmişte olup bitmiş her mesele, bugün devam eden yakıcı bir savaşla ilişkili. O savaşta bir çatışmasızlık ortamı oluşmadan, demokratik müzakerenin en azından diyaloga dayalı başlangıç faslı açılmadan, Türkiye devleti açısından herhangi bir gerçek adım atılması mümkün olmayacak. Türkiye’deki siyasi iktidarın ve devlet yapısının bugünkü tekçi, militarist, faşizan ve ırkçı aktörlerine kabaca bir bakış atmak bile bu gerçeği gösterir.

Tam da bu nedenle tıpkı Fransız devleti açısından olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından da bugün geçmişle hesaplaşma hakkında yapılan tüm konuşmaların başarısızlıkla sonuçlanacağına inanıyorum. Devletin farklı kademelerinden, fraksiyonlarından konuşan kim olursa olsun, Kürt savaşı devam ettiği sürece konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek zorunda kalacak. Zira geçmişle hesaplaşmaya dair adına layık, gerçek bir konuşma yapmanın, müzakere yürütmenin siyasi zemini yok. Dolayısıyla belki de geçmişle hesaplaşma konusunda kozmetik konuşmalar yapanlar yerine, Kürt savaşında mevcut duruma itiraz eden, demokratik bir barış masasını savunan, yani aslında bugüne ve şimdiye dair konuşanlar geçmişle hesaplaşma siyasetine bir ölçüde alan açıyorlar. Çünkü siyasi bir mesele olarak geçmişle hesaplaşma her zaman bugünle, şimdiyle, mevcut durumun siyasi çatışmalarıyla, bugün nasıl bir arada yaşam kurgusu yapıldığıyla sıkı sıkıya ilişkili. Bunu es geçen her yaklaşım havada kalıyor.

Bugün Türkiye devleti açısından en yakıcı, sıcak ve güçlü tehdit olarak Kürt hareketinin görülmesi ve Kürt savaşı hem kendi müstakil ağırlığı hem de çok geniş araçsallaştırılma kapasitesi nedeniyle geçmişle hesaplaşma meselesindeki en acil ve yakıcı kalemi temsil ediyor. O konuda atılacak bir adımın, kaydedilecek en küçük somut ilerlemenin geçmişle hesaplaşma meselesinin diğer yakıcı konularında da kendini göstereceğine inanıyorum. Ermeni Soykırımı’nın tanınması başta olmak kaydıyla, geçmişle hesaplaşma babında akla gelebilecek tüm köklü ve çetrefil meseleler ile hesaplaşma tam da bu nedenle sıkı sıkıya Kürt savaşının seyriyle ilişkili.

Peki hem Fransa’da hem Türkiye’de, farklı şekillerde de olsa, meselenin devlet aygıtı tarafından konuşulmasına engel olan siyasi şimdi’ler böyle iken devlet dışı aktörler nasıl bir hafıza sahası yaratır? Devletin tavrı böyle olunca politik hareketlerin veya sivil toplum alanının mücadelesi hangi pürüzlerle ilerler? İki ülkedeki katı, kapalı, ama yorgun ve belki de ikna gücü zayıflamış inkarcılık ve ret politik mücadeleler için biraz da olsa alan açar mı? Bu katı tavrın kısmen aşındığı zamanlarda hem devlet aygıtı hem de politik hareketler tarafından atılan adımlar ne gibi dönüşümlere yol açar? İki ülkenin devlet aygıtı da belirli konuları tanımayı şiddetle reddederken başka bazı konularda makbul hafızalar oluşturmaya çabalar mı? Yolumuz uzun, soruların açtığı güzergahlar çetrefil, önümüzdeki haftalarda bu soruları tek tek ele alarak yanıtlarına dair birlikte düşünmeye devam edeceğiz.


