Ana SayfaManşetPaylaşım savaşlarının dip akıntıları

Paylaşım savaşlarının dip akıntıları


Nejat Uğraş*


Yazı yazma serüveni benim için hep çok meşakkatli oldu. Kısa cümleler kurmayı öğrenemedim. Kısa yazmayı ve hatta kısa kesmeyi de. Yazılarımın içeriğine değil de daha çok biçime ilişkin eleştiriler aldım. Çok uzun yazıyormuşum. Haklılar aslında. Konuştuğumuz ve tartıştığımız meseleler o kadar uzun ki ben ne kadar kısa yazarsam yazayım yine okuyucuya “uzun” gelecektir. Uzun ya da kısa hep “suya yazıyorum” duygusuyla yazdım. Çünkü biliyorum ki “Her şey suyun hafızasında saklıdır. Zerreden kainata saklıdır her şey suyun hafızasında…”[1]

Eleştirileri dikkate alan bir yerden, bu sefer kısa ama yine suya yazarak meramımı anlatmaya çalışayım.

Memleketin ve dünyanın ahvali oldukça ilginç bir veçheye bürünüyor. İşte “Corona dönemi” bunun güzel bir örneği. Kapitalist sistem, küresel pandemiyi yeniden tahkimin payandasına dönüştürmenin hesapları içerisinde. Emperyalistler yerküreyi yine ve yeniden nasıl paylaşırızın kavgasını verirlerken haritalar havada uçuşuverdi. Bir yanda Sevr ve Lozan haritaları, öbür yanda Sevilla haritası. Harita polemikleri ve üzerinden koparılan hamaset pek bir şey ifade etmiyor artık. Akdeniz ve Ege’nin ekonomi-politiği bir paylaşım hesabıdır. Mevzu paylaşımın kimler arasında, nasıl ve ne kadar pay alınacağına dairdir. İktidar bloğu, meseleyi ekonomi-politik üzerinden okuma ferasetinden yoksun olduğu için haritalar üzerinden dalaşarak bir yere varacağını sandı. Lakin bir yere varamayacaklarını bu sefer erken anladılar. Bazen gürültü patırtı olur. Gemiler çarpışır. Hepsi bu. Türkiye’nin ve iktidar bloğunun o sahalardan elde edebileceği bir sonuç yok. Sonuçta kendilerine ait bir politika belgeleri yok. Bir stratejileri de yok. Uyarlama doktrinlerle anca bu kadar oluyor. Daha fazlası değil.

Gerasimov Doktrini

Rusya’da “Gerasimov Doktrini” dedikleri bir politika belgesi var. Bu belgeye “Doğrusal Olmayan Harp” adı da verilmektedir. Rusya Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov tarafından doktrine edilen ve dünya kamuoyunda daha çok “hibrit savaş’’ olarak tanınmış savaş konseptidir. Rusya Genelkurmay Başkanı General Valery Gerasimov, “Hibrid Savaş” olarak kavramsallaştırılan bu stratejinin mimarı kabul edilmektedir. Hibrit Şavaş; “Kirli savaş”, ‘’Karma Savaş’’ ‘’Bulanık Harp’’, ‘’Sınırlandırılmamış Harp’’ gibi farklı isimlerle de anılabilmektedir. Gerasimov “Öngörüde Bilimin Değeri” -ki yayınlanma tarihi 2013’tür- makalesinde “21’inci yüzyılda savaş ile barış arasındaki çizginin giderek bulanık hale geldiği bir dönemde siyasi ve askeri hedeflerin ele geçirilmesinde; askeri olmayan vasıtaların rolünün arttığını, klasik askeri harekâtın barış zamanında itibaren başladığını”[2] belirtmektedir.

