Siyaset kurumunun teorik ve pratik zayıflıklarının yoğunluğuna rağmen toplumsal huzursuzluğun ve hoşnutsuzluğun düzeyi değişimi zorlamaktadır. Bu eşiği hareketli kılan ve yeni bir aşamaya taşıma kapasitesine sahip olan kaldıraç ise 2023 seçimleridir. Seçimlerin sonuçlarının yanı sıra seçimlere giderken yapıların, kişilerin ve grupların nasıl değiştiğini anlamanın ve kimin neyi nasıl yaptığına bakmanın en az seçim sonuçları kadar önemli olduğu söylenebilir.
Seçimlere gidilirken genel olarak iktidarlar kendilerini muhafazaya almak için kimi önlemler alırlar; fakat bazıları bu önlemleri abartır ve onlar için iktidarda kalmayı garantileyen her yol mubah olur. AKP’nin başını çektiği ittifak, her yolun mubah olduğu bir stratejinin izini takip etmektedir. Bütün dertleri bir koşucu gibi öne geçmek ve sadece orada kalmaktır. İktidarın bu stratejisinin rıza üretmek, hegemonya kurmak gibi bir derdi kalmamıştır. Bütün amaç ne olursa olsun iktidarda kalmak ve kazanımlarını korumaktır. Kişiselleştirilmiş amaçlar ülkenin genel menfaatleriymiş gibi sunulmakta ve kitleler bu şekilde manipüle edilmektedir. Uzun süreden beri iktidar bu şekilde konumunu koruyabilmektedir.
İktidarın bayağılaştırılmış toplum ütopyası
AKP iktidarının en büyük başarısı her şeyi “bayağılaştırma” kapasitesinin yüksek olmasıdır. Deneyimden kopuk oldukları ve kontrol edemedikleri her anlamı, kavrayamadıkları her bağlamı bayağılaştırıp yağmalama kapasitesinden bahsediyoruz. Erişemedikleri her türlü değeri ayaklar altına alma motivasyonu kültürel hegemonya kuramamalarının da asıl sebebi olsa gerek. Çünkü hegemonyanın belli sınırları var ve bazı noktalarda rıza üretmek için nezakete ihtiyaç duyulur. Bayağılığın kısa vadede sonuç alıcılığı nezaketi tasfiye ediyor.
Bir toplumu toplum yapan üç parametreden söz edilebilir: Birincisi toplumsal aidiyet, ikincisi politika, üçüncüsü ise ahlaktır. Toplum bilerek veya bilmeyerek herkesin birbirinin içinde bulunduğu koşullardan ve olasılıklardan kendisini sorumlu hissettiği doğal bir düzendir. Politika bu düzenin en az maliyetle yönetilmesidir. Ahlak ise ötekine karşı sorumluluk duyma hali olarak tanımlanabilir. İktidar “toplum” olma hissini ortadan kaldırdı, toplum aşırı güvensiz bir yığına dönüştü. Bireyler ve topluluklar birbirinden korkan tehlikeli düşmanlar haline geldi. Ahlaki olarak sorumluluk eşiği çok düştü. Politika topluma en büyük maliyetleri çıkaran bir iş haline geldi. Özetle 21 yıllık serüvenin geldiği aşamada herkesin bir diğerinin kuyusunu kazdığı, hiç kimsenin bir diğerine karşı sorumluluk hissetmediği kaypak zeminler üzerine kurulu bir sosyoloji ile karşı karşıyayız. Toplumsal aidiyeti zayıflamış, politik ve ahlaki olarak çökmüş bu gerçeklik bayağılaşmaya başlayan toplumun döl yatağıdır.
Bayağılaşmaya başlayan Türkiye toplumu “insan insanın kurdudur” sözüyle sembolleşen doğa durumunda yaşıyor. Ve iktidar seçim propagandası olarak kendisinin vazgeçilmezliği üzerine inşa ettiği ve kendi eliyle icat ettiği bu kaotik doğa durumunu bir kez daha mutlak egemen rolüyle yönetmek amacıyla “kaostan kurtuluş kurgusu” biçiminde topluma pazarlıyor.
