Hekim olunca gece uykudan uyandıran telefonlar belirli bir sıradanlık içerir. Ancak 6 Şubat 2023 günü için durum farklıydı. Sabah saat 4.33’te çalan telefonun ucunda babamın dehşet içindeki sesiyle beraber, uyanmanın farklı bir boyutuna geçmiş oldum. “Büyük bir deprem oldu oğlum ama biz iyiyiz” cümlesi bir serinlik hali oluştursa da “nasıl yani” soruma aldığım cevap dizlerimin bağını çözdü; “Dışardan çığlık sesleri geliyor, sanırım yanımızdaki site yıkıldı!” Hikâye uzun. Yer Adıyaman. Sanırım milyonlarca insan benzer konuşmaları yaptı ya da daha kötüsünü. İçinde bulunduğumuz zamanın yavaşladığını, bir türlü geçmek bilmediğini hissediyoruz. Süregiden travmanın içinde debelenip duruyoruz.
Depremin yarattığı yıkımın boyutunu, maruz kalmayanların da iliklerine kadar hissettiği bir dönemdeyiz artık. İlk günlerde şaşkınlık içinde izleyici pozisyonundaydık. Dayanışmanın yeteceğini düşünmüştük belki de! Hava koşulları, ayak bağı olmama gibi gerekçeler geliştirdik. Birilerinin işini yapacağını varsaydık! Kötülüğün karanlığı belki bizleri de görmez kıldı. Otoriter iktidarın her şeyin yolunda gittiğini salık veren zehirli dili, olayın dehşetinin yarattığı girdap derken üzerinden iki hafta geçmesine rağmen olayı ne kadar kavradığımızı sorgular hale getirdi. Basının yansıttığı ve devletin ilgi gösterdiği kadarıyla yaşadık depremi. Ama şimdi gerçekler duvarına çarparak yere düşme zamanındayız.
Deprem bölgesinden yapılan haberlerde “Üçüncü günde enkaza müdahale başladı” ifadesini sıkça duyduk. Herhangi bir yer ayrımı yapmadan bunu söylemek mümkün. Hatay, Adıyaman, Maraş, Antep derken her yerde bu cümle kuruldu. İlk 72 saatin can kurtarma için kritik olduğuna aldırış etmeden bekleyen bir kamu otoritesi gördük. Kurumların çürümüşlüğü, liyakatsizliği derken hayatımızı esir alan, basiretimizi bağlayan otoriter devlet aygıtının neden “makul” olmadığının arayışına düştük. “Eskiler ne de kurumsaldı” güzellemesi asıl mevzunun gözden kaçmasına neden oldu. “Canbaza bak” numarasına kendimiz kanmış olduk.
Otoriter devletin asıl gücü çaresizlik üretme kapasitesidir. Tekrarlanarak yaşanan travma karşısında kişide veya toplumsal gruplarda yoğun stres davranışı, beklenen bir durumdur. Aslında evrimsel olarak insan karşılaştığı sorunları çözmek için çabalar. Tarih boyunca ilerlemenin asıl dayandığı şey de bu evrimsel davranıştır. Ancak tekrarlayan travma ve stres durumlarında sorunlarla baş edememe ve kaçınma davranışı bir süre sonra tepkisizliğe neden olur. Öne sürülen gerekçelerle insan-toplum konumunu meşrulaştırır. Yaşadığı atmosferi öz saygısıyla daha uyumlu hale getirir. Bu durum korunma refleksi gibi görünmekle birlikte iç çürümeyi de beraberinde getirir. Daha afili tanımla “öğrenilmiş çaresizlik” davranışı gelişmiş olur. Travmaya karşı pasif kalınır. Öğrenilsin ya da öğrenilmesin bu çaresizlik durumu çabaladıkça batılan bir tuzağa dönüşür.
