Ana SayfaCezaevleriBir gazetecinin tanıklığıyla açlık grevleri

Bir gazetecinin tanıklığıyla açlık grevleri


Reyhan Hacıoğlu


Bu kadar büyük ve uzun bir direniş olacağını tahmin etmemiştim açıkçası. Gerçi yakın tarihte 324 gün süren bir direniş vardı ama bir vekil, onlarca tutsak, bütün dünyanın gözü önünde… İmkânı yok kısa sürerdi.

Ama öyle olmadı. Avukatların gelmesi, dışarıda ne olduğunu bilmek, kendini öneren arkadaşları seçmek derken bir gün geç katılınmış oluyordu ama nihayetinde 17 Aralık’ta bir direnişe hazırlanıyordu koğuş ve bizler. Dışarıdaki sessizlik, “karşı” tarafın kaç zamandır tanık olunan yaklaşımı ister istemez insanı düşündürüyordu ama kimsede girmeyelim diye bir tereddüt, bir endişe yoktu. Herkes hazır ve moraller çok yüksekti. Cezaevleri ve aslında bir direniş öncesi tüm alanlar böyle bir inancı kuşanır. Haliyle çiğ köfteler, pastalar, çerezler, halaylar, skeçler ne ararsan olur öncesi eğlencesinde. Hiç kimse kimseye demiyordu elbette içindeki endişeyi ve herkes en gür sesiyle halay şarkılarına eşlik ediyordu. Sorumluluk alan arkadaşlar ise “sonu ne olursa olsun muhteşem olacağına” inandığından en mutlular da onlardı. Gece 12’de bitmek zorunda her şey cezaevinde, bilen bilir! Maksat moral bozmak ya! Ne koyar özgürlüğünü ortaya koyanın inadına 12’ye dakikalar kala direniş halayı başlatılır ve mümkün mü susturmak, ancak çaresizce izler “karşı” taraf.

Grev öncesi halayı / Çizim: Münevver Suna

Sonra günler, haftalar ve aylar geçmeye başladı. Gözümün önünde eriyordu. O az hava almaya çıksa, hemen bir koşu nöbet tutar onlar gelmeden çamaşırlarını yıkardık. Yoksa nefes nefese de kalsalar, yoldaşları da olsa, yük edinmemeyi prensip edinmişlerdi. Çünkü direnmek halden düşmek değil, direndikçe direnmekti inandıklarında. Komik şeyler de olmuyor değildi elbette. Örneğin yemek saati artık seslenilmezdi, bilinip gidilirdi, çerezli eğlenceler yapılmazdı, onların yürüyüş saati meyve konulmazdı masaya, haftalık komün eşyası ortada bırakılmazdı ve bir direnişçiye yakalanıldıysa eldeki yiyecek en uygun yere saklanırdı. Buzdolabı, çay kabı, baharat rafı! Ve inanılmaz hediye yağmuru başlar direnişçilere, ne varsa o koşullarda. Yastık yapılır, kolye yapılır, lif örülür… Battaniye bile örülür!

Velhasıl günler böyle böyle geçti. 37’nci günde avurtları çöktü önce. Gülünce ortaya çıkan gamzeleri birer çukura dönüştü gözlerimin önünde. Bir şeyin yapılmaması, bir sesin çıkmaması ve ilerleyen günler tedirgin etse de direnmek iyiydi. Lakin eriyorlardı gün gün… Bütün gün okumalar, tartışmalar ve ille de orda bulunma istemi ne geri çevriliyor ne de rahat ediliyordu. Herkesin gözbebeği olmuştu direnişçiler. Ve benim tüm herkese, eleştirilere rağmen yaptığım yemek sohbetleri. Aynı damak zevki ve tatlı düşkünü olunca bahsediyordum bazen ve sonra pişkince ‘direniş bitsin yaparım sana’lar ve uzun uzun gülmelerimiz oluyordu. Hiç birinde bir korku ve yılgınlık yoktu. Kazanım olacaktı elbet. Bunca insan yanılmış olamaz ve böyle bir direniş elbette muhteşem olacaktı.

