Şu yaşadığımız karanlık günleri, şovenizme, nefrete, bağnazlığa, aç gözlülüğe, talancılığa, cehalete garkolmuş şu karanlık günlerin tarihini yazmaya nereden başlayabiliriz? “Coğrafya kaderdir”, “bu cumhuriyet yanlıştır”, “Doğu despotiktir” ile bir yere kadar geliriz, “kapitalizm kötüdür”, “neo-liberalizm sosyal devleti tasfiye eder”, “kaldı ki Türkiye’de kapitalizm bile gelişmedi” ile bir yere kadar daha geliriz ama hikâye hâlâ yarım kalır. Mesela benzer koşulları ve tarihi paylaştığımız ve kendince süper güç olmaya çalışan İran ya da Güney Kore ile Türkiye’yi karşılaştırdığımızda, özellikle gelir düzeyleri vb. üzerinden, arada kapitalizm ve diğer yapısal koşullar ile açıklanamayacak büyük farklar vardır.
Bu farklar da işte sistemin içinde eyleyen, sistemin sömürü derecesini belirleyen, acımasızlığını ayarlayan, insanların yoksulluk ya da müreffehlik ölçeklerini kuran yönetici özneler tarafından belirlenir. Ya da yapı ile toplum arasındaki denge ve dengesizliğin koşullarını, normlarını kuran bürokratik sınıflar, siyasi yapılar ve sivil toplum örgütleri. Mesela Afrika’nın körfez toplumlarında ve giderek körfezleşen Türkiye toplumunda olduğu gibi sermaye gerçek anlamda tekelde mi temerküz edecek yoksa, Kuzey Avrupa toplumlarında olduğu gibi, zenginlik mümkün mertebe tabana yayılarak, bir esenlik toplumu ve bununla uyumlu bir toplum mu kurulacak?
Bu tercihler üzerinden gidersek, bugünün Türkiye’sinin tarihini birkaç belirleyici momentumdan yazmamız lazım. Öncelikle “60 Anayasası’nın Türkiye’ye bol geldiğini ve bunu daraltmak gerektiği”ni söyleyerek işe başlayan 71 muhtırasının faşist yöneticilerinin yaptırımları ve neo-liberal çöküntünün ilk versiyonu olan Friedmancılığın neredeyse Latin Amerika ile eş zamanlı olarak Türkiye’ye ihraç edilmesi. Neo-liberalizmin hukuki ve siyasi beklentilerinin dile gelişi olan 24 Ocak kararları ile neo-liberalizm ve 24 Ocak kararlarına direnen toplumun 12 Eylül’ün dişlilerinin arasında öğütülmesi ve buradan zuhur eden cuntacı Kemalizm ve Türk-İslam sentezciliği. Yani Özallı yıllar ve bunu takip eden, 90’lı yıllar kontr-devleti, MİT’in içindeki çalkantılar, Kürt sorununun mutlaka devlet terörü ile bitirilmesine dönük kararlılık, bunu finanse eden narko-dolar sermayesi ve bunun siyasi-bürokratik uzantıları.
Özetle, Türkiye kendi kapitalizmi içerisinde de görece daha iyi bir yerde olabilirdi, fakat rejimin özneleri, ABD ve diğer emperyalist odaklarla birlikte Kürt hareketi ve diğer demokratik odaklara karşı, narko-finans ve kontrgerilla yöntemleriyle ele ele giden ve dolayısıyla sanayi üzerinden değil, kara-para akışı üzerinden zenginleşebilen, tuhaf bir kontr-gerilla kapitalizmi kurdular. Dolayısıyla, kapitalizmin kendisini derinleştirmek için attığı her parende, Türkiye’nin yoksullaştırılması üzerinde daha büyük bir çarpan etkisi yarattı. Bu yüzden, 90’ların ortalarında ve 2000’lerin başında kapitalizmin genel krizleri ile Türkiye’de yaşanan lokal krizler daha sert etki yarattı.
Bu yapısal hikâyenin böyle gerçekleşmesinde, elbette dediğimiz gibi öznel motivasyonlar ve tercihler son derece belirleyici oldu, örneğin Tansu Çiller faşizmi, Avrupa Birliği ve dünya emperyalizmi ile işbirliği içinde kontr-gerilla rejimini kurmak ve kirli savaşını sürdürebilmek için, dünyanın iktisadi olarak gördüğü en dezavantajlı anlaşmalardan birisi olan üstelik bir iktisat profesörü olarak, Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzaladı. Ki 2001’de yaşanan dolar krizi, devalüasyon ve iktisadi kriz aslında, tam da Çiller zamanında girilmiş olan Gümrük Birliği’in yol açtığı bir ithalat krizinden başka bir şey değildi.
12 Mart, 24 Ocak, 12 Eylül, 90’lar ile giderek genişleyen parantez, 28 Şubat 2001 krizi ile bambaşka bir boyuta ulaşır ve bugünün tarihi bundan yaklaşık 22 yıl önce başlar.
Fakat bu tarihin bu şekilde yaşanmasında yani yapısal koşulların, neo-liberalizmin yıkıcı etkisinin sertleşmesinde, AKP hegemonyasının ve sömürgeciliğinin pekişmesinde iki isim önemli. Birisi 28 Şubat 2001 krizinin ardından Türkiye’ye Dünya Bankası tarafından bir düyun-u umumiye memuru olarak gönderilen Kemal Derviş[1], diğeri de AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın içine düştüğü her açmazda, ona can simidi atan, Deniz Baykal. Kaderin cilvesine bakın ki ikisi de AKP’nin yarattığı yıkıntıların cürufları arasında tarihe karıştılar.
