Ana SayfaManşetBarışın tabulaşması

Barışın tabulaşması


Mehmet Nuri Özdemir


Tabu, toplumca ya da bir toplumsal kümece yasaklanarak, yaptırımlara bağlanarak korunan; dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız olan insan, davranış, sözcük, kavram, nesne vb. için kullanılır. Bazı kavramlar toplumda konuşulmadığında ve bu kavramlara belli kutsiyetler biçildiğinde zaman içinde tabulaşır; tabulaştırma genellikle bilinçli ve belli bir amaca yöneliktir, bir paradoks gibi görünse de tabulaştırma, kavramları bir taraftan kutsallaştırırken diğer taraftan onu toplumun erişemeyeceği mesafede başka bir evrene sürükler.

Barışın hikayesi de son zamanlarda bu şekilde sirayet etmektedir; barış tabulaşmaktadır. Oysa insanlık tarihinin başlamasıyla birlikte tüm toplumların temel idealarından biri kalıcı barışa ulaşabilmekti; lakin
deneyimler bu ideanın gerçekleşmediğini bize gösteriyor.

Bu yazıda yukarıda kısmen bahsedilen kadim barış ideasının Kürt meselesiyle ilişkisini irdeleyerek devam edelim. Bu ideanın izdüşümü denilebilecek 1 Eylül Dünya Barış günü neredeyse her yıl Kürtlerin öncülüğünde bir ritüele dönüşerek kutlanıyor ve birçok yerde eş zamanlı çeşitli etkinlikler yapılarak “barış” talep ediliyor. Ancak savaşın ve barışın en büyük yükünü omuzlayan Kürtlerin bu barış talebi son zamanlarda zayıflamaya başladı. Bunun birçok nedeni var. Bir kere şu gerçeği en başta söyleyelim: Liberal ve muhafazakar hegemonyanın yanına solun zayıflığını da eklediğimizde barış sorunsalında Kürtlerin yalnızlığı net bir şekilde hissediliyor.

Kürt meselesine liberaller mesafeli ve keyfi, muhafazakarlar pragmatist ve otoriter yaklaşmaya devam ederse ve solcular tarihsel-güncel sorumluluklar üstlenmezse barışın zorluklarının derinleşmesi
kaçınılmaz hale gelir. Gerçek bir çözüm ve barış için özgürlükçü liberallere, vicdanlı muhafazakarlara, dost ve çözümcü solculara ihtiyaç var. Çünkü farklı kesimlerin gündemine giremeyen barış arzusunun toplumsallaşması mümkün değildir.

Bir yerde savaş karşıtlığı hasar alırsa barış talebi de mutlaka bundan nasibini alır; bunun tersi de doğrudur. Bilindiği gibi Vietnam savaşının bitmesinde savaş karşıtlarının ve 68 hareketinin payı büyüktü. Bu bağlama özetle savaş karşıtı hareketlerin zayıflaması savaşın derinleşmesinin zeminini güçlendiriyor. Bu yönüyle barışı talep etmekten öte belki de son yıllarda savaş karşıtlığının ve barış istencinin neden bu kadar zayıfladığına daha çok odaklanmak gerekiyor. Çünkü barışı konuşmanın neden bu kadar zorlaştığını tartışmak, barışın kiminle yapılacağını tartışmaktan daha önemlidir. Barışın barış isteyenler arasında bile ikilemlere neden olduğunu konuşmak da en az barışın kendisi kadar kıymetlidir. Evet, barış neden bu kadar zorlaştı?

Barıştan kasıt egemene boyun eğmek değildir; tersine egemeni demokrasi ve insanlığın temel değerlerinin omurgası olan toplumsal barış ile frenleyebilmektir. Lakin egemen savaşın ortasında barışa boyun eğse de barış eğer kalıcı bir norm haline gelmezse ve barışa yönelik toplumsal meşruiyet yasalarla tahkim edilmezse tüm çabalar meşruluğunu zamanla kaybederek atılan adımlar rahatlıkla maniple edilebilen narin bir mutabakatsızlığa dönüşebilir. Barış hikayemiz tam da böyle değil miydi?

Barışı tartışmak iyidir; tartışmamak veya tartıştırmamak ise en az savaşı istemek kadar tehlikelidir. Kitlelerin örtük ya da açık umudu “savaşın istisna, barışın norm” haline getirilmesidir. Bu umuda istikamet veren siyasalın karakteridir. Siyaset, barışı savunmak ve savaşı geriletmek için zorunlu bir yol, muazzam bir enstrümandır. Bu enstrümanın savaşta kullanılan askeri bir cihazdan temel farkı karşı tarafı yok etme amacından öte birlikte yaşama inandırma gücüdür.

