Hasan Kılıç
Son dönemlerde Türkiye’de iktidarın ekonomi politik tercihleri ile küresel ekonomi politikteki gelişmeler birbiri ile ilişkili bir şekilde ilerliyor. Bu kapsamda yazı önce “Türkiye Ekonomi Modeli” denilen modelin politik ekonomisini değerlendirecek ve sonrasında küresel siyasetteki gelişmeler özetlenerek ikisi arasındaki ilişki ele alınacaktır. Böylece iktidarın küresel politik ekonomiye göre rota farklılaşması anlamına gelen politik ekonomi modelinin küresel siyasetteki gelişmelerle birlikte okunmasına çalışılacaktır.
Eskiyi yeni diye çağırmak
Ekonomik, siyasi ve toplumsal krizlerin birleştiği yapısal kriz momenti Türkiye’de bir süredir devam ediyor. Bu krizleri aşmak için kapsamlı bir ekonomi politik eksen değişimine ihtiyaç olduğu iktidar tarafından kabullenildi. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 16 Aralık 2021’de açıkladığı “Türkiye Ekonomi Modeli” Kasım ayının ikinci yarısından beri Erdoğan’ın dilinde somut hale getiriliyordu zaten.
Bu ekonomi modeli “düşük faiz, yüksek döviz” şeklinde ifade edilen, ihracata dayalı ama aynı zamanda ithalat kalemlerini kısan ve iç tüketimi baskılayan, neoliberalizmin bir versiyonu olması açısından kuşkusuz ki bir yeniye işaret etmiyor.
Neoliberalizmin önce Turgut Özal’ın 24 Ocak 1980’deki 24 Ocak kararlarının ilanı, daha sonra uygulamasının ise 12 Eylül askeri darbesi ile Türkiye’ye geldiği biliniyor. 24 Ocak kararlarında olduğu gibi iktidarın yeni dediği model de siyasal alanın baskılanmasını beraberinde getiriyor. 1980’den bugüne değişen şey ise bu modelin uygulanmasında bir askeri darbeye ihtiyaç duyulmamasıdır. Çünkü darbenin dönüşen sureti artık darbe mekaniğinin devrede olduğunu gösteriyor. Darbe artık demokrasi elbisesi ile ortaya çıkabiliyor.
Eski olan yeni model, 1980’de olduğu gibi sadece iktisadın temel bilgileri ile açıklanabilecek bir model değil; bilakis topluluklardan bireylere, idareden hukuka, siyaset yapma içerik ve biçimlerinden özgürlüklere kadar her alana ilişkin fikri ve planı olan bir modelle karşı karşıyayız. Devletin resmî ideolojisinin Türk İslamcılığı ile tahkim edilmesi, seferberlik duygusunun her daim canlı tutulması, rakiplerin düşmanlık mertebelerinin teolojik referanslarla güçlendirilmesi bu modelin köşe başlarını tutuyor. Bu sebeple sık sık İslami referanslar ve milliyetçi alarmizme sarılan bir iktidar pratiği giderek belirginleşiyor. Örneğin ticarette “hayatta kalanlar yoluna devam eder” düsturu ile çok sayıda esnafın batışına kapı aralanırken, iktidarın esnafın itirazını yönetmesi veya batık karşısında hala iktidara rıza üretebilmesinin ağlarını örecek aletler ve söylemler modelle birlikte düşünülüyor. Ya itiraz edecek ve şiddete, yargılamaya, baskıya maruz kalacaksın ya da rıza gösterecek inanç ve milliyetçilik eksenli iktidar söylemine eklemleneceksin.