Deniz Baykal daha bilindik birisi, Zülfü Livaneli[2] onun AKP ile Genelkurmay arasında nasıl ombudsmanlık yaptığını, ne kadar iki yüzlü bir insan olduğunu uzun uzun yazdı. Bu arabuluculuğu neye karşılık yaptığını ise Sedat Peker’in ifşalarından öğrendik ki, Deniz Baykal’ın vatan milleti Korkmaz Karaca ile arasındaki alışverişin sınırları kadarmış.
Deniz Baykal, Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılmasında, Siirt hüllesinin gerçekleştirilmesinde ve hepsinden önemlisi, 7 Haziran 2015 seçimlerinde, Kürtlerin ve solcuların ilk kez demokratik bir şekilde mecliste temsil imkanı çıktığında ve Tayyip Erdoğan fiilen seçimi kaybedip tarihten silinmek ile yüz yüze kaldığında, frağını giyip Tayyip Erdoğan’ı düştüğü kuyudan bir kez daha çıkardı ve 2015’te barış sürecinin sona erdirilmesinden, 2019’da OHAL’in kaldırılmasına kadar devam eden savaşta öldürülen her Kürt gencinin kanına girdi. Kürt kentlerinin yıkılmasına büyük emek verdi ve en azından sembolik olarak, 6 Şubat depremlerinin enkazları altında toprağa verilmek zorunda kalarak, bizzat kendisi de AKP’nin cürufunun altında kaldı.
Sonsuza kadar, kızı Aslı Baykal, danışmanı Korkmaz Karaca, Tayyip Erdoğan’ın ardında fraklı fotoğrafı ve solu bölmek için giriştiği hizipçilik faaliyetleri ile hatırlanacak.
Dediğim gibi, 12 Mart 1971’de açılan parantez ya da kara delik 14 Mayıs 2023’te kapanmadan önce, kendi mimarlarından Kemal Derviş’i de göçüklerinin altında bırakmayı ihmal etmedi. Fakat işin ilginç yanı, pek çok liberal, solcu, Kürt entelektüelin Kemal Derviş’i iyilikle ve nezaketiyle yad etmesi… İyilik ya da kötülük sıradan insanlara göredir, devleti yöneten insanların iyiliği ve kötülüğü ise etik bir tartışmadır ve kişisel ilişkileri üzerinden değil, eserleri, icraatı üzerinden değerlendirilir.
Tansu Çiller’in Gümrük Birliği anlaşması Türkiye kamusunda açılmış en büyük gediklerden birisiydi ama Kemal Derviş’in Türkiye’ye gönderilmesi ardından uygulanan iktisadi program, kamucu surların tümüyle tasfiye edilmesi demekti. Örneğin, bugün sınırsız sömürünün serbest bölgeleri diye bir şey varsa, 5’li çete çalıp çırptıklarını Londra’ya götürüp gerektiğinde uluslararası tahkimin adaletine sığınacağını beyan ediyorsa, Maliki ailesi Telekom’u dolandırıp gittiyse, tarımda kota varsa, tarımda sübvansiyon kalktıysa, samanı, soğanı, buğdayı bile ithal edecek noktadaysak, dış ticaret açığımız yalnızca üretim ile ilgili değil ithalat ile ihracat arasındaki vergi rüsumlarının Türkiye aleyhine işletildiği içinse, memlekette MAI-MIGA hukuku olduğu gibi kabul edildiyse, döviz kuru dalgalı hale getirildiyse, bu Kemal Derviş’in Dünya Bankası ve pek çok emperyalist odak lehine Türkiye’nin kamusal haklarını askıya almış olması sayesindedir. Başka türlü söylersek, AKP hükümeti iktidara geldiğinde, dikensiz bir gül bahçesi bulup orada, her türlü halk düşmanı politikayı, neo-liberal yasayı, özelleştirme uygulamasını gerçekleştirdiyse ve bunların sonucu, bugün Türkiye’de tarım, hayvancılık bittiyse, 3 harfli marketler piyasayı ele geçirmişse, işçiliğin yerini kölelik aldıysa, insanlar üç kuruş daha ucuza et yemek için kuyruklarda kalp krizinden ölüyorsa, anneler çocuklarını ısıtamadıkları için intihar etmeden önce, yavrularını saç kurutma makinasının sıcaklığına terk edip gidiyorsa, Kemal Derviş’in katkıları büyüktür.
[1] Kemal Derviş’in yaptıklarının iktisadi bağlamını ve analitik eleştirisini Hayri Kozanoğlu’nun linkteki yazısından daha iyi anlatmak mümkün olmadığından ben güncel olarak hatırlatacak kadar ve siyasi-toplumsal sonuçları itibariyle yazdım: https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-146-haziran-2001/2337/imf-in-fikri-dervis-in-zikri/6257
[2] Bu yazıya ve Sedat Peker ifşasına ilişkin kimi ayrıntılara şu yazıdan ulaşılabilir:
https://artigercek.com/guncel/zulfu-livaneli-nin-14-yil-once-deniz-baykal-icin-yazdigi-yazi-yeniden-gundem-169467h