Adli Tıp Uzmanları Derneği, geçtiğimiz hafta bir heyet oluşturarak deprem bölgesine gitti. Depremde hayatını kaybedenlerin cenazelerinin kimliklendirilmesi ve defin sürecinde neler yapıldığını, adli tıp işlemlerinin gereği gibi yürütülüp yürütülmediğine ilişkin gözlemlerini, dernek üyesi, adli tıp uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer’e sorduk.
Adli Tıp Uzmanları Derneği, deprem bölgesine giderek incelemelerde bulundu. Antakya, İskenderun, Maraş, Osmaniye ve Antep’e yapılan ziyaretteki üç kişilik bir heyette yer alan Prof. Dr. Ümit Biçer, gözlemlerini aktardı:
Bölgede hem kimliklendirme işlemleri hem de ölüm nedenlerinin belirlenmesi konusunda yapılan adli tıp çalışmalarını gözlemledik. Depremi bizzat yaşayan bölgedeki arkadaşların bir kısmının cenazeler gelince hemen çalışmaya başladıklarını, kendi yaslarını tutmadan, kendi cenazelerini defnedemeden yoğun bir şekilde bu ölümlerle ilgili çözüm getirmeye çalıştıklarını, o süreçlere dahil olduklarını gözlemledik. Bu, benim daha önce Kocaeli’de yaşadığım depreme oranla çok daha büyük boyutta bir depremdi. Dolaştığımız kentlerdeki yıkımları görünce, yaşananları insanlardan dinledikçe bu felaketin boyutunun çok büyük olduğunu ve müdahale konusunda zaman zaman yaşanan eksikliklerin, devletin bütün çalışmaları tek elden yürütmesi ve sivil toplum veya başka bağımsız yapıları dahil etmemesinden kaynaklandığını gözlemledik.
Ölen kişinin kim olduğu, ölüm zamanı ve ölüm nedeninin tespiti
Depremde hayatını kaybedenlerin kimlik tespiti süreci hakkında bilgi veren Biçer, Maraş depremi gibi büyük çaplı bir yıkımın adli tıp işlemleri açısından olağanüstü durum olarak tarif edildiğini ve böylesi durumlarda hızlı protokollerin işletildiğini ifade etti:
Türkiye’deki mevcut yasalara göre herhangi bir ölüm gerçekleştiğinde zaten ölen kişinin kim olduğu, ölüm zamanı ve ölüm nedenini tespit etmek gerekir. Bir ailedeki fertlerin birbirinden farklı zamanlarda öldüğüne dair bir değerlendirme yapılırsa bunun miras hukuku açısından farklılık yarattığını biliyoruz. Bunlar normal koşullarda çok fazla önümüze çıkan, dert ettiğimiz ve incelediğimiz meseleler. Depremde ölüm zamanı konusunda detaylı ve standartlara uygun bir karşılaştırma yapma şansı bulunamadı. İlk günlerde tespitlerin bir kısmı adli tıp uzmanları tarafından değil, bölgede görev yapan aile hekimleri tarafından gerçekleştirildi. Dolayısıyla ilk aşamada hızlı bir değerlendirmeyle ölenin kim olduğunun tespiti ve ölüm nedeni araştırıldı. Ölüm nedeninin çoğunlukla havasız kalma ve genel beden travması şeklinde raporlandığını söyleyebiliriz.
Ölen insan sayısı bakımından değerlendirdiğimizde adli tıp açısından olağanüstü bir durum olduğunu söyleyebilirim. Bilimsel literatürde mevcut insan gücü, çalışma ortamı ve eldeki olanaklar ile değerlendirme yapılabilmesini olanaksız kılacak derecede ölüm sayısı, olağanüstü bir durumun varlığına işaret eder. Türkiye’deki otopsi salonları, adli tıp uzmanları boyutuyla düşünüldüğünde de olağanüstü bir durumun ortaya çıktığı aşikar.
Dolayısıyla bu tür olağanüstü durumlarda hem kimliklendirme hem defin konusunda hızlı değerlendirme protokolleri kullanılır. Bu tür protokollerin yardımıyla o mevcut yükün hızlı bir şekilde altından kalkmaya çalışılır. Böylece belki de bazı insanları, enkazın altında olmayan bir cenazeyi aramaya çalışmak gibi bir gayretten kurtarabiliriz. Bu kimi durumlarda artçı sarsıntılar sebebiyle yeni yıkımların gerçekleştiği dönemde insanların hayatını kurtarır.
