Ana SayfaKitapDada Kılavuzu’ndan: Dada felsefesi, romantizm ve Nietzsche

Dada Kılavuzu’ndan: Dada felsefesi, romantizm ve Nietzsche

HABER MERKEZİ – Nur Altınyıldız Artun ile Ali Artun’un kaleme aldığı “Dada Kılavuz: 1913-1923 Münih, Zürih, Berlin, Paris”, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Bir Dada arkeolojisi niteliğindeki kitap, Dada’nın felsefi ve siyasi kaynaklarını, dadacıların düzenledikleri etkinlikleri, yarattıkları olayları, çıkardıkları yayınları ve ürettikleri işleri araştırıyor. Kitabın “Dada’nın Hakikati” başlıklı sunuş bölümünden “Dada Felsefesi, Romantizm ve Nietzsche” kısmını paylaşıyoruz.

Dada Felsefesi, Romantizm ve Nietzsche

Dada, 19. yüzyıl başında romantizmle başlayan sanatın özerkleşmesi sürecinin son noktasıdır. Dolayısıyla, Dada’nın köklerini her şeyden önce romantik düşünce oluşturur. Fikir babası Hugo Ball, Dada’nın, “romantik, dandyist ve şeytani 19. yüzyıl teorilerinin bir sentezi olduğunu” belirtir. Zamanın Dışına Kaçış adını verdiği günlüğünün Dada’ya ait olan bölümünün başlığı “Romantizm: Sözcük ve İmge”dir. Belki de hep bir romantik olarak kalacağını yazar.

Romantizm tarihçisi Isaiah Berlin’e göre, Aydınlanma’ya cephe alan romantizm, “bütün Batı geleneğinin temeline saldıran” bir devrimdir; “Batı bilincindeki en büyük dönüşümdür”. Michael Löwy ise, romantizmin “modernliğin, yani modern kapitalist uygarlığın eleştirisi” olduğunu söyler. Modernlikten kasıt, “Sanayi Devrimi’nin doğurduğu, piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü modern uygarlıktır”.

Dada’nın düşünsel temelinin diğer bileşeni Nietzsche felsefesidir. Nietzsche “Tanrı’nın ölümü”nü ilan ederken, Platon’dan ve Hıristiyan ahlakından kaynaklandığını belirttiği Batı metafiziğinin, Batı felsefesinin iflasını vurgulamaktadır. Onun Batı uygarlığını yargılaması, romantizmi tamamlar.

Gerek romantik düşünürler, gerekse Nietzsche, Batı’nın bilgi ve hakikat rejiminin çöküşü karşısında yegâne kurtuluş olarak sanatı önerirler. Isaiah Berlin’e göre romantizm, “sanatın hayat üstünde bir çeşit tiranlık kurduğu ilk dönemi oluşturur belki de”. Romantizmin kurucularından, İnsanın Estetik Eğitimi’nin yazarı Friedrich Schiller ise, “yalnızca güzelliğin insana toplumsal bir karakter kazandıracağını” belirtir. Çünkü insanda ve toplumda armoniyi besleyen yalnızca sanattır. “Bütün diğer alımlama şekilleri insanı böler […] yalnız estetik alımlama onu bütünleştirir.” Schiller, diğer alımlama şekillerinden kastettiği aklın ve ahlakın karşısına sanatı yerleştirirken, aynı zamanda sanat-ütopya birliğine kapı açmaktadır. Nietzsche için de, “hayat ancak ‘bir estetik fenomen’ olarak bir meşruiyet, anlam ve önem kazanabilir”. En hakiki metafizik, sanattır. Ona göre, Platon’dan beri metafiziği yönlendiren “hakikat istenci” olmuştur. Ama şimdi onun yerini “yaşam istenci” almalıdır. Bu da, “form verme”dir, sanattır, estetiktir. Sanat hakikatten daha değerlidir.

Sonuçta sanat ve felsefe birdir. Zaten Nietzsche de bir “sanatçı-filozof”tur. Muhakkak ki, romantik filozofların ve Nietzsche’nin kastettiği anlamıyla sanat, özerkleşme sonucunda kendini aşmış olan sanattır; başka deyişle, kendinden de özerkleşmiş olan sanattır.