Mezkur zata göre, Rusya’nın birikmiş ve etkin bir silah gücü var. Son otuz yıldır bu kapasite çürümeye kalmıştı. Bir varsayıma göre eğer bu kapasite etkin bir şekilde kullanılırsa geniş bir bölgede Rus hegemonyası kurulabilirdi. Anlaşılan Putin ve çevresi, bu doktrine epeyce yatırım yapmış görünüyor. Hesaplarını biraz da Amerika’nın aktif şekilde çatışmaya girmeyeceği alanlar üzerinde yapıyorlar. Bu yüzden paylaşım savaşı biraz “Soğuk Savaş” dönemi paylaşımına benziyor. ABD’nin 20. yüzyılın sonunda “çevreleme stratejisi” uyguladığı biliniyor. Hatırladığım kadarıyla oğul Bush döneminde bu uygulama bir yana bırakıldı. “Önleyici Saldırı” adını verdikleri, istedikleri yerde, istedikleri zaman, kısa süreli, sonuç alıcı saldırılara girişilmesi ve böylece herkese “merkezi çıkarlarıma dokunmayın” mesajı verilmesi meselenin esastan görülmesiydi. Bir dönem bunu agresif biçimde uyguladılar. Derken, Çin, yavaştan ve sağlam adımlarla ekonomik, askeri ve diplomatik kulvarlardan küresel güç olarak öne çıkmaya başladı. Buna ABD’nin ilk cevabı, yanındaki muazzam güçle Asya-Pasifik hattını kaydırmak oldu. Ticaret savaşı bütün gümbürtüsüyle dipte güçlü bir akıntı oluşturdu. Ancak bunun pratik olarak bir işlevi olmadı. Esas üzerinde durmak istediğim konu küresel dış dinamikler değil. Bu konunun genel hatları netleşmiş değil. Büyük güçler, ‘kervan yolda düzelir’ hesabı yapıyorlar şu anda. Zira sürprizler, inisiyatifler ve bazı zayıf güçler güç dengelerini ve hesapları altüst edebiliyor.

Türkiye’nin iktidar bloğu da “Gerasimov Doktrini”ni kendine uyarladı. Şu bölüme okurun dikkatini çekmek isterim “…günümüzde bilgi harbi ve özel kuvvet harekatlarının örtülü olarak Barışı Koruma ve Kriz Yönetimi maskesi altında kullanılması gereğinin arttığını, düşman topraklarında sürekli bir cephe bulundurmak için muhalefetin etki altına alınmasının gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca teknoloji ve bilgi ortamının, düşman devlet kademelerinin ve halkının etki altına alınmasında ve Silahlı Kuvvetlerinin muharebe etkinliğini azaltacak asimetrik olanaklar yarattığını”[3] ifade etmektedir.

Gerasimov, Hibrit savaş stratejisinin esasını açıklarken “barış durumunu beyaz, savaş durumunu siyah olarak kabul edersek iki durum arasında kalan gri bölgenin kullanılmasına dayanmaktadır. İşte gri bölgede askeri olmayan kapasitenin yönlendirilmesi ve yönetilmesi konvansiyonel güç kullanımından çok daha etkili sonuçlar vermektedir. Düzenli ordunun kullanılması ise hibrit savaş yöntemleriyle belirlenen maksatlara ulaşıldıktan sonra elde edilen kazanımın korunması yani barışı koruma ve destekleme harekâtına yöneliktir.”[4] Geresimov’un Arap Baharı ve Renkli Devrimler’den çıkardığı önemli dersleri politik bir strateji belgesine dönüştüren ve onu takip edilebilir kılan ve sanırım iktidar bloğunu da ikna eden esas belirleme ve çözümleme şudur:

Hibrit savaşın özünü, düzenli veya nizami ordunun savaş içerisinde kullanılmadığı süreçte kullanılan araç ve yöntemleri oluşturmaktadır. Doğası gereği kapalı olarak yürütülen Hibrit Savaş, Savaş Hukuku açısından uluslararası ilişkilerin çatı örgütü olan Birleşmiş Milletlerin getirebileceği yaptırımları büyük ölçüde engellemektedir. Hibrit savaşta devletler arasında açıkça bir savaş durumu söz konusu değildir. Yani Harp ilanı gerektirmez.”[5]

