Ana SayfaManşetÖzgürlük arzusu ve umut ilkesi

Özgürlük arzusu ve umut ilkesi


Mehmet Nuri Özdemir*


Günümüzün insanı “yeniden” büyük bir özgürlük sorunu ile karşı karşıya. Özenle inşa ettiği hapishanede tecrit altında yaşıyor; özgür düşünemiyor, sağlıklı beslenemiyor, temiz suya erişemiyor, boş zaman bulamıyor ve sürekli bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya kalıyor. Batı modernitesinin “evrenselci-ilerlemeci” iddiasına göre ileriye doğru gidildikçe daha müreffeh bir hayatın olacağı vaadi çoktan duvara tosladı. Tüm dünyayı her gün daha fazla “huzursuz” eden uygarlık, insanları “mutsuz ve öngörüsüz” bireyler haline getiriyor. Bütün yaşam, politikanın ve iktisadın paletleri arasında eziliyor ve insan yine de politika ve iktisattan çözüm beklemek zorunda bırakılıyor. Değiştirecek gücü kendinde bulamayınca uysallaşıyor, dayatılan her şeye uyum gösteriyor.

Antik dönemde kölelerin bir sahibi vardı ve her köle sadece o efendiye, yani sahibine hizmet etmek zorundaydı. Günümüzün insanının aynı anda sayısız efendiye itaat ettiğini görmek çok zor değil. İnsanların siyasi, iktisadi ve dini ilişkilerini düşündüğümüzde; buna aile ve çalışma yaşamını, devlet-hukuk ilişkilerini ve bu ilişkilerin dayattığı rolleri de eklediğimizde sadece emeğiyle değil bedenen ve ruhen de itaatin nesnesi haline geldiğine tanıklık ediyoruz. Çağımızın insanına dayatılan tahakkümcü ve hiyerarşik ilişki ağı antik dönemdeki kölelik hukukunun makyajlanıp genişletilmesi gibi. Özgür değiliz ve “özgürlük” dediğimiz şey bir illüzyona dönüştü.

Her anı yönetmek için binlerce kural, kanun, yasa, tüzük, sınır, görev ve sorumluluğa tabi tutulan insan, gerçekte birçok efendiye sistematik bir şekilde itaat ettiğine kendisini inandıramıyor ve bu durumu gururuna yediremiyor. Çünkü varlıkların en kibirlisidir O. Bu yüzleşmeyi yaşayamadığı için her şeye anında çözüm bulmak isteyen, tahammülsüz, sabırsız, yüzeysel, kof bir varlığa dönüşüyor. Ne yaparsa yapsın bir türlü mutlu olamayan çağımız insanı, adım adım yaşamın anlamını ve büyüsünü yitirerek depresif hale geliyor. Yaşadığı sendrom tıbbi bir vaka değil, kader ya da keder de değil. Çünkü çağımız insanı inançsallığını ya da duygusallığını çoktan yitirmiş.

Şüphesiz kendiliğinden gelişen, absürt ve ne idüğü belirsiz bir durumdan bahsetmiyoruz. Tabii ki de sosyal, siyasal ve iktisadi mühendislik projeleriyle insanlar bu hale getirildi. Böylesi bir tablonun içinde yaşayan insanların karamsar olması, özgürlükten neredeyse hiç bahsetmemesi, umudu içi boş bir vaatmiş gibi düşünmesi, hatta hayal kırıklığından dolayı umudun adını bile ağzına almaması işin doğası haline geliyor. Zira nihai olarak istenilen tam da budur.

Peki bu durumda insanın yeniden özgürlük ve umut ile bağı nasıl kurulabilir? Umut sadece bazı anlar için mi vardır yoksa tüm zamanların bir parçası mıydı? Bunu belirleyen koşulları bilmek mümkün müdür? Bu soruların kökenine indiğimizde umudun gündelik-anlık-konjonktürel olan bir hissiyat olmadığı, belli bir amaç ile iç içe değerlendirilmesi gerektiği, bir tarihsel arka plana sahip olduğu, bir felsefeye ve çoğu zaman da umudun daha anlamlı halleri için ideolojik ve politik temellendirmelere ihtiyaç duyduğu, umudun sanıldığı gibi “sıradan” bir kavram olmadığı ve birçok kavram gibi batı rasyonalitesi tarafından çarpıtıldığı ve içinin boşaltıldığını görmüş oluruz. Onun için John Holloway, umut etmekten vazgeçmenin basit bir tercih olmadığını söylüyor. Umut etmenin de basit bir tercih olmadığını biz ekleyelim. Eğer öyleyse o zaman umut etmeyi bir sorumluluk, umuttan vazgeçmemeyi bir direniş olarak düşünmek gerekir.