Nefret kampanyası
İktidar bayağılaştırılmış toplum ütopyasını gerçekleştirmek için çeşitli araçlara ihtiyaç duyuyor. Seçimler bu hedefler doğrultusunda araçsallaştırılmaya müsait en iyi oyun alanı. Bu nedenle iktidar her şeyi sandığa indirgedi. Sandığı manipüle etmek için de her türlü yolu denedi, deniyor. Manipülasyon başarılı olamayınca provokasyon devreye giriyor. Rıza yoksa sopaya başvuruyor. Askeri darbelerden sivil darbelere zorbalık biçim değiştirerek sürüyor. İktidar 2023 seçimlerinde ısrarla böylesi bir seçim kampanyası sürdürüyor. Toplum 7 Haziran seçimlerinden bu yana aynı agresif nefret diline maruz kalıyor. 2023 seçimlerinin dili bu toplu süreçlerden kaynağını alıyor. Ölüm naraları, öfke nöbetleri, hakaretler, hedef göstermeler aslında seçim propagandası değil bir suçu örgütlüyor. Yapılan siyaset değil savaş, rekabet değil düşmanlıktır.
İktidarın nefret siyaseti karşında Erzurum vb. yerlerde kitlelerin karşı karşıya gelmesi iktidar aktörlerinin tahrik edici ve hedef gösteren dilinin sadece küçük bir provasıydı. Kimse bu dili normalleştirmemeli. Olaylara bakarken hayret etmekte ısrar etmeliyiz. Kimse kampanya yapıyoruz, seçim sonrası yine normalleşiriz algısına kapılmamalı. Nefret dili seçim sırası ve sonrasına kitleleri kaosa hazırlamayı amaçlayan bir iletişim tekniğidir. Manipülasyondan, provokasyona, tehditten kaosa, nefret siyasetinden şiddet siyasetine doğru yönelen hat karşısında sağlam bir duruş sergilenmezse bu tür vakalar faşizme kadar gider. Bitmek bilmez kaos hali iktidarın habitatı olmuşsa o zaman bitmek bilmez bir direniş, dayanışma ve örgütlenme etrafında birleşmek gerekiyor. O halde öncelikle herkes sağduyusunu ve soğukkanlılığını korumalı. Bunun yanında seçim öncesi yapılabilecek çağrılar hayati düzeyde önemli olabilir. Tüm muhalefet bileşenleri toplumu sağduyuya, bürokratları toplum lehine sorumluluk almaya, iktidarı nefret söylemlerini terk etmeye çağıran ortak bir açıklama yapabilirler.
İktidarın zehir saçan siyaseti karşısında aslında halkın geneli sağduyulu davranıyor. Toplumu tahrik eden asıl dinamiğin siyasal aktörler olduğu konusunda toplumda ortak bir kanaat var. Toplumun bu tahrikler karşısında stratejik bir duruşu var. Özellikle Kürt toplumu savaşa ve şiddete rağmen uzun süreden beri böylesi bir duruşu sürdürüyor. Bu duruş olası provokasyonlara karşı bir öz savunma hali olarak tanımlanabilir. İktidarın Kürtler üzerinden denediği tahrip gücü yüksek nefret ve şiddet siyasetine rağmen Kürt halkının aldığı soğukkanlı ve örgütlü tutum tedricen Türkiyelileşiyor. Bu çok iyi bir şey. İktidar tam da halkın bu duruşuna saldırıyor. Bu duruşu sarsmaya çalışıyor; tahrik ediyor, öfkelendiriyor, nefretine ortak etmeye çalışıyor. Çünkü halkın duruşundan korkuyor. Halkın ona kaybettireceğini biliyor. Dolayısıyla halkı suça ortak etmeye çalışıyor. Toplumu sağ popülizm üzerinden yürüttüğü dost-düşman siyasetine zorluyor. Bu duruş aynı zamanda iktidarın bayağılaştırılmış toplum ütopyasına karşı da bir direniş biçimidir.
***
İktidarın örgütlü Kürt fobisi
İktidarın bayağılaştırılmış toplum ütopyasının önündeki en büyük engellerin başında örgütlü Kürtler gelmektedir. Dolayısıyla bastırma ve şiddet stratejisinin en büyük gösterileri örgütlü Kürt kitlesinin bedeni üzerinde sergilenmektedir. Kendini diğer iktidarlardan farklı olarak lanse eden AKP iktidarı, Kürtlerden istediğini koparamayınca Kürtlerin canına kast eden şiddet siyasetini politik istikrarını kaybetmesine rağmen istikrarlı bir şekilde sürdürmektedir. Bu şiddet siyaseti kapsamında geçen hafta birçok Kürt gazeteci, hukukçu ve siyasetçi tutuklandı.