1 Görüşmenin detayları için Le Monde gazetesinde yayımlanan şu habere bakılabilir:
2 SylvieThénault, Histoire de la guerre d’indépendance algérienne, Flammarion, 2005, s. 47.
3 Bu konuda başlangıç olarak Human Rights Watch’un 18 Temmuz 2020 tarihinde yayımladığı “They Talk to Us Like We’re Dogs”Abusive Police Stops in France başlıklı raporuna bakılabilir: https://www.hrw.org/report/2020/06/18/they-talk-us-were-dogs/abusive-police-stops-france

The post Konuşarak silmek, konuşarak bastırmak, konuşarak inkâr etmek first appeared on Gazete Karınca.

]]>
‘Yaramız derindir’ https://gazetekarinca.com/yaramiz-derindir/ Mon, 06 Dec 2021 07:12:28 +0000 https://gazetekarinca.com/?p=190318 Özgür Sevgi Göral Kamuoyu nezdinde Cizre JİTEM davası olarak bilinen Temizöz ve Diğerleri dosyası, 1990’lı yıllarda devletin paramiliter güçleri tarafından Cizre’de ve Silopi’de katledilen 21 kişinin öldürülmesinin, başta Emekli Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz olmak üzere, korucubaşı Kamil Atak’ın da dahil olduğu sanıklar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürüyordu. Sanıklar Cemal Temizöz, Kamil Atak, Temer Atak, Kukel […]

The post ‘Yaramız derindir’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>
Özgür Sevgi Göral


Kamuoyu nezdinde Cizre JİTEM davası olarak bilinen Temizöz ve Diğerleri dosyası, 1990’lı yıllarda devletin paramiliter güçleri tarafından Cizre’de ve Silopi’de katledilen 21 kişinin öldürülmesinin, başta Emekli Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz olmak üzere, korucubaşı Kamil Atak’ın da dahil olduğu sanıklar tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürüyordu. Sanıklar Cemal Temizöz, Kamil Atak, Temer Atak, Kukel Atak, Adem Yakin, Fırat Altın (Abdülhakim Güven), Hıdır Altuğ, ve sonradan şikayetçi avukatları tarafından açığa çıkarılarak dosyaya eklenen “Yavuz Hoca” ya da “Yavuz Güneş” kod adıyla bilinen Uzman Çavuş Burhanettin Kıyak da dahil olmak üzere 8 kişiydi. Pek çok JİTEM dosyasında olduğu gibi ordu mensupları, korucular ve itirafçılardan oluşan bir grup söz konusuydu, bu grup Cizre’de ve Silopi’de 1990’lı yıllarda katledilen, zorla kaybedilen ve infaz edilen 21 kişinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Dosyanın ilk iddianamesinde“ suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturma ve bu teşekküle üye olma, adam öldürmeye azmettirme ve adam öldürme” suçlarından Cemal Temizöz hakkında 9 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası ve korucubaşı Kamil Atak hakkında da 7 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası isteniyordu.

Temizöz ve Diğerleri Dosyası 14 Temmuz 2009 tarihinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianameyle başlamıştı. Ergenekon ve Balyoz yargılamaları başladıktan sonra, 2009 yılından başlayarak, bu dosyalarda sanık olarak ismi geçen kimi askerler için Kürdistan’da 1990’lı yıllarda işledikleri suçlar nedeniyle açılan bireysel ceza davalarından biri de Temizöz ve Diğerleri dosyası oldu. Temizöz ve Diğerleri dosyasında da diğer tüm dosyalarda olduğu gibi JİTEM yapısı birbiriyle ilişkili olarak ele alınmıyor, askerler, korucular ve itirafçılardan oluşturulan JİTEM yapıları bireysel suç örgütleri gibi görülüyor, işlenen suçların zorla kaybetme örneğinde olduğu gibi adı konulmuyor ve en önemlisi suçun ırkçı ve sömürgeci niteliğinin sürekli üstü örtülüyordu. Yine de 2009 sonrasında, 11 JİTEM dosyasının birer birer açıldığı dönemde, Türkiye’de geçmişle yüzleşme retoriği güçlü bir şekilde dolaşıma giriyordu. Bugün iktidarın ırkçı ve faşizan söylemlerini destekleyen pek çok gazeteci, yazar ve akademisyen, o gün JİTEM dosyaları sayesinde Türkiye’nin geçmişle hesaplaşmaya başladığını ve arkasının da kolaylıkla, çorap söküğü gibi geleceğini ileri sürüyordu. Temizöz ve Diğerleri bu dosyaların arasında en dikkat çekenlerinden biriydi.