Memlekette devlet-iktidar mekanizması kartel yapısıyla, karanlık dehlizleriyle uzun süredir “çaresizlik” üzerine bir strateji sürdürüyor. Demokratik tepki kanallarının yok edilmesi, siyasi baskı, medya üzerinden yarattığı iklim bu amaca yoğun şekilde hizmet ediyor. Toplumun yaşadığı sarsıcı olaylar (sel, madenci kayıpları vs.) karşısında iktidar benzer bir dil kurarak tevekkül etmeyi dayatıyor. İktidar, ülke ekonomisindeki batışı, yoksullaşmayı “yerli ve milli” saiklerle bastırmasını becerebildi. Yarattığı şoklarla sersemlettiği toplumda tepkiler cılızlaştı. Gerekçelerle “mecbur bırakılma hali” muhalif grupların beceriksizliği ile birleşince sürekli kafasına vurulanları yalnızlaştırmış oldu.
İçimiz yanıyor. Kayıplarımız var. Kişisel ve toplumsal olarak bunu söylemem mümkün. Daha ne kaybedebiliriz ki dediğimizde bile tahayyül edemeyeceğimiz boyutlar karşımıza çıkıyor. Her zorda kaldığında inşaat sektörünü pompalayan iktidarın yaptığı yolları, genişlettiği şehirleri, inşa ettiği hastaneleri gördük. Üzerimize yıkıldı. Her gördükleri boş araziyi rant uğruna peşkeş çektiler. Nefes almamızı, estetik algımızı değiştirdiler. Toplumu kaynaklarıyla beraber tükettiler. Bunlar yetmedi. Yavuz hırsız gibi üste çıkmaya çalışıp yalan haberlerle ve “bu dönem konuşulanları not alıyoruz” tehdidi ile baskı rejimlerini taçlandırıyorlar.
Deprem, engellenebilir bir doğa olayı değil ne yazık ki. Üretilen bilimsel bilgi ile yerleşkeleri kurar ve ölümleri önleyebilirsiniz. Yine de olabilir ölüm. Bazen kaçınılmazdır. Ama hastanelerin zarar görmesi, afet koordinasyon binalarının zarar görmesi gibi durumlarla karşılaşmamanız gerekir. Hemen tüm deprem bölgesi hastaneleri, diğer sağlık kuruluşları, binaları kullanılmaz hale geldi. Ya yıkıldı ya da ağır hasar aldı. İkinci deprem sonrası Hatay ilinde neredeyse hiçbir sağlık kuruluşu sağlam kalmadı. Üstelik “sahra hastaneleri” adı altında çadır kurup içine sedye koyarak illüzyon yaratmaya çalışıyorlar. Depremzede durumundaki sağlık çalışanlarını zorla çalıştırmak istiyorlar. Dışardan görevlendirme ile gönderilen sağlık çalışanlarına dinlenmeleri için sandalyeleri işaret ediyorlar. Sonra da süslü sözlerle yarattıkları mizansenlerle başka bir algıya oynuyorlar.
Çaresizlik perdesini yırtmak için artık başka bir duyguya girmek gerekiyor. Dayanışmanın asıl rolü burada aslında. Bu depremde böyle pratiklerin olduğunu gördük. İstanbul Tabip Odası adına Adıyaman’da bulunduğum süreçte bu dayanışmacı pratikler ve sağlık ihtiyaçları üzerine çalıştık. Gelecek yazıda daha fazla sağlık tartışacağız. Adıyaman ve diğer illerdeki çöküşü, nedenleri konuşacağız…
Cegerğun Polat kimdir?
Kardiyoloji uzmanı, Dr. Öğretim Üyesi. Çukurova ve Ankara Üniversitesi’nde eğitim aldı. İstanbul’da özel bir hastanede çalışıyor. TTB’nin çeşitli kademelerinde toplum sağlığı mücadelesini uzun yıllardır sürdürüyor. Demokratik eğitim pratiklerinin geliştirilmesi için çalışmalar yapıyor. Halen İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi.