Başında söylemesi gereken sözü sona bırakmamak adına savaşa girmek için can atan, sudan gerekçeler yaratarak kardeş haklara saldıran, durmadan ırkçı, dinci, cinsiyetçi ve mezhepçi söylemler üreten, kin ve nefret tohumları serpen bu zihniyete karşı barışı her zamankinden daha yüksek sesle talep etmenin tam zamanıdır. Barışı tarihe ve topluma karşı sorumluluğun bir gereği olarak istemek, zayıflık değil bilakis erdem halleriyle yüklü bir mesuliyet olduğunu vicdanı körelmemiş herkesin idrak etmesi gerekir artık.
Bugün Kafkaslardan Batı Trakya’ya, Ege’den Akdeniz’e, Irak’tan Suriye ve İran sınırlarına kadar gittikçe artan bölgesel-küresel savaş ve çatışma potansiyeli, Türkiye’nin iç siyasetindeki dengeleri de belirlemeye devam ediyor. Türkiye’de savaş ve çatışma siyasetinin seçimlerden önce daha belirgin bir gündem olarak ön plana çıkacağını geçen hafta itibariyle ortaya çıkan gelişmelerden anlamak mümkündür. Seçimlerin yaklaşmasıyla beraber içeride ve dışarıda seçim sonuçlarını iktidar lehine değiştirecek bir konseptin devreye sokulmaya çalışıldığına dair birçok emareden bahsedebiliriz.
Özellikle 13 Kasım’da İstanbul Taksim’de gerçekleşen patlamayla beraber ortaya çıkan gelişmeler, seçimlerden önce yaşanması muhtemel gelişmelere ayna tutması açısından oldukça önemlidir. Hem iktidar hem de muhalefet blokunun içinde bulunan kimi kesimlerin toplumda inşa edilmeye çalışılan milliyetçi histeriye yatırım yaparak bunu siyasi bir kazanıma tahvil etme arayışında bulunduğunu ve bu anlamda en işlevsel konulardan birinin Kürt meselesi bağlamında çatışmalı bir ortam olduğunu söyleyebiliriz.
Her ne kadar son zamanlarda içeride iktidar ve muhalefet blokları arasındaki kimi siyasi ayrımlar belirginleşse de dış politikada yapılan onca hataya rağmen hala yerli ve milli bir mutabakatın söz konusu olduğu görülmektedir. Muhalefetin de dahil olduğu bu mutabakatı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi topraklarına yönelik askeri operasyonlar, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne yönelik saldırı ve savaş tehditleri, Ege, Akdeniz ve Kafkaslardaki askeri maceraperestlik arayışını onaylan, destekleyen yaklaşımlardan görmek mümkündür. Üstelik iktidarın savaşı siyasi bir kazanım, ekonomik çöküşü manipüle etmek ve yönetememe halinden bir çıkış yolu stratejisi olarak icra etmesine karşı muhalefet blokunun herhangi bir plan ve stratejisine dair hiçbir umut ve emare de yok…
AKP-MHP hükümeti içeride ve dışarıdaki çoklu krizleri aşmak için birçok senaryoyu aynı anda devreye sokmakta ve “hangisinden sonuç alsam kâr” mantığı ile hareket eden bir strateji izlemektedir. Özellikle Suriye politikası bağlamında bu politikanın etkin bir şekilde işlendiğini ve Suriye Kürtlerinin statüsünü ortadan kaldırmaya yönelik bir zafer elde etmenin içerideki sıkışmışlığın önüne geçip yeniden konsolidasyon sağlayacağına yönelik bir siyasi muhasebe yapıldığı görülmektedir. Bilhassa seçimler bağlamında sahadaki verilere bakınca Kürt karşıtlığı ile özdeş olan bu saldırının ne anlama geldiğini daha iyi anlamak mümkündür.
Bu bağlamda Suriye’de 2012 yılında itibaren siyasal İslamcı gruplara yüklenen misyonların büyük oranda değiştiğini, başka yönde bir gelişim gösterdiğini ve hatta Türkiye karşıtı bir pozisyona evrildiğini söyleyebiliriz. O nedenle Türkiye hâlihazırda hamilik ettiği cihatçıları bölgesel denklemlere uygun olarak dönüştüremediği gibi kontrol ettiği alanlarda da ne tam olarak saha denetimi kurabildi, ne siyasi ve toplumsal bir istikrar ne de yönetilebilir bir nizam inşa edebildi. 12’nci yılına giren Suriye iç savaşı, aradan geçen süre zarfında büyük bir insani maliyet ortaya çıkarmakla kalmayıp komşu ülkelerin de huzur, barış ve istikrarını büyük oranda bozdu.
Suriye’de şimdiye kadar iç savaşın bitirilmesine, siyasi ve toplumsal çözüme yönelik birtakım arayışlar olsa da bu girişimler büyük oranda başarısız oldu. Coğrafyanın jeopolitiğinden hareketle ABD’nin Irak ve Suriye üzerinden Orta Doğu’ya müdahalesi ve hem Irak hem de Suriye’deki Kürtlerin beklenmedik şekilde sahada hâkimiyet kurmaları onların ABD nezdinde meşru ve reel ittifak güçleri olarak kabul görmelerini de beraberinde getirdi. Ortaya çıkan bu yeni siyasi ve askeri durumun göz ardı edilemeyecek bir denklem olduğunu sahadaki verili durumdan anlamak mümkündür.