İzlediğim duruşmalarda Cemal Temizöz son derece sakindi, savunmasının tamamını Fethullah Gülen çetesinin bir komplosu nedeniyle ve PKK’ye karşı yürüttüğü güçlü mücadelenin bir sonucu olarak yargılandığı çerçevesine oturtuyordu. Sakindi ve devlete konuşan bir devlet görevlisi olarak sükunetle konuşuyordu. Devleti iyi tanıyan ve Kürt hareketinin topyekûn savaş olarak andığı 1990’lı yıllarda Kürdistan’da savaşmış bir asker olarak bugün yargılanıyorsa da yarın durumun değişebileceğini öngörüyor gibiydi, ifadeleri genel olarak dikkatli ve dengeli olmaya çalışıyordu.

Korucubaşı Kamil Atak ise duruşmalarda oldukça hararetli bir tutumla hareket ediyor, son derece teatral savunmalar yapıyordu, öfkeliydi, arada sözü değiştirip PKK komutanlarına isimleriyle seslenerek onlara yönelik uzun ve sert konuşmalar yapıyordu. Kamil Atak ki evi PKK tarafından bombalanmış, bu uğurda ailesinden nice insanı kaybetmiş bir savaşçıydı, nasıl böyle bir yargılama sürecinin konusu olabilirdi? ‘Yaramız derindir’ diye sesleniyordu mahkeme heyetine, ‘biz çok zor koşullarda PKK ile savaştık, karşılığında burada yargılanıyor olmak bizim için çok zordur.’ Başlangıç döneminde Diyarbakır’da devam eden duruşmaları izlemek için Türkiye’nin batısından gelen ve genel olarak oldukça ümitvar olan gazeteci, yazar ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin aksine kayıp yakınları son derece temkinliydi. Duruşmalardan ne çıkacağını bilmediklerinin altını çiziyorlar, ‘hakimler bizim değil Cemal ve Kamil’in arkadaşıdır’ diyerek hukuka olan mesafelerini ortaya koyuyorlar, çevirmen aracılığıyla verdikleri ifadelerde olayları olabildiğince ayrıntılı anlatmaya çalışıyorlardı. Çoğu yıllardır eşini arayan, onun cenazesini bulmak için mücadele eden, 1990’lı yılların en şedit zamanlarında askeri bölgelere, karakollara, savcılara gitmiş, kaybettikleri eşlerinin ardından çocuklarını bin bir zorlukla büyütmüş Kürt kadınlarıydı.

Kayıp yakınları duruşmalara kolaylıkla katılabilmeleri için dönemin Cizre Belediyesi’nin sağladığı araçlara binerek geliyor, sanıklarla ve onların aileleriyle her duruşmada yüzleşiyor, hukuktan çok fazla bir şey bekledikleri için değil kaybettiklerinin anısına ve davasına sadık oldukları için geldiklerini söylüyorlardı. Gerçekten yarası derin olanlar, eşlerinin, evlatlarının, yakınlarının mezarından bile mahrum edilmiş olanlar teatral tutumlar yerine sakin bir dikkat, serinkanlılık ve mesafeyle, katılmayı biraz da politik ve etik bir görev olarak gördükleri duruşmaları dikkatle izliyor ve ifade veriyorlardı. Tercümanın yetmediği durumlarda müşteki avukatlarından Tahir Elçi çeviriyi devralarak kayıp yakınlarının ifadelerini Türkçeye çeviriyordu.