Söylem dönüşürken sistem değişmiyor ama otoriter rejim bir adım öteye taşınıyor. Siyasal alan bu süreçten doğrudan etkileniyor. Çünkü model bu rejimden başka bir yol sunmuyor. 2013 yılından beri katılaşan rejim bir kat daha katılaşıyor. Her ekonomi politik proje gibi bu modelin de toplumda kaybettireceği sınıflara, sınıf içi fraksiyonlar ve kimlikler var. Bu modelle de başta Türkiye’de işçi sınıfının ihracat aşkına baskılanması, yoksulluk ve açlık merkezli itirazlara kolluk kuvvetleri ile müdahale edilmesi, toplumun iki farklı ulus şeklinde katı bir kimliklenmeye tabi tutularak “biz ve ötekiler” arasındaki farkların radikalleştirilmesi modelin işlemesi için daha spesifik şekillerde devreye konuyor.
Erdoğan’sız Demokrasi Zirvesi
Modelin politik ekonomisinin gelir ve servet eşitsizliğini derinleştirmesi, enflasyonu göze alarak yoksullaşmayı boyutlandırması, toplu kayıt dışılık veya işsizlik getirmesi açılarından iktisadi; toplumun baskı altında tutulması, demokrasiden uzaklaşılması, hukuki güvencelerin kırıntılarının dahi yok edilmesi ise siyasal boyutlarına işaret ediyor.
Bu boyutlarla küresel siyasetteki gelişmeler arasında gerilimler yükseliyor. Bu gerilimlerin somut çıktıları da oluyor. 9-10 Aralık tarihlerinde Biden’ın ev sahipliğinde online olarak “Demokrasi Zirvesi”1 düzenlendi. Kuşkusuz ki, gerek zirveye yüklenen anlam gerekse de davetli listesi Biden’ın seçilmesinden sonra devreye koyduğu küresel stratejiden bağımsız değildi. Biden’ın zirveye ilişkin mesajı demokrasinin tesadüfen ortaya çıkmadığı vurgusu ile başlıyor ve demokrasiyi savunmak, demokrasiyi güçlendirmek ve yenilemek gibi görevlerden bahsediyordu.
Biden’ın Demokrasi Zirvesi, seçildiği günden sonra siyasal olanın dost-düşman ikiliğinde kuruluşunu demokrasiler-otokrasiler şeklinde inşa edeceğinin somut çıktısı oldu. Davetliler demokrasiler kampında (Uruguay, Zambiya, Romanya, Almanya vd.), davet edilmeyenler (Rusya, Çin, Türkiye, Venezüella vd .2) ise otokrasiler kampında yer alması planlanan ülkelerden oluşturuluyordu. Atlantik Paktı’nın yenilenmesi ile başlayan ve askeri olarak NATO’yu sahneye geri çağıran süreç, siyasal boyutunu Demokrasi Zirvesi ile bir adım öteye taşıdı.
Türkiye’nin iktidar kanallarında ve sözcülerinin dilinde ABD’de yapılan Demokrasi Zirvesi yok hükmünde sayıldı. 111 ülkenin katıldığı bu zirvede olmayışa dair kapsamlı bir izahatta bulunulmadı. Bilakis bu durum dile getirilseydi “ABD’den demokrasi çıkmaz”, “Biz bağımsız bir ülkeyiz” gibi cevaplarla karşılaşılır ve “Türkiye Demokrasi Model”i dahi üretilebilirdi. Fakat tüm bu manipülasyonlar, ABD öncülüğünde demokrasi söylemi üzerinden yenilenmek istenen hegemonya arayışında Erdoğan yönetimindeki Türkiye’ye verilen konumun üstünü örtmeye yetmez; manipülasyona rağmen reel politik kendi mecrasında akar. Nihayetinde hem Demokrasi Zirvesi’nden dışlanma hem de otoriterliği derinleştirecek politik ekonomi tercihi ile AKP-MHP ittifakı, küresel hegemonik siyasetle arasındaki gerilimleri derinleştirmeye devam ediyor.
Kemal Kirişci konuya ilişkin Brookings Institution’da yayınlanan yazısında3 Erdoğan’ın Demokrasi Zirvesi’nden dışlanmasının Türkiye açısından faydalı olabileceğini ifade ederek Erdoğan’ın otoriterleşmesi, ekonomi politikaları, Rusya ve Çin hattına yaklaşması sebebiyle zirveden dışlanmasının sürpriz olmadığını ifade ediyor. Erdoğan için olumsuz olanın, Türkiye için olumlu sonuçlar üretebileceği temenni-öngörü karışımı tahmini ile Kirişci, Erdoğan’ın karşı hamlesinin okumak yerine ABD merkezli bir okuma yapıyor.