Diğer yandan hem ölenlerin hızlı bir şekilde kim olduğunu tespit etmemiz hem de ölüm nedenlerini raporlamamız gerekiyor. Çünkü bu da kritiktir. Deprem dışı bir nedenle öldürülen bir kişiyle karşı karşıya kalındığında onun incelemelerinin o cinayeti ortaya çıkaracak şekilde yapılması önemlidir. Depremde ‘yağmacı’ diye nitelendirilen bir kişinin gözaltına alındığı ve gözaltında öldüğü ile ilgili bir bilgi paylaşılmıştı. Bu kişinin otopsisinin çok açık bir şekilde Minnesota Protokolü’ne (Birleşmiş Milletler Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazların Önlenmesine ve Soruşturulmasına İlişkin El Kılavuzu) uygun olarak gerçekleştirilmesi gerekiyor, yani sorumlu kim? Çünkü gözaltında ölüm diyorsak, burada sorumlu olan kamu görevlilerinin de cezalandırılması, adalet önüne çıkarılması gibi bir sorumluluk var. Bu, devletin en temel ödevlerinden biri. Dolayısıyla bunun gibi durumlarda hızlı protokolü değil, Minnesota otopsi Protokolü’nü uygulamak gerekiyor. Yapılan incelemelerde buna özen gösterildiğini, örnek alındığını, fotoğraflamanın yapıldığını otopsi tutanaklarından öğreniyoruz.
Kimliklendirme işleminde hangi yöntemler kullanılıyor?
Cenazelerin kimliklendirilmesi aşamasında adli tıp uzmanlarının uyguladığı yöntemler hakkında bilgi veren Biçer, çoğu durumda mevcut veri tabanındaki parmak izi eşleştirmesiyle kimlik tespitine ulaşıldığını vurguladı:
Deprem bölgesinde siz bir cenazenin size ait olduğunu söyleyebilirsiniz ama adli tıp standartları açısından bakıldığında kimliklendirme konusunda sahipli cenazede de sahipsiz cenazede de standart aynıdır, değişmez. Yani öncelikli olarak önünüze gelen bir cenazede haricen üzerindeki giysileri tanımlarsınız çünkü giysiler şahsi birtakım özellikler içerebilir. Diğer taraftan vücudunda taşıdığı birtakım eşyalar olabilir; saat, küpe gibi… Bunlar kaydedilmelidir. Ayrıca dövme, ameliyat izi, başka bir yaralanma izi gibi antropometrik (insanların fiziksel özelliklerini belirlemek için yapılan ölçümler) değerlendirme yapmaya yardımcı olacak, kişinin ‘tıbbi kimliği’ dediğimiz özellikleri tarif etmek gerekiyor. Saçı, boyu, kilosu, cinsiyet kimliği gibi özellikler de kesin inceleme için yardımcı değerlendirme araçlarıdır. Bu çalışmanın yanı sıra fotoğraflama ve adli tıp açısından en kritik olan nokta DNA eşleştirmesi için örnek almaktır. İçişleri Bakanlığı’nın, emniyetin hem nüfus kimliği verirken hem sürücü belgesi ve pasaport verirken parmak izini aldığını, biyometrik fotoğraflama yaptığını biliyoruz. Bu değerlendirmeyi adli tıp uzmanları yapmıyor ama çoğu yerde bu mevcut veri tabanlarındaki parmak izleriyle eşleştirme yapıldığını söyleyebilirim.
Biçer, ilk günlerde yaşanan bazı aksaklıkların, adli tıp uzmanlarının ısrarlı çabasıyla aşıldığını belirtti:
İlk günlerde bazı aksaklıklar yaşanmış ama üçüncü günden sonra adli tıp uzmanlarının çalışmalara müdahil olma, gerekli standartları sağlama konusunda ısrarcı olduğunu ve sonuç aldıklarını öğrendik. Diğer taraftan bu çalışmayı birlikte yürüttükleri Cumhuriyet savcıları ile konuştuğumuz zaman onların da kimliklendirme için ilk günlerde kan örnekleri aldığını ama daha sonra cenazelerle ilgili değişimler başladıktan sonra, çürüme başladıktan sonra diş ve kemik örneklerinin alındığını, fotoğraflama yapıldığını, bunlarla ilgili kayıtlar tutulduğunu, defnedilirken özen gösterildiğini söylediler.
