Arif Altan
O Uyku’ydu, Ölüm, ikiz kardeşi. Annesi Gece, babası Karanlık’tı. Ölüler Diyarı vadilerinde bir mağaranın müdavimlerinden. Gece ve gündüzün buluştuğu, girişi hipnotik bitkilerle kaplı mağarasında abanozdan yatağı üstünde bir Uyku ve belki de hatırlamayan bir Rüya. Işık ve sesin sızmadığı bu mağaradan taşan bir kaynak, bir nehir, belki de sessizlik ve yokluk ötesi bir uzam, ya da ölüm, gece ve karanlıktan bir akış. Mevzu Uyku değil tabi, Unutkanlık. Nyx ve Erebus’un oğlu Hypnos değil, Lethe. Homeros’un Kirke aracılığıyla Odysseus’u Hades’in bataklıklarına sürerken orada karşılaşacağını söylediği, Platon’un göçmüşleri sınadığı, ölçülü içirerek bilgeleri kurtardığı ve cahillere ölçüsüz içerek her şeyi unutturduğu, Ovidius’un Hypnos’un mağarasından akıttığı ve mırıltılarını uyuşukluğun sebebi ve içenleri uyutan ebedi bir akış saydığı, Vergilius’un suyunda uzun bir unutma tadı bulduğu, Dante’nin Araf’ın uçurumlarında akıttığı ve pişmanlık getirip de günahları bağışlanınca sularında günahkar ruhları yıkadığı, Shakespeare Hayalet’inin, rahat sularına düşeni çürümüş otlardan daha durgun ve cansız bulduğu, Baudelaire’in göğsünden baldıranlar ve zahirler içtiği, Milton’un cehennemde dolaşan iblislerini denk getirdiği o sessiz ve sakin nehir.
Tadı, hiçbir şeyin tadı. Bilgisi, hiçbir şeyin bilgisi. Geriye gidemiyorsun, ileriye uzanamıyorsun, aynı anda düşünüyor, aynı anda düşünmüyorsun. Zaman, çünkü zamansızlıktır aynı anda. Gördüğün, göremediğin. Düşündüğün, düşünemediğin. Duyduğun, duyamadığın. Hissettiğin, hissedemediğin. Uyku gibi ama daha çok yokluk gibi. Karanlık en azından bir şeydir, yokluk hiçbir şey. Unutmak diyorlar, ama unutmak da unutmak ötesi burada. Kıpırdayan bir şey belki, gölgeden az, ölümden fazla. Doğru, karanlıkta bir karanlık, ölümde bir ölüm ama ikisinden de uzak. Bir boşluk sunağından. Karanlık ve ölümün İkizleri, ışık ve yaşama da varamayan. Su belki, ama daha çok bir çağrışım, bir yankı. Sesi, rengi, ışığı, tadı, biçimi, bilgisi olmayan. Bir başına yalnızca bir istek, bir içme isteği. Ama bu istek de ne bir ruhun yönelimi, ne de bir bedenin arzusu. Devinimi, unutma çemberi. Bir hatırlamama ve yeniden hatırlamama döngüsü. Uyanma, bir şeyi bilmeye, görmeye, hissetmeye, tutmaya imli. Uyku da rüyayla. Ama bu nehir suyu unutuşla, unutuş da yine unutuşla mühürlü. Hayatın durmadan geri çekilmesi değil, sonsuzluğun içinden sonsuzluğun çekilişi gibi.
İçmek bir eylem belki, ama eyleyeni yok sayan. Öznesiz fiiller yurdundan. Felsefeden önce söylencede kurgulanan. Kurguda, düş gücünden arındıran. Ölüler, bir deyiş. Ölü bir deyiş içinde akan ölü bir ırmak: Lethe. Kavga’nın Kızı, Gece’nin torunu. Ele avuca gelmeyen, buğudan, miyasmadan uçucu; sesten, kokudan ve hatta anlamdan daha incelmiş olan. Dediğimiz gibi yokluk yoğunluğundan. Güzel değil, kötü de değil. Ama yine de bir içme isteği. Salt isimden bir iksir sismiği, onun hissizliği çekme yetisinden. Mitolojinin zaman öncesi zamansızlığından. Unutmak, dilin imkanları dışında burada. Elem ve ıstıraptan arınma, düşsüzlüğe düşmüş bir kadın isminin yankısında.
Nehir dediğin akar gider. Bakan anılarına solar, bakan yaralarına kanar, bakan mutluluklarını anar. Unuttukları hatırladıklarına, hatırladıkları yaşayacaklarına yarar. Ama bir isim yankısızlığı Lethe. Dünya, Ölüler ülkesi. Lethe, unutan gözlerin kızıl lekesi. Suyla ilgili değil, zamanla ilgili. Bu zamandan geçen, geçmiştir Lethe’den. Bir gölge, gölgenin gölgesi, hiçliğin hiçliği, bu zamandan dileğince içen. Yağmuru, çağlayanı, ırmağı kandan. Kızıl, bir renk değil artık; bir görme biçimi, bir unutma biçemi. Gizemli dinlerin erişemediği, düğümlü dillerin çözemediği.
Hüzün yok, sevinç de. Keder yok, neşe de. Elem yok, erinç de. İyiliğin ve kötülüğün, doğrunun ve yanlışın, varlığın ve yokluğun ötesinde. Zaman, Lethe’si bu dünyanın. Unutmak, yalnızca unutmak. Bir varmış, bir yokmuş gölgeler. Miyasma buğusundan ince herkesin payına bir damla belki de. Hep birlikte sonsuzluğa, hep birlikte hiçliğe. Acısızlığın içlerine, unutuş cehenneminin derinliklerine. Hep birlikte ama, hep birlikte.