Uzatmaya gerek yok, Kürt savaşının tekrar başlamasıyla birlikte Temizöz ve Diğerleri’nin de içinde olduğu 11 JİTEM dosyasında arka arkaya beraatler çıkmaya başladı, devlet başta yargıladığı sanıkları sonrasında beraat ettirerek akladı. Böylelikle devlet bu sanıklar için aftan bile daha güçlü bir hukuki sonuç yaratmış oldu, bu dosyalardaki tüm sanıkların suçu işlemediği kesinleşerek aklanmış oldu. İktidar, dosyaları şikayetçilerin daha rahat izlemesi için araç tesis eden bütün belediyelere kayyımlar atayarak el koydu, demokratik yollarla seçilmiş belediyeler gasp edildi. Üstelik, bu dosyalara konu olan yerlerde, Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de ve Kürdistan’ın daha pek çok yerinde çözüm sürecinin bitmesiyle birlikte başlayan muazzam devlet şiddeti sonucunda binlerce insan daha katledildi.

2015 sonrasının cenazeleri ve ölüleri 1990’lı yılların cenazelerine ve ölülerine eklendi. Dosyaların en önemli avukatlarından biri olan Tahir Elçi katıldığı Tarafsız Bölge programında PKK’yi terör örgütü olarak tanımlamadığını ifade ettikten sonra başlayan linç sürecinin bir sonucu olarak 28 kasım 2015’te Diyarbakır’da, takip ettiği dosyalardaki kontrgerilla tekniklerine çok benzeyen bir şekilde katledildi. Türkiye’de ‘geçmişle yüzleşme’ diye konuşulan şeyin sert, şiddetli ve politikanın, özellikle de Kürt savaşıyla çerçevelenmiş politikanın güzergahlarıyla ne kadar ilişkili olduğunu hep birlikte gördük. 2009 sonrası parça parça açılan JİTEM dosyalarının ve özellikle de Temizöz ve Diğerleri dosyasının serencamı, geçmiş diye konuştuğumuz şeyin olmuş bitmiş bir eski zaman olmadığını aksine esas meselenin bugünde ve şimdide devam eden süreklileştirilmiş devlet şiddetinin izlerini ve etkilerini bugünle ilişkilendirerek hesaplaşmak olduğunu mükemmelen anlatır. Dünyanın her yeri için geçmiş ile bugünün politik ilişkisi geçmişle hesaplaşma diye konuşulan şeyin içeriğini belirler elbette ama Türkiye gibi resmi tarih anlatısının çok katı bir inkarcılıkta direttiği, Kürt meselesinde savaş çizgisinin hegemonyasını bir kez daha tahkim ettiği, özellikle sömürgecilik ve ırkçılığın bütünüyle görmezden gelindiği, devlet eliyle kurulan Ermeni Soykırımı inkarı kompleksinin pek çok bilgi üreten kurumda da saat gibi işlediği bir ülkede geçmişle hesaplaşmak demek aslında çok sert bir kavgaya girmek demek anlamına gelir. Tabi eğer adına layık, gerçek bir hesaplaşma süreci olacaksa.

Bu gerçek hesaplaşma süreci üzerine düşünürken dünyadaki diğer örneklere bakmanın bize önemli ipuçları sunabileceğini düşünüyorum. Kendi adıma Türkiye’yi Fransa örneğiyle birlikte düşünmenin anlamlı bir karşılaştırma olacağına ve Türkiye ile Fransa’ya karşılaştırmalı olarak bakmanın tartışmayı derinleştirecek kimi unsurlar içerdiğine inanıyorum. Fransa Avrupa içinde geçmişle hesaplaşma konusunda kötü bir sicili olduğu kabul edilen ülkelerden. Gerçi sicili iyi olan Almanya gibi ülkelerin de geçmişlerinin kimi kısımlarıyla yüzleşmek konusunda ne kadar isteksiz olduğunu, eğer politik hareketlerin müdahaleleri olmasaydı faşizmle yüzleşme sürecinin ne kadar eksik olacağını ve bu öve öve bitirilmeyen haliyle bile faşizme iş dünyasının, akademinin katılımı gibi alanların nasıl ihmal edildiğini düşünürsek belki bu yazıda söylemek istediğim temel şeylerden birine gelmiş oluruz.