Kürtlerin STK’larda, yerel yönetimlerde, sendikalarda ve parlamentoda örgütlenmesi Türk siyaseti açısından her zaman büyük bir risk olarak görülmüştür. Önyargı, korku ve bencillik gibi insani ruh hallerinin yanı sıra ulus devletin tekçiliği, milliyetçilikten kurtulamayan siyaset kurumu ve toplumun belli bir bölümünün “ırkçılaştırılması” Kürtlerin örgütlü toplum olma halinin tehlikeli olarak kodlanmasının nedenleri sayılabilir.
Kürtlerin örgütlü halini “suçlulaştırmadan” önce neden bu kadar örgütlenmeye ihtiyaç duyduklarını dert etmek gerekiyor. Mesela neden Kürt gazeteciler Türk gazetecilerden daha fazla örgütlenme gereği duyuyor? Bu soru Kürt hukukçular, öğretmenler ve siyasetçiler açısından da geçerlidir. Türk halkına da sormak gerekiyor; neden Kürtler sizden daha fazla örgütlenme gereği duyuyor? Kürtlerin diğer halklardan daha fazla örgütlenme ihtiyacı duyması, salt mesleki örgütlenmeye veya siyasi partiler düzeyinde bir siyaset pratiğine indirgenemez. Kürt olmak örgütlü olmayı zorunlu kılmaktadır. Her Kürt öncelikle Kürt olduğu için örgütlenmeye ihtiyaç duymaktadır. Çünkü onlar için hayat adil değil. Kürt gazeteci, mühendis, hukukçu, öğretmen iseniz mutlaka örgütlenme ihtiyaç duyarsınız. Çünkü yaşamın her alanında diğerlerinden birkaç metre geriden başlamak gibi bir dezavantaja sahipsiniz. Haliyle daha çok çalışmak ve örgütlenmek kaçınılmaz hale gelir.
Yaşanan sorun eğer bir halk sorunu ise ve bu halk yaşamın her alanında ezildiğini, sömürüldüğünü düşünüyorsa örgütlenmekten ve yan yana gelmekten daha meşru bir yol olamaz. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden tutalım kutsal kitaplara ve çağdaş anayasalara kadar birçok kaynak ezilen insanların direnme ve örgütlenme hakkının meşruluğunu savunur. Tarihin bir parçası olan Kürtler sömürüldüğü sürece örgütlenmeye devam edecektir; zira örgütlenmek adil olmayana ve zorbalıkla dayatılan her şeye itiraz etmektir; yeni yollar bulmak, haysiyetli yaşamı tercih etmektir.
Örgütlü toplum sürü-yığın olmaktan uzaklaşmaktır; dünyanın haksızlıklarına tek başına gücünün yetmediğini, bunun için kolektif bir yönteme duyulan ihtiyacın en meşru ilanıdır. Aslında örgütlü toplum olmak, çağdaş toplumun bir parçası olma çabasıdır. Ancak Türkiye’de örgütlü olmanın Kürt olmak kadar riskleri vardır. Hem Kürt hem örgütlü olmak ise çok daha büyük riskler taşımaktadır. Kırk yıldan bu yana örgütlü Kürtlerin başına gelenler yazıyla izah edilemez.
Kürtlerin örgütlenme ihtiyacının yasal sınırlara indirgenmesi Kürt meselesinin çözümsüz kalmasının en büyük nedenidir. Zira kavga, yasaların kavgasıdır. Kürt meselesini pozitif yasalara indirgemek meseleyi çarpıtmaktan, suçlulaştırmaktan ve manipüle etmekten öteye geçemedi. Kürt meselesi pozitif yasalarla baskılandı; ancak anlaşılamadı, aşılamadı, çözülemedi. Yasanın içine sıkıştırıldıkça, diyalog, müzakere ve siyaset askıya alındıkça bölgeselleşen ve genişleyen bir Kürt meselesi ile karşı karşıya kaldık. Kürt meselesi ile arasına mesafe koyan her siyaset kaybetti. İktidarın da Kürt hakikatine sırtını dönme politikası kaybetmesinin temel nedeni olacaktır.