66’ncı günde Silivri’de mahkemeleri vardı ve asıl endişe o zaman başladı. Nasıl gider, nasıl gelirdi. Ki bölgesel olsa inattı hele karşısındaki “karşı” tarafsa. Bir hafta olması gereken mahkeme üç gün sürmüş ve dönmüşlerdi. Bir tutsak gelince “dışarıdan”, avluda ses edilir “geldi” diye. Ve bir koşu etrafını sardık. Kolları, ayakları mosmordu!!! Çıplak arama, ayakkabı çıkartmaya karşı insanlık onuru için direnmişti. Ona yönelince diğer arkadaş öne atlayıp, ona gelen bana gelsin diye, o açlık grevinde deyince hedef de belli olmuştu! Ve “A Takımı” bütün inceliklerini inceldikçe incelenen bedeninde denemişti nihayetinde!!!

Çizim: Münevver Suna

Dilekçeler, suç duyuruları yapıldı elbet ama. Bir gün sonra savcı ziyarete geldi direnişçileri. Onu ve ona yapılanları görünce gözlerine bakamadı tabi! İlgileneceğim deyip çıktı ve tabi ilgilendi de “takipsizlik” vererek.

70 gün ve katılan dört kişi daha ile 80, 90, 100, 120, 140… günler ilerliyordu. Yan koğuştan başka bir direnişçi ve elbette o süreçte yaşananlar bir yazı ile dile gelmeyecek kadar bir halkın direnişi, o yüzden sadece ama sadece şu bilinsin direnmek kolay değildi lakin direnişçiler de kolay değildi ve öyle direndi 41 kilo ile greve başlayan bir direnişçi de o günlerde.

1 Mart’ta yeni bir hamle zamanıydı. Aylardır direnenlere ortak olmak, talepleri taleplerimizdir deme zamanıydı, zira kulakları yırtan bir sessizlik vardı, anneler direniyordu adları bile vardı “Beyaz Tülbentliler” ama onlara da güç verme zamanıydı. Öneriler, isimler ve elbette gazeteci olarak tanıktan ziyade ortak olmamız. Ve haliyle “uzun sürebilir”e verilen “önemli mi?” cevabı…

Gebze Cezaevi önünde açıklama yapmaya çalışırken polis tarafından itilip kakılan Beyaz Tülbentli anneler

Her görüş bir mitinge dönüşüyordu, gözlerde endişe de vardı gurur da. Aileler “dışarıdaki” sessizliği bilip geldikleri için endişe içinde ama çocuklarının kararlılığı karşısında ise saygılıydı.

Ve en zoru da vardı tabi. İlk ölüm haberinin ardından sayımdan sonra saat 5 buçukta avluda yapılan saygı duruşu ve ölümsüzlerin adlarını haykırmak. Peş peşe üç gün oldu bir ara… Ve öyle haykırırdık ki mümkün mü öldüğüne inanmak direnişçinin bu inanç karşısında!

Ortak olunan direnişte günler geçiyor, sessizlik büyüyordu. Anneler çığlık oluyor, başka vekiller katılıyor, bazı arkadaşların durumu ağırlaşıyordu. Bedenlerimiz her geçen gün hafifliyordu lakin ne korku ne endişe. Meğer ORTAK OLUNMAYAN DİRENİŞİ İZLEMEK daha yorucuymuş. Normal şartlarda açlık grevi bir direniş biçimi olsa da hep ağır gelmiştir bana, cezaevleri için evet en büyük direniş biçimidir ama “dışarıda” olan için onca olanak varken açlık grevine girmek doğru gelmiyor. Ama şu an içerde ve tam içindeydim. Öyle bir güç geliyor ki insana ve açıkçası doğru dürüst açlık grevi deneyimi olmayan ben, o kadar direnebileceğimi de bilmiyordum. Ama ilk gün baş ağrısından sonra vücut da ruhun kilitlendiği eyleme kilitleniyor ve artık yemek ya da başka bir şey önemini yitiriyor! En çok sevdiğim tatlı bile artık ilgimi çekmiyordu ta ki bir dinlenme saatinde odadaki arkadaşların verdiği tatlı tarifi ile uyanana kadar!!! Böyle şeyler de oluyordu işte.