Anladığım kadarıyla Hulusi Akar, bu planı masaya koydu. Fethullahçıların darbesi karşısında ve darbecilerin “gel darbenin başına geç” önerisine net bir “ret” tavrı sergileyen Akar, MHP ile güçlü ilişkilerini aynı süreçte inşa etti. Türkiye yönetiminde çok etkin bir pozisyon aldı. İşte, şu anda olup bitenlere biraz da bu ışık altından bakmak gerekiyor. Askeri kapasitenin yakın çevrede hakimiyet kurmak için etkin kullanımı yönünde adımlar atıldı. Ancak bütün uyarlamalar da olduğu gibi bunda da ciddi problemler vardı. Öncelikle Türkiye’nin ekonomik kapasitesi çok sınırlı. Zaten şu anda çok ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor. İkinci olarak ise askeri kapasitesinin de çok sınırlı olmasıdır. Bu kapasitenin devletlerarası çatışmaya uygun olmadığı da herkesçe biliniyor. Özellikle Rusya’nın İdlib’de Türk Silahlı Kuvvetleri konvoyuna yaptığı saldırı ve Libya’daki hava üssünü yerle bir eden saldırı ve telaffuz edilmese de Fransa’nın yaptığı saldırı, bu askeri kapasite kullanımına dayalı politikaların hiç de iyi işaretler vermeyeceğini gösterdi.

Diplomasi politikaları açısından ise Akdeniz ve Ege’de Türkiye tamamen yalnız kalmış durumda. Bu bölgelerde Fransa- İsrail ekseni oluşmuş durumda. Merkezi Mısır olacağı belirtilen, İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), İtalya ve Ürdün’ün de parçası olduğu Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nun (EMGF) kurum tüzüğü internetten yayımlanan törenle imzalandı. Görüldüğü üzere Yunanistan ve Mısır bu eksende oldukça etkin durumda. Suudiler ve Körfez prenslikleri de eklenmek için sırada bekliyorlar. Üstelik bu anlaşma Türk ve Yunan savunma bakanlığı yetkililerinin NATO karargahındaki teknik toplantılarının beşincisi gerçekleşirken imzalandı. Bütün bunlara bakınca Türkiye’nin herhangi aktif bir askeri eyleme girişme ihtimalinin olmadığı kendiliğinden görülüyor. Bazı gürültü ve çatışmaları da artık ciddiye almamak gerekiyor.

Çin’in artan önemi

Bir diğer önemli gelişme de Amerikan Foreign Policy dergisi, 17 Eylül tarihinde Türkiye’nin Çin’le ticari ilişkilerinin nasıl geliştiğini kaleme alan “Erdoğan Türkiye’yi Çin’in müşterisi olan bir devlete dönüştürüyor” adlı bir makale yayımladı. Makalenin Türkçe özet çevirisinde özellikle Uygur Türklerine olan vurgu çok çarpıcı. Foreign Policy, Uygur Türkleriyle ilgili Türkiye’nin politikasındaki değişimi, Türkiye’deki ekonomik krize bağlıyor. Makalede, Ankara’nın “geride kalan birkaç müttefikiyle birlikte Çin’den de medet umduğu ve bu sebeple Çin’in taleplerine uyum sağlamak durumunda kaldığı” belirtiliyor. Ve hatta AKP iktidarının ve Türkiye’nin sarih ve sahih bir röntgeni çekiliyor. “Bir zamanlar bölgede demokrasi ve yükselen ekonomi modeli olarak görülen ülke, artık Liberal Demokrasi İndeks’ine göre batı demokrasileri yerine Çin’e daha yakın otoriter bir yönetim” olarak tanımlanıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Çin Devlet Başkanı Şi Jinping

Söz konusu makalede, çok net ve sağlam verilerle Türkiye ile Çin arasında gelişen ekonomik ilişkilere ayrıntılı bir şekilde değinilmiş. Rakamlar oldukça çarpıcı. Türkiye’nin bu kriz döneminde en güçlü ekonomik enjeksiyonu Çin’den aldığı görülüyor. Katar’dan gelen paralar Çin’den gelenler yanında gülünç kalıyor. Çinli şirketler Türkiye’de önemli paylar elde etmiş ve devletler arasında çok sayıda anlaşma imzalanmış. 2016’dan bu yana iki ülkenin sağlık ve nükleer enerji işbirliğini de içeren 10 farklı anlaşmanın imzalandığını buraya not edelim.

