6 Şubat’ta ve sonrasında yaşanan büyük depremler geride yerle bir olmuş şehirler ve yarım kalmış insanlar bıraktı.
Yaşayanların ‘kıyamet’ olarak hatırladığı bu depremlerin izlerini anlatırken romantize etmek ya da yaşananın şiddetini hakkıyla anlatamamak da bu kıyametin izini süren bizler için oldukça zor.
Depremin ikinci gününden bu yana bölgedeki kentlerdeki enkazlar ve ağır hasarlı binalar arasında bir savaş filmindeymiş gibi yürürken, her şeyin bu kadar normal gelmesi bir zaman sonra tuhaf ve rahatsız edici bir hal alıyor. Böylesi büyük bir depremin, büyük trajedilerin arasında bir zaman sonra insanın hissizleşmesi, belki de insan beyninin hayatta kalmak için başvurduğu bir yoldur.
Depremin etkilediği tüm şehirlerde bu hissizlik hali devam ederken sadece Antakya’da yerini buruk bir hayranlık alıyor.
Bir şehrin enkaza dönmüş hali bile büyüleyiciyken, Antakyalıların bu şehre neden bu kadar bağlı olduğunu anlayabiliyorsunuz. Antakyalı arkadaşım Rahme’nin ‘küçük Beyrut’um diye sevdiği bu şehir ile şehrin insanları arasında tuhaf bir bağ var. Antakya’yı binalardan ve caddelerden müteşekkil bir kent olarak değil yaşayan bir dost, bir tanıdık gibi sevmeleri, yaşanan felaketlerden sonra onu böyle yıkılmış gördükleri için şehre kırılıp küsmeleri ilk başlarda anlaşılmaz geliyor. Ancak burada zaman geçirdikçe ister istemez kendinizi kentle bir bağ kurarken buluyorsunuz.
Rahme şehir dışında okurken tatil zamanları koşa koşa döndüğü, her sokağında hatırası, her dükkanında bir tanıdığı olan bu şehri terk etmek zorunda kalmış bir Antakyalı. “Ne Antakya’nın yerine birini koyabilirim ne de orayı böyle görmeye dayanabilirim” diye düşünüyor. Antakya çok kez depremlerle yerle bir olmuş fakat her seferinde yeniden inşa edilmiş. Bu sefer farklı olan ise hem yıkımın büyüklüğü hem de insanların yüz üstü bırakılmış olması.
Antakya otogarından Samandağ’a gitmek için bindiğimiz taksinin şoförü, şehrin girişindeki yüksek katlı binaları gösterip “Bana milyonlar verseler bu binalarda oturmam. Bakma dışardan sağlam göründüklerine hepsinin içi enkaz. Birkaç aya yıkarlar” diyor. Samandağ’a kadar yolun sağında ve solunda moloz yığınlarını görürken bir yandan keşke burayı depremden önce görseydim diye düşünüyor insan, bir yandan da buraları en güzel haliyle yaşamış insanların nasıl böylesine kırıldıklarını anlıyor.
Şehrin büyük kısmı enkaza dönmüş. Ama o enkaz halinde bile insanların yıkık dökük de olsa dükkanlarını, işyerlerini ayakta tutmaya çalıştıklarına şahit oluyoruz. Şehrin merkezindeki Abdullah Cömert Parkı’nın yanında olan kahve dükkanı gibi.
Dükkanın sahibi yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
Kafenin açılışı 11 Şubat’ta olacaktı. Bastırdığım broşürler 5 Şubat’ta geldi. Depremde bütün emeklerimiz tuzla buz oldu. Şehir dışına göçtük ama yapamadık. Hem biz orada yaşayamadık hem de oralılar bizi kabullenemedi. Biz Samandağ dışında başka bir şehirde yaşayamayız. Döndük buraya mecburen, bizim gibi birçok insan geri dönüyor. Kız kardeşim ve annemle beraber üç gün boyunca burayı temizledik, yeniden inşa ettik. Bizim burada bir kültürümüz bir bağımız var. Başka yerde yaşayamayız.
Samandağ’da halkın büyük çoğunluğu Arap Alevilerden oluşuyor. Abdullah Cömert Parkı’nda her bankta üç dört yaşlı amca aralarında çok güzel bir tınıyla Arapça konuşuyor. Gazeteci olduğumuzu öğrenenler yanlarına buyur ediyorlar ve biz sormadan anlatmaya başlıyorlar yaşadıklarını. Samandağ’ın Asi nehri tarafındaki kısmının yerle bir olduğunu ve devletin yanlarında olmadığını söylüyorlar. ‘Devlet neden yardıma gelmedi?’ diye sorduğumuzda verdikleri yanıt şöyle: “Çünkü Samandağlıların yüzde doksanı Alevi, geri kalanı Hıristiyan. Vergi alırken ayrım yapmazlar ama hizmet ve yardım konusunda görmezler, duymazlar.”
Ardından da ekliyor: “Ankara’ya gidersen onlara de ki, ne Hz. Muhammed’in ne Hz. İsa’nın ne de Hz. Ali’nin mezhebi vardı. Biz insanız kimseyi ayırt etmiyoruz ama onlar bizi kendinden görmüyor. Samandağlı bir amca bana bunları dedi diye söyle onlara.”
Aslında bu durum sadece Antakya yerlisi halkın fark ettiği bir durum değil. Hatay otogarı yakınında çay içerken tanıştığımız, dayanışma amacıyla Şişli Belediyesi’nden gelen temizlik işçileri de bunun farkında. Edirneli olduğunu söyleyen temizlik işçisi, “Biz iki aydır buradayız Defne ilçesinde çalışıyoruz. Özellikle Harbiye mahallesindeki insanlar Alevi olduğu için oraya belediye hizmet götürmüyor. Biz oraya çalışmaya gittiğimizde orada yaşayan insanlar ilk kez temizlik için birilerinin geldiğini söyledi bize. Ben bu ayrımı asla anlayamıyorum” diyor.
Seçime sayılı günler kala, bayramdan birkaç gün önce bulunduğum Antakya’da tüm yaşananlara rağmen şehirlerini yeniden inşa etmekte kararlı bir halk görüyorum. Şehirle ve kendi aralarında kurdukları bağ kolay kolay yıkılacak gibi değil. Daha önce yedi kere yıkılıp yeniden inşa edilen bu şehir Ahmed Arif’in dediği gibi “namuslu genç ellerle” yeniden yaratılacak muhakkak.
Antakya’ya bir kez bile olsun giden herkes şu anda yıkılmış, terk edilmiş olsa da biliyor ki;
“Bir Antakya vardı
Bir Antakya gene var”