Minder baskını (Çizim: Münevver Suna)

Zorluk mu? Revire çıkmıyordu tutsaklar, doktoru ise o altı ayda hiç görmedim!!! Normalde verilmesi gereken tuz, şeker ve çay da kavga gürültü ile alınmıştı! Koğuşun çoğu grevdeydi kalanlar ise her şeye koşturuyordu. Sabah en erken kalkıp yürüyüş yapınca haliyle tüm karşı çıkmalara rağmen ekmeği her sabah ben alıyordum görevliden. Ve bir ara şöyle bir kavgaya şahit oldum. Kalan arkadaşlar ki 10 kişilerdi, hastalar dahil olmak üzere. O gün 3 ya da 4 kişilik yemek verildi. Arkadaş kapıyı çalıp, “Bu yanlış sanırım bu bize yetmez” dedi. “Karşıdaki”, “Ben ne bileyim üstünden almadıysanız” dedi!!! Normalde ağır hem de çok ağırdır cezaevi koşulları ve yemek sorun bile edilmez, tutsaklar onca sorun içinde bunu gündeme getirmeyi zül kabul ederler! Ve dile gelmez asla o yüzden hiçbir tutsak ailesi dahi bilmez kaç kişiye kaç kişilik yemek çıktığını… Arkadaş çaldı kapıyı, “Sen bizi sizinle karıştırdın. Biz bir kaşık yemek için onurumuzu satmayız. Ölümü göze almış bir direniş alanıyız ve yemek yemeyi onlarca arkadaşımız aylardır ret ediyor. Aç kapıyı bu yemek de bizden size olsun” dedi. Ve karavana tepki olsun diye kapıya konuldu… İlaç alan hasta tutsaklar dahi bir “ah” demedi!!!

Çizim: Münevver Suna

Direniş alanları öyledir gücün yoktur merdiven inmeye ama öyle bir ruh vardır ki ne çıkar sonunda kazanmak varsa. Ama eriyordular aylardır grevde olanlar, bizden aylar öncesinden başlayanlar. Ben hala aynı tarzda kötü espri yapıyordum, ikinci gruptaki arkadaşa “Vallahi sen sporla bu kadar kilo veremezdin ha” demişliğim bile vardı!!!

Ve ölüm oruçları… Koğuşta derin bir sessizlik.

Bu yeni hamle kendi adıma çok zordu. Zira eylemler birer stratejidir de aynı zamanda ama “karşı” taraf insan öldürmeyi en iyi bilendi uzun süredir. Ve kaç kişi ölmemiş miydi? Ve ölüm orucuna girecek olanların zaten grevde olması da durumu biraz daha ciddileştiriyordu. Ve yine asıl kötü olan toplum açlık grevine ki ayları geçmişti alışmıştı, eğer ölüm orucuna da alışırsa tepki vermek zor olur ve buna alışmak, tepki vermemek asıl ölüm olurdu…

Elbette yine bir halay tutuldu ama bu kez göz göze gelmedi kimse, birine dahi bir şey olmasın denirken bugün yeni bir grup geride kalanlar için daha büyük bir hamle yapıyordu. Direnmek, yoldaşlık, eylem, inanmak buydu ama ağır yanları da buydu işte…