Makalenin özet çevirisinden alıntılar yaparak ilerleyelim.[6]

“Çin şu an Rusya’dan sonra Türkiye’nin ikinci büyük ithalat ortağı. 2016-2019 yılları arasında Çin, Türkiye’ye 3 milyar dolarlık yatırım yaptı; bir yıl içinde bu rakamı ikiye katlamayı planlıyor. Çin’den gelen nakit akışı Erdoğan için hayat kurtarıcı oldu ve kritik anlarda Cumhurbaşkanı’nın elini güçlendirdi” değerlendirmesinde bulunuluyor. Erdoğan’ın “mega projelerini Çin’in de desteklediği” ve 3. boğaz köprüsü olan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün yüzde 51’inin Ocak 2020’de Çinli bir konsorsiyum tarafından satın alındığı hatırlatması ihmal edilmiyor.

BRI projesi (Çin’in yeni ipek yolu ismi verilen Kuşak ve Yol Girişimi) sayesinde Erdoğan’ın altyapı çalışmalarına ağırlık verdiği ve iç politikada elini güçlendirdiğini yazan dergi, bu projelerde kullanılmak üzere Çin’in İhracat ve Kredi Sigorta Şirketi’nin Türkiye’nin Varlık Fonu’na 5 milyar dolar aktardığı bilgisine yer veriyor. Makalede, Türkiye’de enerji sektörünün de BRI projesi kapsamında Çin’den gelen nakit paradan yararlandığı hatırlatılıyor.

Çin hükümeti ve ordusuyla bağları sebebiyle ABD’de ulusal güvenlik tehdidi oluşturduğu kabul edilen Huawei’nin de Türkiye piyasasındaki payının 2017’den 2019’a kadar yüzde 3’ten yüzde 30’a çıktığına dikkat çekiliyor:

“Bir diğer Çin teknoloji şirketi ZTE de, 2016’da Türkiye’nin anahtar konumdaki telekomünikasyon araçları üreticisi Netaş’ın yüzde 48’ini satın aldı. Netaş, İstanbul Havalimanı’nın telekomünikasyon sistemleri ve ulusal sağlık verilerinin dijitalleşmesi gibi projeleri yürütüyor.”

Görünen o ki Çin’den ileri teknoloji ithalatı üzerinden anlaşılmış. Bunun şöyle bir bedeli olacak. Söz konusu teknoloji şirketleri ABD’nin yaptırım listelerinde yer alıyor. Sanırım dergide çıkan bu yazıyla ABD ve Batılı güçler “ne yaptığınızı biliyoruz” mesajı veriyorlar.

Makalenin, sonuç kısmındaki bir cümle oldukça dikkat çekici “İki ülke, ABD’nin hegemonyasına ve Batı’nın yarattığı kurumların oluşturduğu uluslararası düzene karşı gelme vizyonunu paylaşıyor.” Birkaç yıl önce bizi Şanghay beşlisine alsanıza lafıyla epey alay edilmişti. İşte hayat her zamanki gibi kendi planlarını işletiyor. Veriler kolay olmasa da Türkiye’nin Şanghay yönünde yol alabileceğini gösteriyor.

Bu makaleden çıkan önemli bir tespit de şudur: Çin, Türkiye ile geliştirdiği ekonomik ilişkiler sayesinde Akdeniz’e uzanma hesapları içerisinde. Köprü, yol, liman, santral yatırımlarının yanı sıra ileri teknoloji ithalatı içerisinde 5G teknolojisini de Türkiye’ye satacak mı bunu da ilerleyen zamanlarda göreceğiz.