Onun için kimi tanımlarda söylendiği gibi siyaset savaş değildir, savaşın devamı da değildir; siyaset tüm aksiliklere, eksikliklere rağmen sorunlarına çözüm bulmak için insanlığın başvurduğu kadim bir mutabakattır, insan aklının büyük bir buluşudur. Bu mutabakatın zayıfladığı tüm zamanlar büyük savaşların olduğu ve tüm insanlığın büyük kaybettiği zamanlardır. Şüphesiz eğer siyaset, savaş şeklinde yapılırsa savaş durmaz, barış gelmez. Kürt meselesinde yaşanan temel krizin odağı çözümcü siyasetin risk almayı bırakması ve barışı norm haline getirmekten vazgeçerek ortak geleceğe kör kalan anların büyüsüne kapılmaya başlamasıydı. Bu tercih her iki tarafta da çözüme karşı olan direnci kristalize
ederek çözümün mümkün olmadığını kitlelerin bilincine taşıdı. Onun için barış denildiğinde insanlar mesafeli duruyor ve bu tutumdan anlıyoruz ki toplumun geneli barışa yönelik ciddi bir kırılma yaşıyor.

Barışın tabu haline gelmesini önlemenin zorlukları çok fazla. Sonuçta hiçbir savaş ya da barış tek başına sıcak kavganın sahipleriyle sınırlı kalmıyor ve bu genişleme sorunu genelde karmaşık hale getiriyor. Asıl savaş ve barışın yansımaları sıcak sahanın arka planında yani aslında gündelik yaşamın her parametresinde yaşanıyor. Bu realiteden hareketle savaşın genişlemesi negatif sosyolojiyi, barışın büyümesi pozitif sosyolojiyi besliyor; kısacası savaş ve barış olgusu toplumsalı tedricen ürettiği gerilimlerin uzantısı haline getiriyor. Her birimiz ayrı ayrı ve topluca olagelen savaşın ve barışın parçaları haline geliyoruz.

Hayatlarımız, geleceğe yönelik umut ve hayallerimiz doğrudan savaşın ve barışın gidişatına bağımlı hale getiriliyor. Fakat çoğu zaman bu trajik hakikati sorun etmiyoruz. “Sorun olan tam da sorun edilmeyendir” der Fransız sosyolog Bourdıeu. O halde ne yapmalı, barış ve çözüm denildiğinde bundan ne anlamak gerekiyor, deneyimlenen çözüm sürecinden sonra neler değişti ve şimdi kim ne istiyor istiyor, devletin, iktidarın ve ana muhalefetin çözümden anladığı şey nedir? Bu sorulara verilecek yanıtlar bu zorlukların aşılmasını kolaylaştırabilme potansiyeli taşımaktadır.

Ortadoğu’nun tarihsel sorunlarının başında Filistin meselesi ile Kürt meselesi gelmektedir; iki sorun da toplumun lehine çözülemediği için genişleyen bölgesel sorunlara dönüştü. Bu gerçeği görmemek için ya “politik ırkçı” olmak ya da siyasi çözüm yerine savaş ve kargaşadan medet uman tarafta olmayı
gerektirir. Bu yüzden Kürt meselesi belli bir çözüme kavuşmadan barışın tabulaşması kaçınılmazdır. Reel politik krizlerin yansımaları bu gerçeğin görmezden gelinemeyeceğini gösteren bulgularla dolu. En başta iktidar olmak üzere birçok aktörün Kürt vurgusu (belli bir araçsallığı içerse de) aktörlerin Kürtsüz herhangi bir plan ve programın yürüyemeyeceğini ve başarıya ulaşamayacağını gösteriyor. Bu minvalde gelecek seçimlerin temel gündemini ve aynı zamanda Türkiye demokrasinin kaderini, HDP’nin hangi bloğa katılacağından öte Kürtler hakkında kimin ne söyleyeceği belirleyecek gibi duruyor.

Bu realiteye bağlı olarak sağıyla soluyla, seküleriyle muhafazakarıyla, yoksuluyla zenginiyle Kürt halkının tavrı seçimleri ve dolayısıyla savaş ile barışa olan mesafeyi doğrudan belirleyecek gibi görünüyor. Ne kadar vurgulasak azdır: Kürt meselesi barıştan ve çözümden uzaklaştığında ülke yoksullaşıyor, kutuplaşıyor ve geriliyor; uluslar arası ticaret ve siyasette oluşan hasarı gidermek için de hukuksuz yollara başvuruluyor. Bu durum tekrar ettikçe fatura büyüyor.

