Birçok Kürt gibi uzak bir dağ başında, doğayla, muhteşem hayaller kurup saf bir köy kültürüyle geçen çocukluğumuzun en güzel yerinde radikal bir savaşın ortasında bulduk kendimizi. Savaştan kaynaklı küçük köyümü gözlerimin önünde kaybettiğimde ve birkaç parça eşya ile köyü terk etmek zorunda kaldığımız zamanlarda yaşadığım keder zaman içinde politik bir tavra dönmüş olsa da izleri asla tamir edilemeyecek kadar derinlerde gömülüdür. Yıkılan küçük bir köy değil, bizim için dünyanın en güzel şehriydi; hikayelerimiz, masallarımız, oyunlarımız, öfke ve sevinçlerimizdi…
Evet, biz artık romantik bir köy ortamında değil acımasız ve kanlı bir savaş toplumundaydık ve savaş çocukları olarak büyüdük. Öldüren ama gömmeyen bir savaş… İlk parçalanmış insan gövdelerini gördüğümde lise öğrencisiydim ve o zaman Kürt siyasetinin “bu savaşı durdurmalıyız” dediğini hatırlıyorum. Oysa hala binlerce cesedin ortasında yaşıyoruz. Hala yaşayan ama öldürülecek olan binlerce gencin hayatı üzerinden hayat kuruyoruz. Utanmalıyız!
“Savaş olmasaydı hayatımız farklı olabilir miydi” gibi saçma bir soruyu soramam; bu şekilde gerçekliğe kafa tutmuş olurum; ama “savaş bu kadar uzamalı mıydı” sorusunu sürekli soruyorum. Yıkılan ve parçalanan on binlerce insanın kederi geçmişe dair hayatın sorgulamasını askıya alıyor ve sadece geleceğin kanlı olmamasının sorumluluğuna odaklanıyorsunuz.
Uzun süreli savaşlar geniş bir nüfusun katılaşmasına ve duygularını kaybetmesine neden oluyor. Dostlardan çok düşmanları, duygu ve sezgiden çok soğuk rasyonaliteyi, barıştan çok savaşın muhasebesini yapmak zorunda bırakıyor insanı. Vicdanınızı kaybedersiniz, insanlığınızı dert etmemeye başlarsınız. Hayat bir rutine biner. Gündelik yaşamaya başlar, uzun uzun düşünemez, gezemez, hayal kuramaz hale gelirsiniz. Basit bir kır gezisi, bir dağ yürüyüşü hayal olur.
Çünkü her an ölüm ile burun buruna olan bir yaşamda “güvenlik” mefhumu toplumsal bir fenomen halini alır. Güvenli ülkeler, insanlar, şehirler, siteler, AVM’ler, sokaklar derken hayatınız cehenneme dönüşür.
Savaşın uzaması kendine göre bir sosyoloji yaratır. Bu savaş sosyolojisidir. Savaş sosyolojisine uzun uzun kafa yormak gerekir. Bu sosyolojiyi ara ara yazmaya çalışacağım.
Uzun süreli savaşlar yorar, yorgun bir toplum olursunuz. Genel geçer olur hakikatiniz. Zaman rutine biner. Yaşayanlar sıradanlaşır, ölüler birer istatistik olur.
Evet biz öyle bir toplum olduk. On binlerce insanımızı savaşta kaybettik. Henüz boğazlaşmadık fakat bir “savaş toplumu” haline geldiğimiz aşikar. Savaş halinde yaşıyoruz. Herkes herkesin kurdu oldu. Düşmanlar da dostlar da birbirini yeme peşinde. Adeta post modern bir yamyam toplumuna doğru gitmekteyiz. Dostluklar büyük yara aldı. Kardeşlik bir palavraya dönüştü.
Savaş toplumu bizleri seçim türbülansına sürüklüyor. Savaş hali seçim kampanyalarıyla sürüyor. Savaşı durduramadık, şimdi sandıktan yeni bir savaş toplumu çıkarmaya çalışıyorlar. Seçim boyunca İHA ve SİHA üzerine kurulmuş militarist seçim kampanyasına tanıklık ettik. “İnsan nasıl daha iyi eğitilir” sorusu, yerini “insan kısa yoldan nasıl öldürülebilir” sorusuna bıraktı. İnsan öldürmenin muazzam tekniğine alkış ve onay istiyorlar. İnsanı katletmeye ortak olmamamızı talep ediyorlar.
2015’ten beri doğrudan savaş halinde yaşıyoruz; birbirimizi kandırmayalım artık. Ve bu tarihten bu yana adım adım yoksullaşıyoruz, adım adım insanlığımızı kaybediyoruz; demokrasiyi, hukuku, adaleti ve merhameti…
Nefret siyaseti almış başına gidiyor. Ülke öngörülemez bir kamplaşmanın merkezi haline gelmiş. Kimsenin kimseye tahammülü kalmamış. Yarını planlayamaz hale gelmişiz.
Tüm bu kötülüklerin kaynağında savaşın uzun sürmesi, siyasetin savaş şeklinde yürütülmesi var. Savaşın hegemonyası siyasallaşıyor ve bir rejime dönüşüyor. Savaşla yüzleşmediğimiz sürece de bu savaş farklı biçimleriyle sürecek. Özetle durduramadığımız savaş bizi savaş toplumu haline getirdi.
Bu savaş zenginlerin keyif çattığı, yoksulların patır patır öldüğü bir savaş. Bu savaş bir avuç tüccarı zenginleştiren ama milyonları kuru ekmeğe, merhamete, sevgiye, dostluğa, kardeşliğe muhtaç eden bir savaş… Bu savaş normalleştikçe yutmaya başlayan bir savaş.
Herkes sandığa gitmek için sade bir neden aramalı. Ben sandığa her şeyden önce savaşa karşı olduğum için gideceğim. Çünkü savaşların nasıl büyük felaketlere ve travmalara yol açtığını bizzat deneyimleyerek yaşadım.
Evet… 28 Mayıs seçimleri benim için savaş ve barış arasında yapılacak bir seçimdir.
Barışı tercih etmek ve barış siyasetine olan inancımı güçlendirmek için sandığa gidiyorum.
Savaş karşıtı olduğum için ve savaş siyasetini bitirmek için sandığa gidiyorum.
Savaşan insanların evine dönmesi için sandığa gidiyorum.
Yeni kuşaklara savaşsız ve sömürüsüz bir dünya bırakmak için sandığa gidiyorum.
Barış içinde yaşayan özgür, eşit ve birbirinin yüzüne bakınca utanan bir toplum yerine umutlanan bir toplum ütopyasına inandığım için sandığa gidiyorum.
Bu ülkede yaşayan halkların yüz yüze yaşayabileceğini olan umudumu yeşertmek için sandığa gidiyorum.
Sandıktan ne çıkarsa çıksın düşündüğüm gibi yaşamaya olan inancımı tazelemek ve kendime saygımı güçlendirmek; halkıma, dostlarıma, arkadaşlarıma karşı olan sorumluluğumdan ve barış borcumdan dolayı sandığa gidiyorum.
Haydi! Sandığa gitmek için sade bir neden bulun ve gidip oyunuzu kullanın.
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Üç yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.