Belarus’lu gazeteci yazar Svetlana Aleksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması “Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine” 5 Harfliler’de yayınlandı. Bu güzel metinde geçen “Şahit anlatmakla yükümlü!” sözü, benim yaşamımda da “susmanın yükü (sorumluluğu) konuşmaktan ağır!” şeklinde yer aldı hep.
Geçen haftaki “İşgale işgal denir” başlıklı yazımın devamı gibi olan okuyacaklarınız bu yükümlülüğün gereğidir…
Geçen hafta Zaho’da çocukları, sivilleri katleden 4 top mermisi üzerine Megafon TV’de yaptığımız söyleşiyi cımbızlayarak alıntılayan ve “itiraf” ile “ifşa” ve “sanık” ile “tanık” sözcüklerinin ayırdında olmayan “gazeteciler” tanık olup anlattıklarımı “itiraf” olarak yayınladılar. Benim için çok incitici bir deneyimdi…
Zaho katliamını “TSK den aldığımız bilgilere göre” ile başlayan bir metinle PKK’nin yaptığını ima eden devlet, geçmişte benim de tanık olduğum birçok olayda olduğu gibi olumsuz her eylemi başkalarının yaptığını söyleyerek bu kirli suçtan sıyrılmayı seçmişti. Oysa bombardımanın yakın tanıkları ve Irak yetkililerinin bütün açıklamaları saldırının Türkiye’ye ait obüslerce yapıldığını kuşkuya yer vermeyecek şekilde gösteriyor. Sivil insanların katledilmesi ilk de değildi elbet ve hepimizin alnına bir kara daha çalınmıştı…
Hava Kuvvetlerinde savaş pilotu olduğum yıllara ait bir tanıklığımı daha aktararak yükümü sizlerle paylaşmak istiyorum. Sanırım 1986 veya 87 yılında, Diyarbakır’da, Genel Kurmay İstihbarat Daire Başkanı bir Pilot Tuğgeneralin, salonda toplanan yaklaşık 50-60 pilota verdiği brifing belleğimde taptaze duruyor. General, PKK kampları, eğitimleri üzerine bizi bilgilendirmiş ve sonunda sorular sormamızı istemişti. Sanırım tek soru soran, o zaman 12 Eylül yönetiminin 2 kez gözaltına alıp sorguladıktan sonra ordudan ihraç etmeden “sakıncalı personel” ilan ettiği solcu bir subay olarak bendim. Sordum:
“Halk kimi destekliyor, Devleti mi, PKK’yı mi?
Sorum kadar yanıt da dürüst ve netti:
“Halk PKK’yi destekliyor.”
Biraz da sakıncalı statüsünün verdiği rahatlıkla devam etmiştim. “O zaman biz boşuna kürek çekmiyor muyuz? Diyarbakır sokaklarında halkın konuştuğu dili anlayamıyoruz ama ‘Kürtçe diye bir dil, Kürt diye bir ulus yoktur’ diyoruz. Bu, betona buğday tanelerini saçıp baharda başakların filizlenmesini beklemek kadar boşuna bir çaba değil mi?”
Generalin samimi yanıtları kulaklarımdadır: “Artık Kürt ve Kürtçe yoktur demiyoruz!”
Ben, hiçbir açıklama duymadığımı ifade edince “Devlet öyle her şeyi açıklamaz, kabul etse de özür dilemez!” diye başlayan sözlerle devam etti general.
Evet o günden bu güne artık devlet, “Kürt yok” demiyor ama iradesini, özgürlüklerini, hatta çoğu zaman yaşam hakkını bile yok saymaya devam ediyor. Ve bu zeminde bir tek buğday başağı bile yeşermiyor!
Sonradan kafa yorduğum ve gözlemlemeye çalıştığım en temel konu kuşkusuz bu kirli savaş oldu. Tanıklıklarım devletin politikasındaki çürüklükleri, yalanları görmemi sağladı. Artık barış için savaşmamın nedeni de budur.
Hrant Dink, katledilmeden önce verdiği söyleşilerden birinde soydaşlarına, “Türklerin ‘Ermeni Soy Kırımı Yoktur! demelerinde onurlu bir duruş arayın” diyordu. “Yani soykırım öyle kötü bir şeydir ki, benim atalarım bunu yapmış olamaz demek istendiğini düşünün” demişti. Şimdi Zaho’da top mermilerinin parçaladığı çocuk bedenleri ortadayken “Ben yapmadım O yaptı!” diyen devletin sözünde nasıl bir “onurlu duruş” arayacağız sevgili Hrant? Keşke hayatta olsaydın da bunun yolunu bize söyleseydin…
Aleksiyeviç, “Umut devri yerini korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz!” diyor, ama bizim, bu karanlığı yırtacak cesaretimiz ve barış için umudumuz hep olacak. Susmanın yükünü de konuşmaktan ağır saymaya devam edeceğiz…