Çözüm sürecinin bitmesiyle Kürtler başta olmak üzere daha çok ezilen kesime bir şekilde pay edilen fatura, çözümsüzlükte ısrar edildiği sürece daha geniş bir çevreye pay edileceği ortada duruyor. Bu tür
zamanlar kritik zamanlar. Sağduyulu ve gerçekçi davranmak gerekiyor. Sağıyla soluyla, laikiyle muhafazakarıyla, Kürdüyle Türküyle Kürt meselesi herkesin gündemine gelmiş olsa da ortak bir yol bulmakta sıkıştığımız çok açık; fakat bu çözümsüz olduğumuz anlamına gelmiyor.

Her ülkenin yüzleştiği ve çözmek zorunda olduğu meseleler var. Fransa Cezayir sorunuyla, İngiltere İrlanda sorunuyla, İspanya Katalan sorunuyla nasıl yüzleşip çözümler bulmaya çalıştıysa Türkiye de Kürt sorunuyla yüzleşmek ve çözüm bulmak zorunda. Bu yüzleşme meselesinde muhatap sadece iktidar partisi değildir. Muhalefet de en az iktidar kadar sorumluluk sahibidir. Kaldı ki Kürt meselesi sadece Kürt halkının meselesi olmaktan çıkarılmalıdır, şüphesiz meselenin sadece Kürtlere ait olmaktan çıkarılması çok rasyonel bir adım olacaktır.

Tüm baskılara rağmen ezilen ve sömürülen Kürtlerin oy verdiği parti olan HDP büyüyor, uluslararası hukuk partinin faaliyetlerini haklı ve meşru buluyor, halk partiden vazgeçmiyor, parti ne pahasına olursa olsun ayakta kalmaya ve direnmeye devam ediyor.

Toplumun rasyonel aklı partinin yola devam etmesinden ve demokratik siyaseti sürdürmesinden yana. Kamuoyunun büyük çoğunluğu, iş çevreleri ve sivil toplum çözümden ve normalleşmeden yana; mevcut siyaset kurumu ise toplumun beklentilerini oya çevirme derdinde olsa da bu gerçeğe sırtını dönemiyor. Bu hakikat barışın kalıcı hale gelmesi için büyük bir avantaj sağlıyor. Sonuç itibariyle popülizmin kutuplaştırıcı stratejisi yerine demokrasi ve yeni yaşamı önceleyen ve çözümü merkeze koyan, Kürt
meselesine bütünsel bakmayı başaran bir siyasi tarza ihtiyaç olduğu açıkça ortada duruyor. Bu hakikatin yüklediği sorumluluktan hareketle on binlerce insanın yaşamını yitirdiği bir meselede barış olgusu polemik meselesi haline getirilmemesi gerekiyor.

Sonuçta toplumun kahir ekseriyetinin beklentisi ilkesel olarak toplumsal barıştan yana olan kesimlerin böyle bir polemiğin taşıyıcısı olmaması gerektiği yönündendir. Bu yönüyle barışı savunmak taraf olmaktan öte ilke meselesidir. Bu anlamda toplumsal barış savunucularının barışın kiminle yapılacağından öte temel bir ilke olarak barışın ve çözümün kaçınılmazlığını, dilini, söylemini ve zeminini anlamlı kılacak bir tutum alması daha anlamlı olacaktır. Çünkü bir ilke olarak barış ideası dünyanın en kuşatıcı ve en kadim perspektifidir. Bu perspektif sihirle değil emekle kitleselleşir, kararlılıkla amacına ulaşır.

Şu an barışın nereye taşındığını bilmiyoruz, işin tuhaf yanı bunu birbirimize de egemene de sormaya çekinir olduk. Barış istemenin iktidar ile işbirliği yapmak, barışı istememenin iktidara karşı “direniş” olarak anlaşıldığı bir iklimde, elbette en ağır fatura yoksul Kürde, ezilene ve sömürülen tüm halka kesildi, kesilmeye devam ediliyor; kaldı ki Kürtlerin sadece 6 yıldır ödediği bedelin bir kısmı geriye kalanlara pay edilseydi bugünkü yaşamımız bambaşka olabilirdi. Bu bağlamıyla barış için bedelin pay edilmesine, yeni, cesur adreslere ve yön tarifine ihtiyacımız var; dahası ne istediğimiz ve niye yola çıktığımızı yeniden hatırlamak zorundayız. En azından Kürtler, sosyalistler ve demokratlar olarak yıllardır devam eden bu acımasız savaşta kurumsal ve bireysel rollerimizin ne olduğuna yeniden dönüp bakmamız gerekmez mi?




Önceki Haber
Kılıçdaroğlu BAE ile görüşmeleri yorumladı: Sedat Peker için konuşuluyor
Sonraki Haber
Tutuklu Ayşe Gökkan annesinin cenazesine getirilmedi