Bayağılaşmamanın panzehiri değişim
2007 seçimlerinden bu yana Kürt toplumu başta olmak üzere Türkiye toplumu güvenlik odaklı dost-düşman siyasetini merkezine alan seferberlik politikaları eşliğinde devletin muhafazakar versiyonunun şiddetine tabi tutulmaktadır. Siyasi, kültürel ve ekonomik değerlerin çıplak güçle hareket eden kesimlerin insafına bırakılması bir toplumun bayağılaşması ve çölleşmesi için en tehlikeli yoldur. Türkiye toplumu yirmi yıldan beri bu yolda yürümeye zorlanmaktadır. Yol geriye götürmekte, yoksullaştırmakta, kapalı bir toplum haline getirmektedir.
Topluma dayatılan şey devlet ve sermayenin kurumsuzluğu-kuralsızlığıdır. İkisine de boyun eğen itaatkar bir toplum istenmektedir. Fakat devlet ve sermaye sütunları üzerinde inşa edilen sistem değişmek zorunda. Güvenlik mefhumu bir fenomen haline gelmiş olsa da salt güvenlik üzerine kurulmuş, korku yayarak yurttaşı kendine köle eden Hobbesçu devlet, yaşanan sorunlara çözüm olmaya yetmiyor. Sınırların anlamı kalmadı. Yeni örülen duvarlar bu etkiyi azaltacak güçte değil. Haliyle devlet kendini toplum lehine yenilemek zorunda. Toplumun hiçbir zaman vazgeçemediği özgürlük arayışı devleti değiştirme kapasitesine sahiptir. Kapitalist üretim biçimi ise tüm zaaflarıyla ortaya saçılan savaş ve hastalıklarıyla yeni bir yol bulmak zorunda. Kapitalist düzenin son versiyonu olarak neo-liberalizm çöktü-çöküyor. Fakat sistemik zaafların ve çatlakların derinleştiği bir momentte olsak bile hiçbir şey kendiliğinden değişmeyecek. Zira bütün kavga, değişime yön veren kuvvet olma kavgasıdır.
Bunun için “çoklukların” yeni örgütlenme biçimlerine ihtiyacı var. Radikal demokrasi özneleri olarak emek, kadın, ekoloji, barış ve gençlik muhalefeti tarihin akışına ve iktidarların eliyle inşa edilmeye çalışılan “bayağılaşmış toplum ütopyasına” yeni bir ihtar çekmek zorunda. O zaman daha “kapsayıcı ve hemen dağılmayan örgütlenme formları” üzerinde yeni tartışmalar başlatmalı, yeni modeller üretmeliyiz. Eleştirel ve öz eleştirel performansı güçlü tutan tartışan ve inşa eden zeminlere ihtiyacımız var. Popülist iktidarlar seçimleri kaybetseler bile bıraktıkları izler tehlike saçmakta. Sol ve sosyal demokrat bloklar için otoriterizmin, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının popülist rejimlerle ayakta kaldığı siyasi düzenlere karşı uzun vadeli bir mücadele programı, olmazsa olmazların başında gelmektedir.
Sonuç
Seçimler sadece bizi yönetenleri seçmekten ibaret bir oyun değil aynı zamanda neyi tercih ettiğimizle ilgili süreçlerin toplamı gibidir; daha da önemlisi seçimler kendimizi birçok açıdan test ettiğimiz sınavlardır. Seçim öncesi için söylersek; insanın insana insan olduğu bir toplum mu istiyoruz, yoksa insanın, insanın kurdu olduğu bayağılaşmış bir toplum mu? Seçim sonrası için söylersek; kestirme bir stratejiye boyun eğip aşamalı bir iyileştirmeyi mi savunacağız, yoksa mutlak anlamda kurumsallaşması gereken bir demokrasiyi ve bu demokrasinin teminatı olabilecek demokratik bir toplumu mu? Hangisini istiyoruz? 2023 seçimleri bu ikisinden birisini seçmemizi zorunlu kılıyor.
“İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” der Lord Acton. Buna “her devrim zamanla yozlaşır” sözünü de ekleyelim. 21. yüzyılda iktidarın el değiştirmesine kapalı olmak, bizleri faşizme, monarşizme, erkek egemen otoriteye ve daha birçok kötülük üzerinden yükselen yoz rejimlere götürür. Dolayısıyla siyasette dönüşümsel esneklik, demokrasinin olmazsa olmaz geçişlerinden birisi, hatta en önemlisidir. Değişimden korkmamalı, değişime hazır olmalı, değişimi savunmalıyız. Nihayetinde ya bayağılaştırılmış bir topluma razı olacağız ya da herkesin birbirine saygı duyduğu demokratik bir toplum olacağız.
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Üç yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.