Fransa ile Türkiye’yi geçmişle hesaplaşma çerçevesinden karşılaştırmalı düşünürken amacım bu ülkelerden birini norm ya da olumlu örnek olarak alıp diğerinin niye öyle olamadığını anlamak filan değil. Zira mevcut kapitalist üretim ilişkileri ve ulus devlet formundaki devletler içinde geçmişle hesaplaşma pratikleri olarak anılan tecrübeler her zaman pürüzlü, eksik, pek çok açık kalmış alanla dolu, geçmişi paketleyip bir kutuya koyarak ve bugünle ilişkisini keserek, bazen neredeyse sivil bir dine* dönüşen kozmetik pratiklerle dolu olacaktır. Üstelik, Avrupa’da çok ideal bir geçmişle hesaplaşma süreci olmuşken Türkiye’nin bunu yapamamış bir unutma toplumu olduğunu ileri süren normatif değerlendirmelere başka gerekçelerle de katılmıyorum. Bu konuda yekpare bir Avrupa yok, farklı ülkelerin farklı pratikleri var ve bu pratikler içinde bulunulan politik bağlamla, radikal hareketlerin gücüyle, rejim içi aktörlerin konumlarıyla, solun politik öncelikleriyle ve faşist, sağ popülist hareketlerin gücüyle doğrudan ilişkili.

Peki tüm bu kayıtlara ve şerhlere rağmen neden Fransa ile Türkiye’yi birlikte düşünmenin geçmişle hesaplaşma meselesi bağlamında yine de anlamlı olacağına inanıyorum? Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da mevcut çok şiddetli bir siyasi kriz var, bu kriz sağın, aşırı sağın, klasik, yeni (ya da post) faşizmlerin güç kazandığı bir merkezin faşistleşmesi/faşizmin merkezleşmesi süreciyle birlikte iyice keskinleşiyor.**  Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da geçmişin nasıl ele alınarak değerlendirileceği mevcut siyasi krizin temel meselelerinden biri, bugünün krizi geçmişin yorumlanma biçimlerine dair kavgayı önemli bir parçası olarak görüyor. Fransa devleti kendi ırkçı, sömürgeci geçmişine gerçekten eleştirel bir gözle bakmak konusunda ayak direyen bir devlet, zira tıpkı Türkiye’nin Kürdistan meselesinde olduğu gibi sömürgecilik ve ırkçılık bitmiş bir geçmiş anlamına gelmiyor.