Giremedim halaya! Günler geçiyordu yine ve her gün artık sen kendini değil senin için hamle yapanı düşünüyordun. Ve onlardan biriyle kalıyordum yine. İlk grupta olan arkadaş için üst ranza aşağıya indirilmişti gücü yoktur çıkmak için diye, sonra o yana alındı ölüm orucunda olan kalsın diye bu kez değişiklik yapıldı… Böyle böyle gidiyordu. Moraller korkunç değildi yoksa girilmezdi böyle bir yola ama sessizlik vardı ve korkunç olan oydu. Nasıl yer yerinden oynamaz, dünya görmez, kıyamet kopmazdı bu yaşananlara…

Çizim: Münevver Suna

Sonra, günler sonra ilk mesaj geldi. O an, işte o an dünyalara değerdi. Temsilci olan arkadaş avukattan dönmüş iki koğuş, biri koridora diğeri avluya dizilmiş, ölüm orucunda olan arkadaş masaya çıkmış nefesi kesile kesile anlatıyordu… Söylenen cümleler soluksuz dinleniyor, bir süre sonra yaşlar boşalıyordu. Ve herkes birbirine sarılıyordu. Bu direnişin ayak sesleriydi, sona geliniyordu ve muazzam bir direniş tarih yazıyordu.

Her gün tansiyona gelen ve “karşı” tarafta olan sağlıkçılar dahi o kadar kötü yaklaşırken, gardiyanlar bizi her gördüğünde yemekten bahsederken, o durumda dahi, kış ortasında ısınalım diye plastik sandalyelere konulan minderler dahi toplanırken ve grevde korkunç bir baskın yenmişken, dokuz ölüm yaşanmışken, birçok arkadaşın sağlığı kötü iken, her şeye ve herkese rağmen “Çok acılar çektiniz değil mi?” cümlesi bir direnişin anatomisi gibiydi o an. Evet, çok acılar çekilip çok bedeller ödenmişti ama duyulmak istenen ses duyulmuştu…

Çizim: Münevver Suna

Bir gazeteci olarak o sürece ortak olmak, tanık olmak çok şey kattı kendi adıma da elbette. O direnişin sesi olmak için ortak olmuştuk bizler de. Ve bugün yine yeniden “karşı” tarafın alışık olduğu bir yöntemle, bir halkın irade olarak kabul ettiği insana insanlık suçu olan tecrit devam ediyor ve yine tutsaklar ses olmak için bedenlerini ortaya koyuyor. Ve duydum ki ilk direnenler ise koğuşun en küçüğü ve hasta tutsağı olmuş! Belli ki dönüşümlü diye kabul edilmiş bu talep. Ama böyle bir iradeye karşı insan daha çok ses olmak istiyor.

Ve o günlerde de, bugün de olan asıl öldürücü sessizlik. Bir tutsak hayatına son vermeden “Siz sesimizi duyuramadınız ama ben yapacağım” demişti ailesine. Kuşkusuz oldu da.

Bu ağır tecride karşı çıkmak için Kürt olmaya gerek yok ve hatta sosyalist olmaya da, insan olanın kabul etmemesi gereken bir uygulamadır tecrit. Yine muhalif olan gazetecilerin durum ağırlaşmadan toplumun dikkatini buna çekmesi lazım ki geç olmasın. Yine siyasilerin açlığa ortak değil, ses olması lazım ki sonuç alınsın. Ve biz ve herkes bir tutsağın başı dahi o korkunç koşullarda ağrımasın diye hele bu salgın koşullarında SES OLMAMIZ LAZIM.

Ben Reyhan. Reyhan Hacıoğlu. Ortadoğu’nun kadim halklarından Kürt halkının muhalif bir gazetecisiyim. Size gazeteciliğin suç kabul edildiği bir ülkede, bir direnişin tam ortasından yazdım.




Önceki Haber
Camekân
Sonraki Haber
Charlie Hebdo davası: Baş sanıklardan Ali Rıza Polat'a 30 yıl hapis