Doğal ve beşeri “koşullar“ insan yaşamını başından beri etkiliyor. Mağarada doğan bir çocuğun yaşamı ile modern kentlerin şatafatlı gettolarında yetişen ve tüm ihtiyaçları anında karşılanan bir çocuğun yaşamı aynı olamaz. Çünkü her ikisinin koşulları birbirinden çok farklıdır. O zaman koşulları belirleyen nedir ve kimler koşulları belirler? Battığımızda insanlar ya kendi iradeleriyle koşulları belirliyor ya da iradenin dışında gelişen koşullara “uymak” zorunda kalıyor. Bu durumda koşulları yapan ve o koşulların kölesi haline gelen insanın umutlu ve özgür olması mümkün mü? Koşulların kölesi haline gelen kişi, koşulları yapabilecek özne olabileceğini idrak ettiği andan itibaren koşulların kölesi olmaktan uzaklaşıp birçok şeyi değiştirebilen konuma gelebilir. Zira ilk insanlar dünyayı değiştirdiklerini hissettikçe muhtemelen kendilerini daha özgür hissettiler.

Fakat bazı insanlar için bir şeyleri geç idrak etmenin bedelleri ağır olmuştur. Mesela köleler asırlarca “köle olduklarını bilmedikleri için” köleliği doğal bir durum gibi görüyor ve doğuştan gelen bir alt statü olduğuna inanıyorlardı. Geleceğe ve geleceği değiştirmeye dönük bir arzuları yoktu. Çünkü köleliğin bir “kader” olduğuna inanmışlardı. Kaderin değişmeyen bir olgu olması, insanlık tarihinin en büyük utancı olan köleliğin değişmesine yönelik umut kırıntısının oluşumuna müsaade etmiyordu.

Köleye kaderin ‘değişmez bir olgu’ olduğuna inandıran şey onun zihniydi; ve bu zihnin çalışma biçimine egemen tarafından el konulmuştu. Kölenin yaşamı, zihinsel gücünün iptal edilmesi ve kas gücünün aktive edilmesiyle efendinin sistematize ettiği bir forma uyarlanmıştı; aslında yapılan şey bir mühendislikti, yapaydı ve kader değildi. Köleler, böyle bir formun içinde muhtemelen gündelik yaşamın basit gerilimlerinin kendilerine sunduğu olanaklar kadar umutlu olabilirdi. Umut budanmıştı, dahası umut yoktu ve köleler olmayan bir şeyi nasıl isteyebilirdi ki?

Ne umutla ne de gelecekle bağlantıları olmadığı için herhangi bir “ütopya”ya da dahil olamazlardı. Mesela Antik Yunan demokrasinin ya da Roma hukukunun sınırlarını çizdiği rejimlerin “yurttaşı” olamamışlardı. Efendisine daha iyi itaat etmek, zamanında yemeğini yiyebilmek ve barınabilmek kölelerin gündelik pratikleri olup bu pratiklerle yaşamını sürdürürlerdi. Bütün hayatın amacı sadece “gündelik yaşam” ile sınırlandırılmıştı. Tıpkı günümüzün insanlarının büyük bir çoğunluğunun tüm yaşamını gündelik olarak yaşıyor olması gibi; yarına dair bir öngörüye sahip olmaması, bunu dert etmemesi, neredeyse tüm hayatının başkaları tarafından devasa mühendislik projeleriyle planlanması ve onun da uysal bir şekilde bu planlara üst düzey bir performansla uyması gibi.