Faiz aşağı, faiz yukarı
Demokrasi Zirvesi özelinde ortaya çıkan siyasal gerilimin yanı sıra iktisadi yaklaşımlardan kaynaklı gerilimler de güçleniyor. Dünyada neoliberalizmin krizi Covid-19 pandemisinin krizi ile birleşince artan sınıfsal gerilimlere dair tartışmalar sürer ve hegemonik güçler orta sınıfları yeniden keşfederken, Türkiye Ekonomi Modeli makyajlı bir orta sınıf savunusu veya gelir adaletsizliğinin giderilmesi ile ilgili tek bir kaygı bile gütmüyor. Onlara göre Türkiye, halkı ve kaynakları ile üretecek, dışarıya satarken içeride tüketimi azaltacak. Enflasyona karşı naslara, reel ücretlerdeki düşüşe karşı ekonomik kurtuluş savaşına, işsizliğe karşı Türkiye’nin ekonomik kuşatma altında olmasına vurgularla rıza devşirilecek. Yani kısacası küresel hegemonyanın politik ekonomisi ile AKP-MHP ittifakının politik ekonomisi arasında açılan bir makastan öte zıt yönlere hareket eden iki araç gibi bir farktan bahsedebiliriz.
Gerilimlerin bir başka çıktısı faiz kararlarında ortaya çıktı. Aralık ayında küresel enflasyon artışına karşı ABD faiz oranlarını sabit tuttu, İngiltere faizi arttırdı. Hemen tüm ülkeler benzer tercihlerde bulundu. AKP-MHP ittifakı faizleri düşürdü. Her biri kendince politik ekonomi okumasını faiz oranları üzerinden somut politikalara dönüştürdüler. Burada şu notu da düşmek gerekir: Bu süreçte farklı yollar ve kararlar olsa da istikamet ve kurallar aynıdır. Kurucu fikir anlamında bir farklılaşma olmamakla birlikte modellemelerin tüm hortumları yine sermayeye bağlanmaktadır. Dolayısıyla iki gerçeği elde tutmak lazım. Birincisi iktidar kaynaklı bazen trol mertebesine ulaşan manipülasyonların reel politikte bir karşılığı olmadığı ve modelin kaynağının kapitalist düzen içerisinde şekillendiği, ikincisi de ABD’nin demokrasi söyleminin esasında hegemonyasını yenileme amaçlı olduğu gerçekleridir.
Aynı paradigmadan farklı sonuçlar beklenmez!
AKP-MHP ittifakı Kenan Evren ve Maduro karışımı bir politik ekonomi, Biden ve ABD merkezli küresel hegemonya ise orta sınıfları tekrar keşfederek otoriter popülizme cevap vermeye çalışıyor. Fakat her iki yaklaşım da meydanda bulunan sorunların kapitalizmle doğrudan ilgili sorunlar olduğunu kabullenemiyor. Para politikaları ile maliye politikaları arasında salınan çaresizlikler ve korkunç boyutlara ulaşmış eşitsizliklere-geçim sıkıntılarına karşı palyatif çözüm arayışları ile AKP-MHP ittifakı seçime ulaşmaya, küresel hegemonik güçler ise kapitalizmin ömrünü uzatmaya çalışıyor. Oysa aynı paradigmadan türeyen farklı yollar bile olsa mevcut açmazların kaynağından asla kopamamaya neden oluyor. Dolayısıyla aynı paradigmadan farklı sonuçlar alma imkânsızlığı ile karşı karşıya kalıyoruz. Alternatif politik ekonominin imkânları da bu küresel ve ulusal güçler arasındaki gerilimleri yönetmek, topluma ise farklı paradigmalardan türeyen seçenekler sunmak ile kuruculuk vasfını edinebilir.