Ölülerine ulaşmaları geride kalanlar için çok kritik
Ümit Biçer, cenazelerin bulunması ve kimliklerin tespit edilmesi konusunda gösterilecek gayretin ne derece kıymetli olduğunu hatırlattı ve erken dönemde yapılacak eşleştirmenin, geride kalanların yaşayacağı travmanın katmerlenmesinin önüne geçeceğini vurguladı:
İnsanların yakınlarına sağ olarak ulaşması ne kadar kritik, onu herkes biliyor ama diğer taraftan ölülerine ulaşması da onlar için çok kıymetlidir. Aslında bizim hayatla kurduğumuz bağlantı bir ölçüde ölümle kurduğumuz ilişkiyle de iç içedir. Domanska adlı bir antropolog, Latin dillerinde insan (human) sözcüğünün, ‘humandos’dan (ölüsünü gömen) geldiğini yani ‘insan’ın ‘ölüsünü gömen tür’ olduğunu söyler ki bu hakikaten kritiktir. Dolayısıyla ölüsüne sahip çıkmak, onu kendi elleriyle gömebilmek, o insanın belki de o yakınına karşı hayatındaki son vazifesi. Cenazelerin bulunması ve kimliklerin tespit edilmesi konusunda gösterilecek gayretin ne kadar kıymetli olduğunu, buna özen gösterilmesi gerektiğini özellikle belirttik. Bu çalışmanın bir an önce gerçekleşmesi için üniversitelerde, Sağlık Bakanlığı’nda olan veya şu an aktif olarak herhangi bir şekilde çalışmayan adli tıp uzmanları da dahil olmak üzere bu sürece katılmamız gerektiğini söyledik.
‘Kayıplarının bulunamaması nedeniyle hayatları o anda durmuş insanlar’
Ümit Biçer, depremden sağ kurtulanların, cenazelerine karşı son görevini yerine getirmesinin onların hayata dönmesi için kritik önemde olduğunun, aksi bir taktirde zorla kaybedilenlerin ailelerinde olduğu gibi travmanın kuşaktan kuşağa aktarılması ile karşı karşıya kalınabileceğinin altını çizdi:
Bu değerlendirmeler farklı merkezlerde yapıldı ama örneklerinin uygun laboratuvarlara gönderilmesi gerekiyor. Diyarbakır, Antep ve Adana gibi merkezlere örnekler gönderilip bu çalışmaların hızla sonuçlandırılması istendi. Bilgilerin hızlı şekilde tasnif edilip birleştirilmesi ve eşleştirme işlemlerinin başlaması gerekiyor. Çünkü erken dönemde yapılacak eşleştirme o insanların yaşayacağı travmanın katmerlenmesinin bir ölçüde önüne geçer. Bir an önce kendi yakınlarına, cenazelerine karşı son görevlerini yerine getirirler ve yaşamla ilgili bağ kurma, toparlanma şansı bulurlar. Geride kalanların hayata dönmesi için de bu elzemdir. Yoksa sürekli kayıplarını arayan, kayıplarının bulunamaması nedeniyle hayatları o anda durmuş insanlarla karşı karşıya kalırız. Bunu biz bu topraklarda çok iyi biliyoruz. Özellikle zorla kaybedilenlerin aileleriyle yapılan görüşmelerde saatin hep o insanın yanından alındığı saat olduğu söylenir. Bu, birkaç dakika sonra, birkaç saat sonra tükenmez, yıllar sürer ve belki de o insanın hayatının sonuna kadar devam eder. Öykü onunla da bitmez, yeni gelen kuşaklar da o travmayı sürekli olarak aktarmaya, o travmayla baş edememeye başlarlar.
Ölenlerin arasındaki mültecilerin sayısını hiçbir zaman öğrenemeyebiliriz
Bir cenazenin kimliğinin tespit edilmesi için o kişinin soyundan gelen bir yakınının bulunması gerekiyor, bu nedenle depremde hayatını kaybeden mültecilerin cenazelerinin kimliklendirilmesinde son yaşanabilir. Biçer, bütün çalışmalar tamamlandığında bile kaç mültecinin öldüğünü bilemeyebileceğimizi düşünüyor:
Bir cenazenin kimliklendirilmesi için yapılacak yöntemler belli. Cenazenin bir yakını varsa onun vasıtasıyla parmak izi eşleşmesi yapılır ve cenaze o kişiye teslim edilir. Kimliklendirmeden yapılan defin işleminde ise alınan örneklerle ilgili kayıtlar saklanıp, cenazeler bir sayı verilerek oradaki bir mezarlığa defnedilir. Zaman zaman bu konuda yapılan çalışmalara rağmen belki elinizde bir takım DNA formülasyonları oluyor ama kimlik olmuyor. Çünkü kimliklendirme için o kişinin soyundan gelen bir yakınını bulmamıza ihtiyaç var. Dolayısıyla depremde kaç mülteci öldü sorusu belki de bizim tüm bu çalışmalar tamamlandığında dahi sormaya devam edeceğimiz bir soru olabilir.
Enkaz kaldırma çalışmaları adli tıp prensiplerine uygun yapılıyor mu?