Nüfusunun bir kısmı göçmen bir kısmı da eski sömürge kökenli ikinci ve üçüncü kuşak Fransızlardan oluşan Fransa için ırkçı ve sömürgeci geçmişinin nasıl değerlendirileceği aynı zamanda bugün nasıl bir ortak yaşam kurulacağına dair politik tartışmayla da sıkı sıkıya ilişkili. Tıpkı Türkiye gibi Fransa’da da ırksallaştırılmış bir kolluk şiddeti, bunun sonucunda katledilen siyah ve Arap yurttaşlarının yüksek sayısı, katleden jandarma ve polis güçlerinin cezasız kalarak terfi ettirilmesi gibi olgular sonucunda ırkçı şiddet bugün de kolluk güçleri ve yargı işbirliğiyle iş görmeye devam ediyor. Ve yine tıpkı Türkiye’deki gibi Fransa’da da pek çok radikal, ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı grup geçmişin suçlarının bugünle ilişkisi kurularak tanınması ve mahkum edilmesi için mücadele ediyor, bu gruplar yeni ve köktenci pek çok sözü ve talebi tüm devlet şiddeti biçimlerine rağmen dolaşıma sokuyor. Ve yine Türkiye’deki gibi Fransa’da da devletin farklı fraksiyonları çeşitli zamanlarda kendilerini kimi adımlar atmak zorunda hissediyorlar, attıkların adımların niteliği, kozmetik yaklaşımlar olup olmadığı hararetle tartışılıyor. Ve Fransa’da da, Türkiye’de olduğu gibi, yorgun, gücünü kaybetmiş, içe dönük bir dille konuşan, ama katılığından milim geri adım atmak istemeyen bir güçlü inkar dili ve retoriği kendisini sadece resmi kurumlarda değil akademide, entelektüel çevrelerde, sivil toplum örgütlerinde, tüm köhneliğine ve belki gülünçlüğüne rağmen, yeniden ve yeniden üretiyor. Geçmişin işlenmesi kamusal alanda esasen bu köhne, yorgun ama işlevli katı inkarcı çerçeveyle gerçekleşiyor.

Buna rağmen, Türkiye ve Fransa örneklerinden yola çıkarak karşılaştırma yapmanın anlamlı olacağına inanıyorum derken elbette iki ülkenin harfiyen birbirine benzediğini ya da Fransa’daki tartışmaların Türkiye ile benzeme ya da benzememe bağlamında ele alınması gerektiğini söylemiyorum elbette. Ben daha çok, Fransa’daki geçmişe dair tartışmalardaki kimi noktaların, sadece benzerlikleriyle değil farklarıyla da, illa reçete sunmak için değil daha çok farklı soruları kışkırtmak için anlamlı olabileceğine inanıyorum. Umuyorum Gazete Karınca okurları da böylesi bir karşılaştırmayı anlamlı ve okumaya değer bulurlar. Geçmişin işlenme biçimlerinin ve buna dair yürüyen politik tartışmaların sadece geçmişle değil bugünle ilgili olduğunu görmek için olası bir AKP sonrası restorasyonunun aktörü olma iddiasındaki tüm düzen içi güçlerin son zamanlarda yeni uzlaşının geçmişle ilişkiyi nasıl kuracağına dair yaptıkları açıklamalara bakmak yeterli olacaktır. Son dönemde Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çıkışında bunun en belirgin örneğini gördük. Türkiye’deki somut politik konjonktür bu tartışmanın pek çok sağ varyantını güçlendirecektir. Buna karşı gerçekten radikal, bütünlüklü ve eleştirel bir perspektif oluşturmanın ipuçlarını bulmak için karşılaştırmalı bakışlar mütevazı bir katkı sunabilir diye umut ediyorum. Tam da bu nedenle belirli bir süre Türkiye’deki geçmişle hesaplaşma tartışmalarına katkı sunmak ümidiyle Fransa örneğinden bahsedeceğim.

Haftalık yazılarla Fransa örneğinin kimi tartışma başlıklarını Türkiye ile birlikte düşünmeye çalışacağım. Umarım bu karşılaştırmalı düşünme çabası Gazete Karınca’nın dikkatli, politik, titiz ve ilgili okurlarının da ilgisini çeker, yazdıklarımla bir diyaloga girer ve hep birlikte tartışabiliriz.

Cümleten merhaba.


[*]EnzoTraverso, Critique of Modern Barbarism. Essays on Fascism, anti-Semitismandtheuse of History.International InstituteforResearchandEducation, 2019.
[**] Ugo Palheta, ‘De quoi Zemmourest-il le symptômemorbide?’, Contretemps, 11 Ekim 2021, https://www.contretemps.eu/zemmour-fascisme-racisme-symptome-morbide-palheta/

The post ‘Yaramız derindir’ first appeared on Gazete Karınca.

]]>