Hiçbir şey eskisi gibi olamıyor. Neden olsun ki? Doğal olan bu değil mi? Hayır tabiatta doğal olan böyle değil. Çünkü tabiatta değişim böyle akmaz. Tabiatın bir parçası olduğunu iddia eden biz insanlar, birey ve toplum yaşamı yanında doğaya da hükmetme, kaderini elinde bulundurma çaba ve müdahalesi ile yaşamın tüm doğal akışını alt üst etmekle yarışıyoruz. Peki çoğu zaman insanlar bu kötülüğü bile isteye neden yapar ki?
İktidarına tabi kılmak için tabii ki! Ölümsüzlük addettiği o sefil iktidarına boyun eğdirerek kendini kabul ettirmek için! O insan veya topluluğu, kendi rızasıyla benliğinden kopup diğerine benzemeye yönelmemiş ve/ya tahakkümü altına girmemişse, manalardan manalar atfettiği kılıçla bu tahakkümünü zorla yapan tek canlı insanın kendisidir ondan. Ve bu saldırıda tüm cinayetleri ve katliamları kutlu atfeden yine tek canlı insandır ondan. Din adına, ırk adına, cins adına, para adına. Tüm bunlar adına katliamlarla kendini kahraman addederek o sefil varoluşuna manalardan mana katan tek canlı olan insan! Bu uğurda katlettiği her canlıyı katli vacip bir hain ya da leş kabul eden o. O uğurda öleni “şehit” mertebesine ulaştırıp en şanslı Tanrı kulu addeden o! O yüzden “şehit” ailesine sevinç dışında bir duygu düşürmeyen de o!
Devlet Bahçeli’nin unutanlar için geçen gün (17/01/2023) dillendirdiği gibi: ”Biz İslam’ın kılıcıyız. Barış ve kardeşliğin gönüllü neferleriyiz. Hainlere acımayacağız. Merhamet göstermeyeceğiz.”
“Merhamet, kardeşlik ve barış” İslam ve Türklüğün kılıcı altında işte böyle taçlandırılıp, anlamlandırılıyor! Kim için? Kürt için, Alevi için, Ermeni için, Hıristiyan için yani Türk İslam dışında tüm diğerleri için. Belki başka coğrafyalarda da başka din ve ırk için olduğu gibi!
Öyle ki; kendi eski ülküdaşları Sinan Ateş cinayetini sorgulayanları dahi aynı kılıcın hedefine sokabilecek atmosfer ve paydayı yaratan öyle bir “kardeşlik ve barış” elçileri bu “kardeşler”! Elbette ki uyuşturucu ticaretinden, Türkmen Dağı’na gidiş ve dönüşleri sorgulayanları da.
Ve neredeyse bir takvim yılının her gününe serpiştirilerek katledilen “hainlerin” tutulamayan yaslarıyla doludur ülke. Ve ülke tarihi bu “manalarla” inşa edilmiş gibidir. Gibisi fazladır.
19-26 Aralık, 28 Aralık, 19 Ocak, 24 Ocak, 31 Ocak, 1 Şubat, 12 Mart, 16 Mart, 24 Mart, 30 Mart, 18 Nisan, 24 Nisan, 4 Mayıs, 6 Mayıs, 10 Mayıs, 27 Mayıs, 15 Haziran, 2 Temmuz, 20 Temmuz, 6-7 Eylül, 12 Eylül ,17 Eylül, 10 Ekim, 15 Kasım, 28 Kasım… İlk çırpıda akla gelen katliamlar, cinayetler ve darbelerle anılan günler. Ve bu günlerin arasına sayısızca siyasi cinayeti ve katliamları yerleştirmek mümkün. Düşünün ki emekçilerin bayram olarak kutladığı 1 Mayıs ile insanların yeni yılı karşılamak için eğlendiği 1 Ocak gecesi bile bu ülkede katliamlar ve cinayetler işlendi.
Ve her katliam sonrası hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Çünkü işlenmeye devam edildi. Çünkü katiller gözümüze sokula sokula aramızda birer kahraman olarak sergilendi, kutsandı ve mükafatlandırıldı. Haliyle katliamlar hiç durmadı, din, ırk, cinsiyetçilik adına belki daha çok paranın iktidarı uğruna. Her katliam, darbe ve işkence sonrası hiçbir zaman zaman eskisi gibi akmadı zaman ve hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı, çünkü katillerimizle yaşattılar bizi cezasızlık diyarı ve güzergahında yeni katillere yol vermek için.
Benim için de 19 Ocak 2007 saat 15.00 sonrasında durum böyle. Sevgili Hrant abinin genel yayın yönetmenliğini ve yazarlığını yaptığı Agos Gazetesi’nin bulunduğu Sebat Apartmanı önünde katledilmesi sonrası zaman, hiçbir zaman eskisi gibi akmadı. Belki çoğumuz için aynen akmadığı gibi. Belki öncesi veya sonrası her bir katliam sonrası zamanın içimizde tersine tersine ark açarak akmazlığı gibi…
Belki tüm bunlardan Hrant Dink katledildiğini öğrenir öğrenmez Agos’a öfke koşup gelen Yaşar Kemal’in, İnce Memed’de (4) aktardığı tavsiye ile kurtulacağız:
“… Korkma, içindeki o yüz bin yıllık ağının, korkunun üstüne yürü, ona başkaldır. Önce içindeki, yüreğindeki zinciri kopar, başkaldır. Sonra dünyanın bütün zincirlerini kır, tekmil kötülüklere başkaldır, iyilik getir. Getirdiğin iyilikler de, belki bir gün insanlar için kötülük olur, kendi iyiliğine de başkaldır..”
Yeter ki korkma!
Erdal Doğan kimdir?
1973 Erzurum doğumludur. 1991 yılı İstanbul Haydarpaşa Anadolu Teknik Lisesi (Elektronik Bölümü), 1998 yılı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur, 2003-2005 yıllarında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde insan hakları hukuku alanında yüksek lisans yapmıştır.
İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat olarak 23 yıldır yoğunluklu olarak yaşam hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, azınlık hakları, işkence mağdurları, kadının insan hakları ve çocuk hakları ihlalleri alanında serbest avukatlık yapmaktadır.
17 yıl İstanbul Barosu meslek içi ve staj eğitim merkezlerinde Avrupa Hukuku, Ceza Hukuku, Ceza Usul Hukuku, Uygulamada Ceza Avukatlığı ve Sanık Hakları alanlarında dersler vermiştir.
Hukukçu ve insan hakları aktivisti olarak: Geçmiş tarihte işlenmiş ve halen işlenmekte olan insanlığa karşı suçlarla cezai, sosyolojik, tarihsel ve hukuki bakımlardan yüzleşilmesi için farkındalık yaratma temalı ulusal ve uluslararası çeşitli etkinliklerin katılımcısı ve organizatörüdür.
“Hitit Hukuku- Belleklerdeki “Kayıp”, “Sanık Hakları ve Uygulamada Müdafilik”, “Vukuatlı Resmi Kimlik “Sözlüğü” ve 8 hukukçu ile birlikte kaleme aldıkları “Parçalanmış Adalet” adlı kitapları bulunmaktadır.
Gündemdeki insan hakları ihlalleri, güncel siyaset ve hukuk uygulamalarını ele alan, çeşitli dergi, günlük gazete ve sitelerde yayınlanmış çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.