Özellikle AKP’nin iç savaşın başından itibaren İslamcı unsurlarla kurduğu ittifak, Suriye’nin bütünlüğünü ve barışını bozmaya yönelik arayışları ve Suriye’deki savaşta Türkiye’yi lojistik bir üs olarak radikal cihatçı unsurlara açması üzerine kurduğu siyasal strateji büyük sorunları da beraberinde getirdi. Cihatçıların Suriye’de denklem değiştirici bir aktör olamamaları AKP’nin Suriye politikasını daha keskin bir şekilde anti Kürt bir düzleme çekti. Başlangıçta cihatçı unsurlarla Suriye’de hâkimiyet kurma ve Şam’da namaz kılma arzusuyla ifadesini bulan bu yayılmacı siyaset zaman içinde ve özellikle 2015’ten sonra şiddetli bir Kürt karşıtlığına dönüştü. İç siyaseti de dizayn etme konusunda oldukça işlevsel olan bu durum bugün için de belirgin bir strateji olmaya devam etmektedir.
Bu stratejiye uygun olarak siyasal rejim Suriye’deki Kürtlere yönelik şimdiye kadar farklı periyotlarda (2017-2019) askeri operasyonlar düzenledi. Son olarak 20 Kasım’da Suriye Kürtlerinin askeri, enerji ve altyapı kaynaklarına yönelik gerçekleştirilen hava saldırıları da aynı stratejinin bir parçası olarak hayata geçirildi. İktidarın hem içeride hem de dışarıda sebep olduğu siyasi, ekonomik, toplumsal ve idari krizi kamufle etmeye yönelik bu stratejisi daha önceki saldırılara nazaran kayda değer bir şekilde destek görmedi. Taksim’deki terör saldırısı üzerindeki sis perdesi ve şaibeli durum ortadayken bu patlamanın Suriye’deki operasyonlara dayanak yapılmaya çalışılması hem ulusal hem de uluslararası anlamda ikna edici bir meşruiyet zemini yaratamadı. İktidarın Taksim’deki patlamayla ilişkilendirip temellendirmeye çalıştığı askeri operasyonlar, seçimlere doğru nasıl bir strateji izleyeceğini ortaya koymakta ve muhalefet için de önemli bir sınav olacağı görülmektedir. Elbette hem Kürdistan Bölgesel Yönetimi hem de Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik saldırıların seçim stratejilerini de aşan, tarihsel Kürt politikasının en güncel konularından birini oluşturduğunu da unutmamak gerekir.
12 yılı aşkın bir süredir Suriye’de devam eden ve sahadaki anlık değişimlerin de gösterdiği şekilde giderek daha derin bir kaosa dönüşen reel durum ortadayken, İran’ın kadınlara karşı uyguladığı baskıların sonucunda ortaya çıkan kadın isyanları ve büyüyen halk desteği Orta Doğu‘nun tamamı için yeni bir denge ortaya çıkarırken, Rusya Batı’ya karşı denklem bozucu hamleler ve Orta Doğu’da inşa ettiği güçle kazandığı küresel bir aktör olma özelliğini Ukrayna savaşıyla yitirmişken, Türkiye’nin yanı başındaki komşusuna karşı savaşa varacak bir askeri harekâta girişmesi hem bölgesel hem de küresel dengeler açısında büyük yıkım getirecektir.
Bütün bölgesel ve küresel denge ve gelişmelerin aksine, böylesi bir askeri harekâtın hem zamansal hem de mekânsal olarak yarar sağlayıcı herhangi bir sonuç ortaya çıkarmayacağı bilinmesine rağmen bu konseptte ısrar edilmesinin analizinin doğru yapılması ve ona uygun bir strateji ve söylem kurulması Türkiye ve bölgesel barış için büyük bir ihtiyaçtır. Söz konusu bu mono seçenek ise rasyonel devlet aklının arkasında durduğu ve iktidarın siyasal menfaatleriyle birleştirmeye çalıştığı stratejisinin bir sonucu olarak 2015’ten bugüne kadar artarak devam eden kutuplaşmanın en bariz etkisi olan Kürt karşıtlığıdır. Bu anti Kürt siyaset ve stratejinin en temel dayanağı ise Suriye Kürtlerinin kontrol ettiği bölgelerde inşa ettiği alternatif sistem, huzur ve sükûnet ile görece istikrar olarak gösterilebilir. Bu durumun Kürtlere karşı tarihsel düşmanlık ve 100 yıldır devam eden baskı ve inkârın en güncel dışavurumu olduğu dünya kamuoyunda birçok platformda ifade edilmektedir.