Nietzsche düşüncesinde sanat, felsefe olduğu kadar siyasettir. “Tanrı’nın öldüğü”, “hakikat istenci”nin hiçlik istencine tırmandığı bir nihilizm çağında, hayat ve gelecek görüsü, sanatçı filozofların yaratacağı “büyük politika”nın işidir. İnsanları “mükemmel sürü hayvanlarına” dönüştüren modern politikanın değil. Sonuçta denebilir ki, politik sanat yoktur. Çünkü sanat politikadır; yegâne politikadır. Bu görüşler, estetik modernizmin kurucusu sayılan Baudelaire’in özerklik stratejisiyle örtüşür. Özerklik düşüncesi, 19. yüzyıl sonunda Baudelaire’e ulaştığında, önceden olduğu gibi, estetiğin, etikten ve lojikten; başka deyişle, sanatın diğer iki bilgi bölgesi olan bilimden ve ahlaktan özgürleştiğini ifade etmekle kalmaz. Baudelaire’de bütün bilgi, bütün hayat, sanatın yıkıcı-yaratıcı egemenliği altına girer. Yani sanat, Nietzsche’nin öngördüğü gibi, bütün metafiziği ele geçirip parçalarken, kendi varlığına ilişkin, hakikatine ilişkin bütün bilgiyi de imha etmiştir: “hiç”leştirmiştir.

İşte Dada’nın “her şey”i ifade eden “hiçbir şey”i, romantik filozoflardan ve Nietzsche’den kaynaklanan bu yukardaki birikimin tercümesidir. Dada, bu bakımdan, sanata karşı; onu tanımlayan her türlü akla (metafiziğe, epistemolojiye) karşı; onları var eden sergi, müze, tarih, piyasa gibi kurumlara karşı; bunların arkasındaki toplumsal-siyasal rejimlere karşı; her şeye, hatta kendi kendine de karşı, topyekûn bir başkaldırıdır. Bu yüzden, Dada’nın ne olduğuna cevap vermesi de mümkün değildir. “Dada zihnin diktatörlüğüdür[…] ya da zihnin ölümüdür.”

Dada’nın Münih ve Berlin’den gelen kurucuları Nietzsche felsefesiyle yetişmişlerdi. Bu kuruculardan Richard Huelsenbeck’in dediğine göre, “hepsi Nietzsche’yi okumuşlardı […] Ama, en yoğun okuyan”, henüz on yedi yaşındayken Nietzsche’yi keşfeden ve 1910’da Münih Üniversitesi’nde onun düşüncesi üzerine bir tez yazmaya girişen Hugo Ball’dı. Hal Foster, Yeni Kötü Günler kitabının, Nietzsche ile Dada arasındaki bağlara değindiği “Mimetik” bölümünde, “Ball’a göre mimetik performansın üstadının Nietzsche” olduğunu belirtiyor. Çünkü Nietzsche, topluma kendi maraziyetini, yabancılaşmasını taklit etme yolunu açmıştı. Adorno da modern sanatı yabancılaşmanın mimesisi olarak görüyordu. İşte Kabare Voltaire’in temelinde bu mimetik kışkırtma stratejisi yatıyor: “Dadacılar, Avrupa’ya hükmeden, çevrelerindeki çürümüş dili aldılar ve bu dili, bir anlamsızlık zehri olarak geri püskürttüler.” Ball, 1916 Haziran’ında Kabare Voltaire’i şöyle tanımlıyordu: “kültürün ve sanatın ideallerinden oluşan bir varyete”; Dada, “bütün büyük davaları kapsayan bir hiçlik farsı”ydı.

Huelsenbeck de Dada’nın Nietzsche’nin keşfedilmesiyle doğduğunu belirtiyordu: “Dada gelip geçicidir. Ölümü kendi iradesiyle olur. Dada, Nietzsche’nin sözünü ettiği buluşlar âlemini keşfetti. Kendisini dünya tarihinin parodisine, Tanrı’nın soytarısına dönüştürdü. Ama kendi kendisine saplanıp kalmadı. Dada’nın ölümü Dada’dan olmayacak. Kahkahasının geleceği var.”

Huelsenbeck ve Johannes Baader, Dada’yı “Tanrı’nın ölümünü kavramak ve bildirmekle” yükümlü kılıyorlardı. Paris Dada’nın atası kabul edilen Alfred Jarry de Nietzsche’nin sözcüsü sayılır. Tanrı’nın soytarısı rolüne, Kral Übü’den daha layık kim vardır? Ve “patafizik”, Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” ile ilan ettiği Batı metafiziğinin sonu karşısında, Jarry’nin yarattığı bir saçmalık felsefesi değil miydi? Zürih’teki Kabare Voltaire’in ilk gösterisi Jarry’ye atıflarla doludur.

Previous post
Neşe Özgen: Hayat ütopyalarımızı yaratıp bunları göstermeli, arzulanan hayatı kurmalıyız
Next post
S&P Türkiye'nin kredi notunu değiştirmedi ama 'uyardı'