Bu bağlamıyla Türkiye içerisinde çok şiddetli bir doğrultu mücadelesinin yeniden kızıştığını iddia edebiliriz. ABD seçimlerinin sonucuna bağlı olarak Türkiye’de yeni bir güçler dengesinin şekillenmesi oldukça güçlü bir ihtimal olarak sırasını bekliyor. Bana öyle geliyor ki ABD, Türkiye’nin stratejik öneminin artık kalmadığına dair giderek güçlenen bu eğilimi ciddiye alacak gibi. İlginç olan Trump’ın da bu fikre meyledecek olmasıdır. O yüzden Trump’ın -zayıf bir ihtimal olarak- yeniden kazanması durumunda bile bu eğilimin ABD politikasına yön vereceğini düşünüyorum. Şu anda ABD, İncirlik Üssü’nün kendilerine boşaltmayı tartışıyor. Eskiden beri Türkiye ile olan ilişkilerinde ki politikaları oluşturan -Pentagon ve NSA (Ulusal güvenlik Ajansı)- kurumları şu anda “Türkiye defterini kapatalım” görüşündeler. Zaten İsrail-Fransa ekseni de bu nedenle şekillendi. Kalıyor geriye Almanya.

Almanya faktörü

Almanya, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin kilit noktasıdır. Derler ki Alman yöneticileri ekonomik ilişkileri nedeniyle Türkiye’yi en büyük eyaletleri olarak görüyorlar. Türkiye’deki belli başlı şirketlerinin yaklaşık yüzde sekseni Almanya, Hollanda ve İtalyan şirketlerine bağlı olarak çalışıyor. Ya ortak, ya da tedarik ilişkisi içerisinde. O yüzden Almanya ekseni Türkiye’deki ekonomik krizi “iç meselesi” olarak görüyor ve politik olarak da Türkiye’yi Batı bloku ile entegre halde tutmak istiyor. Yaklaşık 70 yıldır yapılan ekonomik ve askeri ilişkilere -NATO vasıtasıyla- rağmen Türkiye’nin bir kopuşa yönelmeyeceğini düşünen kahir bir ekseriyet var. Doğrusu mantık araç ve yöntemleri bu fikrin sahiplerini destekler yönde. Ancak olup bitenler ve yavaştan biriken rakamlar sürüncemedeki bir ilişkinin “boşanmaya” yol açabileceğini gösteriyor. Çünkü ilişki ve çelişki diyalektiğinde dip akıntıların üst belirleyiciliği 20. yüzyılı karakterize etmiş binlerce pratikle maluldür.

Konuya başlarken Sevr ve Lozan laflarının bir şey ifade etmediğini söylerken bambaşka bir dünyada yaşadığımıza dayanıyordum. Ne Sevr’in ne de Lozan’ın yaşandığı bir dünya var şu anda karşımızda. Benzetme ve mukayeselerle durumları anlamamız artık imkansız bir hale gelmiş durumda. Günümüz dünyasında “paket ilişkiler” bir anlam ifade etmiyor. Yani ekonomik, siyasi, askeri, sosyal ve benzeri çeşitli alanlarda aynı ilişkiler kümesi içerisinde devinme dönemi çoktan sona erdi. Aynı anda her ilişki başlığı için farklı güçlerle bağlantılar kurmak epeyce zamandır devrede. Türkiye’nin durumunu bu komponentler üzerinden düşünmek gerekiyor.

