Ana SayfaManşet‘Zorba’lara karşı Zal olmak

‘Zorba’lara karşı Zal olmak


Hayri Demir


Van’ın Çatak ilçesinde Osman Şiban’ın ağır yaralanması ve Servet Turgut’un yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan işkence haberini kamuoyunun gündemine taşıdıkları için tutuklanan gazeteciler, geç de olsa özgürlüklerine kavuştu.

Dört gazetecinin tutuklanmasına giden süreç, 11 Eylül 2020’de yaşanan işkence olayıyla başladı. O gün ilçe kırsalındaki askeri operasyon sırasında gözaltına alınan iki yurttaş ağır işkenceden geçirildi. Henüz iniş yapmamışken bindirildikleri helikopterden atılmaları, ağır işkencenin son halkasıydı.

Bugün hakim karşısına çıkan gazeteciler yazmamış olsaydı; Türkiye ve dünya kamuoyu yaşanan işkence olayından haberdar olamayacaktı. Benzer olaylarda olduğu gibi ‘devlete karşı işlenen bir suç’ olarak kayıtlara düşecek, mağdurlar fail olacaktı. Ancak bu cesur gazeteciler sayesinde hepimiz Turgut’un yaşamını yitirmesine, Şiban’ın da ağır yaralanmasına yol açan işkenceden haberdar olduk. Nitekim geç de olsa ilk duruşma bugün görüldü.

Van’a ayak basar basmaz kendini zırhlı polis araçlarıyla, köşe başlarındaki kontrol noktalarıyla hissettiren ağır güvenlik politikası adliye binasının içerisine kadar uzanmıştı. Elbette bu güvenlik politikaları salt duruşmadan kaynaklı değildi, yıllardır Van’da ilan edilmemiş bir OHAL nedeniyle en ufak bir etkinlik, basın açıklaması yapmak dahi yasak!

Adliye önü çevik kuvvet polisleriyle doldurulurken, duruşmanın görüleceği salon önüne kadar çok sayıda polisin konumlandırılmış olması gergin geçecek duruşmanın da habercisiydi. Devletin bir kurumunun işlediği bir suçu teşhir eden gazeteciler, yine devletin bir kurumu tarafından yargılanacaktı.

Duruşma başlar başlamaz avukatların dışında duruşmaya izleyici alınmayacağı kararı biz gazetecileri tedirgin etse de haber yaptıkları için tutuklanan meslektaşlarımızın yargılandığı davayı duyurmak da bizim onlara karşı borcumuzdu. Müzakereler sonrası sadece dört gazetecinin içeriye girmesine imkan tanınmasıyla sevindik. Ancak bir kaç dakika sonra sevincimiz kursağımızda bırakıldı. Salona girer girmez telefon ve bilgisayarlarımıza ‘tedbir’ gerekçesiyle el konuldu. Neyse ki kalem ve not defterlerimize el konulmadı.

Derken bir anda duruşma kapısı üstümüze kilitlendi. İçeri girmek isteyen de dışarı çıkmak isteyen de fiili bir tutsaklık haliyle duruşmaya geçildi.

Duruşma kimlik tespitiyle başladı ve savunmalar ile devam etti. Adnan Bilen, henüz gazeteciliğin suç olmadığına dair beyanlarda bulunmak için bir kaç cümle kurmaya başlamışken, bir anda savunması kesildi: “Seninle ilgili iddianamede yazılanlardan bahset.”

Oysa Adnan tam da iddianamede kendisine istinat edilen suçlamaların gazetecilik faaliyeti olduğunu, gazeteciliğin salt İletişim Başkanlığı tarafından verilen dün sarı, bugün turkuaz renkli kartla tanımlanamayacağından bahsediyordu. Çok geçmedi, ilerleyen bölümlerde bir daha, bir daha sözü kesildi.

20 yıllık gazetecilik deneyiminin verdiği birikimle de gazeteciliğini öz bir şekilde anlattı ve gazeteciliğin suç olmayacağını söyledi. Henüz Adnan’ın savunması bitmişken kilitli kapı önünde duruşmaya girmek için kapıyı çalan avukatların içeriye alınmaması nedeniyle bir anda mahkeme başkanı salonu terk etti.

Avukatların, duruşmaya katılacak avukatlara zorluk çıkartıldığını söylemesiyle birlikte “Adalet Mülkün Temelidir” yazısının önünde “Zorluksa acayip zorluk çıkartırım” sözleri yüzümüze çarptı ve duruşma bitimine kadar yankılanmakla kalmadı hayata geçirilen bir pratik olarak devam etti.

Adnan Bilen, Nazan Sala, Şehriban Abi, Cemil Uğur

Duruşma bitip gazeteciler hakkında tahliye kararı verilince bu kez aynı zorluk cezaevi önünde devam ettirildi. Cezaevi kapısı önünde tahliyeyi bekleyen gazetecilerin yakınları ve meslektaşları jandarma ve polis tarafından uzaklaştırıldıkça uzaklaştırıldı.

Nitekim cezaevinden yaklaşık beş kilometre uzaklıkta beklemeye izin verildi. Üstelik bekleme yeri şehirler arası bir karayoluydu ve her an bir kaza riski kaçınılmazdı. Bu sırada bekleyenler arasında bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturan grubun en küçük bireyi vardı. Henüz beş altı yaşlarındaydı. Karayoluna çıkmasına engel olmak içinse peşi sıra iki üç kişi koşuşturuyordu.

Vakit geçtikçe çocuğun hareketliliği daha da artıyordu. O sırada kim olduğunu öğrenmeye fırsat bulamadım. Çünkü bir kez daha araçlara bindirildik ve cezaevinden biraz daha uzak bir noktaya sürüldük. Derken ilk olarak Nazan Sala ve Şehriban Abi’nin bulunduğu bir dolmuş gelip önümüzde durdu. İki gazetecinin tutukluluğu tam da güneşin Van Gölü’nün üstünde günü uğurlamaya başladığı o sihirli dakikalarda özgürlüğe ilk adımlarını attı.

Bir saati aşkın bekleyişin ardından bu kez ikinci bir araç daha bulunduğumuz noktaya yakın bir yerde durdu. İçerisinden iki kişi indikten sonra hızlıca uzaklaştı. İnenler, Adnan ve Cemil Uğur’du. O anlarda etrafında ne olduğunu anlamayacak yaştaki çocuk yine sahneye çıktı. Bu kez bir kucaktaydı. “Zal’amın, Zal’amın, Zal’amın” diye çocuğa sımsıkı sarılan Adnan’dı.

Kürtlerde zorbalara karşı bir direnişin sembolü olan Zal, Adnan’ın oğluydu. Aylar süren baba oğul hasreti bir şehirlerarası karayolu kenarında son buldu.

Ancak zorbalar, biz henüz araçlarımıza binmeden ‘zorluklarını çıkartmaya’ devam etti. Gazeteciler özgürlüklerine kavuştukları sırada tutukluluk halinin devamını talep eden savcının tahliye kararına itiraz ettiği haberini aldık.

Zorbalık sürüyordu. Ancak zorbalığa karşı Zal’ca direniş de sürüyordu. Tıpkı dün olduğu gibi, yarın da olacak gibi…




Önceki Haber
Ömer Faruk Gergerlioğlu gözaltına alındı
Sonraki Haber
Yaklaşık bir aydır hastanede yatak arıyordu: Aslı Özkısırlar hayatını kaybetti