Dr. Biçer, enkaz kaldırılırken canlı veya ölü bir insan varsa hem o insanı bütünlüklü olarak çıkarmaya hem de onun ölümünde birilerinin sorumluluğuna işaret edecek delillerin toplanmasına dikkat edilmesi gerektiğini belirtti. Biçer’e göre devletin önceliği nereye verdiği önemli:
Adli tıp açısından bakıldığında biz o binalarda gerçekleşen ölümlerin ne kadarında o mimarların, o inşaata göz yumanların ya da orayı bir yerleşim alanı olarak seçenlerin sorumluluğu var ayrıştıramıyoruz ama ölüm nedenleri üzerinden sorumlular arasında bir bağlantı kurulabilir. Bu ilişki kıymetli. Titizlikle çalışılırsa o enkazların kaldırılması için birden fazla yıla ihtiyacımız olduğu düşünülebilir ama insanımızı önemsiyorsak, onların anılarını, hayata tutunmasını, varlıklarını dert ediyorsak hem o enkazın bir an önce kaldırılmasını sağlarız hem de bunu dikkatli bir şekilde yaparız. Sorumlular varsa onların yargı önüne çıkmasını sağlayacak delillere de ulaşırız. Bunları yapmak çok zor değil, önceliği neye verdiğimiz, insan gücümüzü nereye kullandığımızla ilgili bir sorun…
Deprem bölgesinde sivil toplum örgütlerinin uzmanlık bilgisinden yararlanıldı mı?
Yapılacak çalışmalarda adli tıp uzmanlarının kritik bir öneme sahip olduğunu ifade eden Biçer, “Devlete karşı güvensizliklerin ve sonradan ortaya çıkacak hukuki meselelerin önüne geçmek için her yerde bağımsız değerlendirme yapabilecek uzmanların süreçlere dahil olması gerekiyor” dedi:
Marmara depreminde sivil toplumun katkısını, pozitif etkisini çok görmüştük. Burada ise sivil toplumun, meslek odalarının taleplerinin hemen reddedilmediğini ama gerçekleşmesi, önerilerin alınması, tartışılması için de çok uygun yollar bulunmadığını söyleyebilirim.
Ama biz deprem sırasında bu tür kaygıları daha önce yaşamış olmamıza rağmen pek hatırlanmadığını, heyetlerin bir araya gelmesi konusunda bazı kurumların işbirliği içinde olmadığını, herkesin kendi bünyesi içinde çalışma yapmak istediğini gözlemledik. Biz de organizasyonun merkezi olmasından, sorumlulukların, planlamanın, yönergenin net olmasından yanayız ama bu tek bir devlet kurumu ve yalnızca onun görüşleriyle sınırlı olmamalı.
Biz dernek olarak geçmişte bununla ilgili olarak yönergeler, planlamalar, algoritmalar hazırlamıştık. Ortak aklı oluşturma konusunda bu çalışmaların resmi anlamda bir karşılık bulmadığını görmek sıkıntı yaratıyor. Çünkü bu felaket herkesi ilgilendiren, herkesin dahil olması gereken ve uygun bir çalışma ortamında demokratik biçimde denetimin işletildiği bir sistemle çözülür. Bugün biz o krizlere yönelik demokratik, şeffaf bir süreç işletmezsek sonrasında uğraşacağımız çok hukuki mesele çıkacak.
Depremin üzerinden üç hafta geçti, Antakya hâlâ toparlanmanın çok uzağında
Saha ziyareti kapsamında Antakya, İskenderun, Maraş, Osmaniye ve Antep’i ziyaret eden Dr. Ümit Biçer, depremden sonraki toparlanma sürecinde özellikle Antakya’nın diğer şehirlerden epey geride olduğunu söyledi:
Depremin üçüncü haftasında bölgeye gittiğimizde Maraş’ta insanların hayata bir şekilde bağlandığını, tutunduğunu, sokakta dolaştığını, dükkanların bir kısmının açıldığını, sokakta dolaşan arabaların bir kısmının orada yaşayan insanlara ait olduğunu gözlemledik. Oysa Antakya’da bu gözlemleri yapamadık. Antakya’da daha çok oraya giden yardım kuruluşlarının, kamu görevlilerinin, diğer ekiplerin arabalarının olduğunu, açılan bir dükkân bulunmadığını söyleyebilirim. Antakya’da çoğu yerde elektrik yokken, mesela Maraş’ta elektriğin hemen temin edildiğini, insanların hastanede kalacak yer konusunda bir sıkıntı yaşamadığını, banyo yapabildiklerini söylediler. Ama Antakya’da uzunca bir süre orada çalışan adli tıp uzmanları banyo dahi yapamamışlar, en son konteynerlere yerleşmişler ama öncesindeki koşulları çok daha kötüymüş.