Bunun yanı sıra Suriye iç savaşının ortaya çıkardığı kaos devam ederken, hegemon küresel güçler İran’ın mevcut otokratik yapısından duydukları rahatsızlığı hem içerideki halk hareketleri ile hem de uluslararası kimi yaptırımlarla kıskaca almışken böylesi bir harekâtın Türkiye’ye alan açmanın aksine onu daha fazla bir kaosun içine çekeceğini hem sahanın gerçekliği hem de uluslararası stratejik denklemler net bir şekilde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Kürt karşıtlığı ve hatta düşmanlığı üzerinden inşa edilen bu askeri harekât Türkiye’yi ekonomik ve siyasal anlamda etkileyeceği gibi mevcut sorunlarını daha da derinleştirerek yıkımın eşiğine getirecektir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar Kürt meselesi ve Alevilik sorunu başta olmak üzere çoğulcu bir sosyal kurguya dönüşemeyen Cumhuriyet, ikinci yüzyılına yine böylesi bir siyasal hedef ve vizyonla girerse felaketlerin taşları döşenmiş olacaktır. Bu kurgusal felakete karşı durmanın en etkili ve sonuç alıcı yolu ise demokrasiyi, çoğulculuğu ve barışı savunmak ve kanıksamaktır. Bunun tersi herhangi bir pozisyon almak, bu felakete ortak olmak ve çatışmaların şiddetlenerek uzun süreli bir savaşa dönüşme ihtimaline de su taşımak anlamına gelecektir.
Bilindiği gibi Erdoğan ve etrafındaki ekibin en temel stratejik amacı önümüzdeki seçimleri her koşulda kazanmaya odaklanmaktır. Onun dışında hak, hukuk, demokrasi, insan hakları gibi temel değerlerin kendileri için herhangi bir bağlayıcılığı kalmamıştır. Kendi kişisel menfaatleri ülkenin içine çekildiği girdap ve bunun yaratacağı muhtemel sonuçlardan daha önemli ve önceliklidir. Özellikle 7 Haziran 2015’ten sonra Erdoğan ve ekibinin bu stratejisinde sonuç aldığını ve bunu tekrarlama konusundaki isteklerine dair arayışlar açık bir şekilde görülmektedir. Sonuç alıp alamayacağından bağımsız olarak arkasına aldığı ırkçı ve milliyetçilik hezeyanlarla, tanımsız bir şiddet ethosuyla kadim değerlere saldırılmakta beis görülmemesi, bariz bir toplumsal cinnetin dışavurumudur. Bölgedeki ilhaklar, mekânsallığın anlam yitimi, ahlak yasasının çöküşü, varlığın süreksizlik iddiası ve gündelik kargaşanın toplumsal bir norm haline gelmesinin diğer adı olan toplumsal anomiyi birebir yaşıyoruz.
Tam da böylesi bir ortamda barışı istemek dışında Türkiye’nin bu cendereden çıkışın hiçbir yolu yok maalesef. İktidarın savaş ve çatışma üzerine kurduğu stratejiyi boşa düşürmenin ve mevcut sorunların daha da derinleşmesinin önüne geçmenin en rasyonel yolu yeni kurucu bir momenti hayata geçirerek toplumsal barış siyasetini inşa etmektir. Siyasal rejimin uzun bir süredir kutuplaştırma üzerinden gücünü konsolide ettiğini bilmesine rağmen buna karşı ciddi bir barış ve katılımcı siyasetin üretilmediğini görüyoruz. Buradan hareketle Türkiye’nin siyasal, sosyolojik ve iktisadi dinamiklerine uygun bir alternatif siyaseti hayata geçirmek seçimlere 6 aydan az bir süre kalmışken daha elzem hale gelmiştir. Bu siyasetin olmazsa olmazı mevcut koşullarda savaş ve çatışma siyasetine karşı toplumsal barış siyasetinin temel ve ilkesel bir siyaset olarak hayata geçirmeyi şart koşmaktadır. Unutmayalım ki barışı istemek savaştan çok daha kolaydır ve gerçekleşme ihtimali daha olasıdır.
Azad Barış kimdir?
Dr. Azad Barış, sosyolog, akademisyen, yazar, aktivist ve Spectrum House Araştırma ve Düşünce Kuruluşu Genel Direktörü. Lisans ve yüksek lisans derecelerini Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden, doktora derecesini ise felsefe alanında Leuphana ve Ruhr Üniversitesi’nden almıştır. Leuphana Üniversitesi’nde Kültürlerarası İletişim ve Uygulamalı Kültürel Çalışmalar alanında öğretim görevlisi olarak görev yapmıştır. 1998’den beri Êzidîler başta olmak üzere azınlıklarla ilgili birçok projede yer almıştır. Avrupa içi entegrasyonu, neoliberalizm ve sosyalizasyon teorileri başta olmak üzere sosyal bilimler alanında çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca azınlıklarla ilgili kültürel antropolojik ve inanç kökenleri üzerine birçok çalışması bulunmaktadır. Bugüne kadar uluslararası birçok gazete ve dergide makale ve yazıları yayınlanmıştır. Kuruluşlarından itibaren Yeni Yaşam Gazetesi’ne ve Gazete Karınca’ya yazılar yazmaktadır.