Bu “sistematik rutin” köleye yetmekteydi. Rutini bozmak aklının ucundan geçmemekteydi. Çünkü başka bir dünyanın ve özgür bir yaşamın olduğuna dair “bilince” hiç sahip olmamıştı. Özgür yaşamın kendisiyle bir ilgisi olduğunu bile düşünmüyordu. Şüphesiz bilincin gasp edilmesi sadece kölelere özgü bir durum değildi, her çağda çarpık bilincin prangalarından kurtulamayan kişiler -statüsü ve konumu ne olursa olsun- kendi çağının kölesi olmaya mahkum olmuştu zaten. Bu kişilerin hangi çağda yaşadıkları önemli değildi. Önemli olan bilincin ve bünyenin birbirinden koparılmış olması, gövdesinin üzerinde başkalarının bilinç dünyasını (yükünü) taşıyor olmasıydı. Köleler, serfler, topraksız köylüler, modern proletarya ve postmodern çağın depresif insanları sanki aynı hikayeyi yaşıyordu.

Köleler “umudu” keşfettikleri zaman “özgürlük” ile temas kurabildiler; bu temas, onları egemenlerin paradigmasal kuşatmalarından sıyrılmasına ve özgür bir dünya ile tanışmalarına vesile oldu. Kendi olabilmek ya da özgür birey olarak yaşayabilmek. Bunu düşünen her köle kendisini bir kuş kadar hafif hissetmişti. Ve elbette zamanla kimi kadınlar, kimi işçiler, köylüler ve ezilen birçok halk efendilerine meydan okuyarak özgürlüğün muhteşem arzuyla hareket etmeyi öğrendiler. Özgürlük arzusu, insanlığa içinde yaşadığı dünyanın kötü koşullarını değiştirebilme gücünü ve inancını, umut ilkesi ise bu koşulları değiştirmenin mümkün olabileceğini öğretti. O halde özgürlük ile umut birbirini tamamlayan ve insanlık tarihi boyunca iç içe gelişen metafizikler olduğunu söyleyebiliriz.

Umut ilkesi, özgürlük arzusu varsa anlamlı olabilir. Anlamı sürekli kılan koşul ise “yolda olmaktır.” Demek ki umut sırt üstü yatanların, kadercilerin, kof iyimserlerin yakınından bile geçmediği, aksine ancak bireyin acımasız ve kışkırtıcı bir sorumluluk sorgusuna girişerek, kendi olabilme, en büyük savaşı kendine açabilme ve özgür birey olabilme iradesinin sahibi olmaya başladığında ve asıl olarak harekete geçtiğinde hissedilebilen bir duygudur.

Hareket ve dinamizm ile kişi çarpık bilinçten kurtulup özgürlük arzusu ile birleştiğinde işte o zaman umut bir ilke haline gelebilir. Gerisi kaderciliktir. Statik olanın ve rutinin avuçlarında küçülmüş bir bilincin varacağı yer adım adım çürüme ve yok olmaktır. Onun için umutlu olan görebilendir; anlayan ve hayata geçirebilendir. Görmek, anlamak ve yaşamak praksisin kendisidir.

Umut, her dönemin köleliğinden kurtulabilenlerin bilincinin ve gövdesinin birleştiği rasyonel bir anın, bir bağlantının düğüm noktalarıdır. Bu anlar öyle kolay kolay oluşan anlar değildir. Biriken anlar eyleyiş aracılığıyla emek ve tarihle birleştirilir.

Özgürlük arzusunu her koşulda korumak lazım; bu arzunun yitimi umut ilkesinin tasfiyesi anlamına gelir. Onun için koşulların ürettiği yanılgılara yenilmeyenler özgürlük umudunu da kaybetmezler. Kaldı ki özgürlük arzusu asla tümden kaybolamaz; biraz kurcaladığınızda hemen bitiverir dibinizde. Özgürlük arayışını kaybedenlerin umut ilkesine sahip olması olanaklı değildir. Özgürlük mümkün, umut kaçınılmazdır…


* Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı zamanda sosyoloji eğitimi aldı. 29 Ekim 2016’da Diyarbakır Eğitim Sen yöneticisi iken 675 sayılı KHK ile öğretmenlik mesleğinden ihraç edildi. Yazıları Emek ve İnsan dergisi, Gazete Emek, Gazete Duvar ve Artı Gerçek’in forum sayfalarında yayımlandı. Halen Gazete Karınca’da yazmakta.



Önceki Haber
ABD'den Türkiye'ye çifte HDP tepkisi
Sonraki Haber
Gergerlioğlu: AYM kararını verene kadar 'demokrasi nöbeti'ndeyiz