Devlet milliyetçiliği

Daha önce bu sütunlarda “devlet milliyetçiliği” kavramı üzerinde tartışma yürütmüştük. Klasik – etnisite ve dil bağlantılı- milliyetçilik takriben 1960’larda genel olarak dünyada sona erdi. Bazı gecikenler oldu elbette. Ardından 20. yüzyılın son çeyreğinde “kültürel milliyetçilik” ihtimalinden söz edildi. ABD dış ilişkileri ile bağlantılı Samuel Huntington “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabı bunun ‘master planı’ gibiydi. Ancak ulaşım, iletişim, uzay teknolojilerindeki hızlı gelişim ve neo liberalizmin gelişim dinamikleri bu planı kısa sürede kadük bıraktı. Ancak egemenler ortaya çıkan “dayanak krizi”nin giderek şiddetlenmesi karşısında ciddi bir bocalama dönemi yaşadılar. Komplikasyona neden olan soru şuydu: Egemenler ‘neden ve neye dayalı yöneteceklerdi?’

Soğuk Savaş güçlü bir gerekçe idi. Bir Kasım gününde o da yerle bir olmuştu. Tarihin sonu denilerek ileri sürülen kapitalist enstrümanlar iki on yıl geçmeden yazarı tarafından inkar edilmişti. Dinlerle bağlantılı kültürel malzemeler dünyanın her yerinde kapitalizme öylesine tahvil edilmişlerdi ki kitleler tarafından “hepsi aynı” denilerek bir kenara itiliyorlardı. Türkiye’deki “abdestli Kapitalizm” tartışması bunun çarpıcı bir örneği. Tam bu noktada ‘devlet milliyetçiliği’ icat edildi. Buna bazı yazar ve çevreler “yeni merkantilizm” diye tanımlasalar da tanımlama oldukça sorunlu görünüyor. Çünkü hem koşullar çok farklı hem de olup bitenler. İki- üç asır önceki politikalar bugün olup bitenlerle aykırılık arz ediyor. Önceki durum esas olarak bir “Kapalı Pazar” oluşturmaktan ibaretti. Bugün böyle bir şey söz konusu bile değil. Bilakis pazarın oldukça açık olmasına özen gösteriliyor.

Doğrusu ezilenler cephesinde şu anda ciddi bir handikap yaşanmaktadır. Çoğu 20. yüzyıla ait program, politika, fikir ve uygulamaları yeni bazı fikir ve pratiklerle harmanlayarak ilerlemeye çalışıyor. Ve fakat hepsinde ciddi bir uyumsuzluk mevcut. Yeni dünyayı resmedecek, problemlerine çözümler üretecek program(lar) henüz geliştirilebilmiş değil.

Uluslararası alanda aktif, ülke içinde ise “kimsesizlerin kimsesi” olduğunu iddia eden, afet, kriz, sağlık, eğitim ve benzeri her alanda vatandaşlara ilk yardım eden ve böylece kitleler tarafından herhangi bir zarardan sakınılan ve gerçek anlamda “başımızdan eksik olmasın” denilerek her fırsatta kutlanan bir “devlet” var. Devlet, ülke, halk ve kültür kavramları rijit bir alaşım halinde devlet milliyetçiliği biçimine indirgeniyor. Yakın gelecekte bu yönde gelişecek dinamikler bugün var olan çok sayıda devleti gereksiz hale getirecek. Arta kalanlar bir güç hiyerarşisi içerisine girerek hızlı ve yıkıcı savaşlara bile meydan verebilirler. Şimdiye kadar yaşananlar soğuk savaşın yani İkinci Cihan Harbi’nin uzantılarıydı. Şimdilerde herkes şaşırmış gibi. Yeni sağın yükselişi diyorlar. Mevcut bazı tipler Hitler, Mussolini ve benzeri ile mukayese ediliyor. Aslında tek bir benzerlik göremiyorum ben. Bir emlakçı, bir bakkal, bir asker eskisi filan var karşımızda. Ortada idealist bir tek kişi yok. Her türlü ilişki ve saçmalığa açık spekülatörler var piyasada. Bugün ile yarının birbirinden oldukça uzak olduğu karakterler bunlar. Pragmatizm bu tipleri açıklamıyor. İlave ve önemli bir özellik olarak her türlü değerin değersizleştiği bir sinizme göre hareket ediyorlar. Daha bir dönem – çeyrek asır desem fazla mı olur? – biri gidip, biri gelecek. On(lar)dan kurtulduk demek ciddi bir yanılgı olur.

Ezilen güçler mi? Eh önemli bir bölümü bu “büyük güçler” dengesinde bir tarafa angaje olup ideallerinden “arınıp” sistem enstrümanlarına dönüşecek. Bazıları ciddi yenilgiler yaşayacak. Sri Lanka’da olanlar bunun bir örneğiydi. Doğrusu ezilenler cephesinde şu anda ciddi bir handikap yaşanmaktadır. Çoğu 20. yüzyıla ait program, politika, fikir ve uygulamaları yeni bazı fikir ve pratiklerle harmanlayarak ilerlemeye çalışıyor. Ve fakat hepsinde ciddi bir uyumsuzluk mevcut. Yeni dünyayı resmedecek, problemlerine çözümler üretecek program(lar) henüz geliştirilebilmiş değil. Politika ve fikirlerde fluluk burjuva ufkun sınırlarını aşamıyor. En önemlisi de özne ve strateji yokluğu arzu ve beklentilere rağmen devam ediyor. Bu böyle sürmeyecek. Elbette beklenmedik bir yerden yepyeni özneler ve stratejiler birden fışkıracak. Uyarlama çabası içinde olanlar (iktidarından en muhalefetine) müspet bir sonuç al(a)mayacaklar.

Hülasa;

Paylaşım savaşları üçüncü bin yılda da bütün şehveti ve şiddetiyle sürerken, küresel pandeminin bile bu emperyalist haydutluğu durduramadığına her gün şahitlik ediyoruz. 20. yüzyılın son döneminin karakteristik özelliği, yerkürenin paylaşım mücadelesinin yoğunlaşmasını takiben paylaşım sürecinin sonlanmadığını ve dahi 21. yüzyılın başında, yerkürenin tamamının sömürgeci güçler tarafından yeniden paylaşmak için bütün güçlerini seferber ettiği yeni sömürgeci zamanlara sirayet etti. Görüldü ki Lenin’in “savaşlar, devrimler ve krizler çağı” analizini, Rosa Luxemburg’un insanlığın “ya sosyalizm, ya barbarlık” ikilemiyle karşı karşıya olduğu tespitini tümüyle doğruladı. Faşizmin ve dünya savaşlarının neden olduğu yıkımlar, sefaletin ve işsizliğin yaygınlaşması, salgın hastalıklar, bölgesel savaşlar, soykırımlar, çevre felaketleri… Kapitalist emperyalizmin bütün bu dönemde insanlığa ödettiği faturalar olmuştur.[7] Beterini de ödetmeye devam ediyor.

Ezilenler cephesinde ise 20. yüzyılın bütün devrim ve bedelleri para ve kapitalizm durağıyla son buldular. Gidenler gitti. Kalanlar da çıkar ve geçmişe özlem yelpazesinde dalgalanıp durdular. Geçmiş yüzyılın en gecikmiş hareketi olan Kürtler de şu halde ve son tahlilde farklı bir sonuç beklememelidirler. Karamsarlık mı? Hayır. Kötümserlik mi? Hiç değil. Umutsuzluk mu? Belki mutsuzluk. Lafın kıssası; dost acı söyler ve ben yine kısa yazamadım…


*Yurttaş


[1] Murathan Mungan, Hamamname, Metis, s17
[2] http://www.rusen.org/gerasimov-doktirini-hibrit-savaslari/
[3] a.g.m
[4] a.g.m
[5] a.g.m
[6] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54186703
[7] http://trockist.net/index.php/2019/01/23/leninist-emperyalizm-teorisi/



Önceki Haber
Emre Akay’ın 'Av'ı Reykjavik'te
Sonraki Haber
Bitlis'te 24 köy ve mezradaki sokağa çıkma yasağı 27 gün sonra bitti