Bir insan ağır yaralıysa, gecikmiş ilk yardım ve yanlış tedavi nedeniyle kan kaybından göz göre göre ölmekteyse, ayağa kalkarız ve hesap sorarız değil mi? Hesap sorarız, başta doktorlar olmak üzere tüm sorumlulardan ve yöneticilerden…
Peki ya bir şehir ölmekteyse, 2300 yıllık yaşına, doğunun kraliçesi olarak üst üste biriktirdiği medeniyetlere, kültürlere rağmen, güzelim Asi nehri, kekik kokulu dağları, verimli ovaları, kuş cennetiyle ve zeytinlikleri ile yuva olduğu insanlarıyla, dağ keçisiyle, kuşuyla, börtü böceğiyle, özetle nadir ekosistemiyle birlikte yok olmaktaysa… İlk günlerden itibaren kadim şehrin yalnız insanlarından değil ağacından kuşuna tüm canlılarından yükselen yardım çağrıları duyulmaksızın yanlış tedavide ısrar ediliyorsa, kanama bir türlü durdurulamıyor ya da daha doğru bir deyişle durdurulmuyorsa ne yaparsınız? Öfkenizi harlayan acınızla nasıl baş edersiniz?
Antakyalılar ve Antakya dostları dayanışarak baş ediyorlar bu büyük acıyla ve izin vermeyeceğiz çan, ezan, hazzan seslerinin kaybolmasına, “Gitmedik, buradayız!” / “Ma rihna, ninha hon!” diyerek mücadelelerini kararlılıkla, birleşe birleşe büyüterek sürdürüyor, sürdürüyoruz.
“Herkes temel insani gereksinimlerini karşılayabilecek, insan haysiyetine yakışır biçimde konut ve barınma hakkına sahiptir. Devlet bu hakların gerçekleşmesi için şehirlerin ve diğer yerleşim birimlerinin tarihi ve kültürel nitelikleri ile çevre değerlerini de esas alan bir plan çerçevesinde gerekli tedbirleri alır” diyen Anayasa’nın 36. Maddesine,
“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir” diyen Anayasa’nın 56. Maddesine,
“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir” diyen Anayasa’nın 57. Maddesine,
“Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır” diyen Anayasa’nın 63. Maddesine ve zeytinlikleri 1939 yılından bu yana koruyan Zeytin Yasasına, devletin imzacı olduğu doğa ve insan haklarını koruyan evrensel yasalara dayanarak sürdürüyoruz dayanışmamızı, hak arayışımızı ve direnişimizi.
Artık apaçık bilindiği gibi depremin en kıymetli ilk 72 saatinde gerek arama kurtarmada gerek ilk yardım uygulamalarında iktidarın her şeyi yavaşlatan, engelleyen halinin aksine şimdi enkaz kaldırma çalışmaları inanılmaz bir hızla sürdürülüyor… Molozlar geri dönüşü olmayacak sonuçlar yaratacak şekilde tozu dumana katarak şehir merkezinden uzaklaştırılıyor. TTB ve TMMOB gibi meslek odalarının, ekoloji gruplarının, bilim insanlarının ısrarlı uyarılarına rağmen enkazlar endişe verici bir hızla kaldırılarak son derece gelişigüzel bir şekilde kamyonlara yükleniyor.
Alelacele toplanan enkazlar, maske bile verilmeden çalıştırılan işçilerin ve şoförlerin sağlığı düşünülmeksizin, üzeri branda ile örtülmeksizin, yol boyunca asbest tozlarını etrafa saçarak ölüm makinalarına dönüştürülen kamyonlarla, yerleşim alanlarının ve çadır kentlerin yanı başına, meyve bahçelerine, zeytinliklere, Mileyha Kuş Cenneti dahil su havzalarına, vadilere, yol kenarlarına, tarım alanlarına dökülüyor.
Bu aceleciliğin deprem bölgesindeki dört milyon hektar tarım arazisinin bir kısmını yok edeceği, kalanları zehirleyeceği, buralarda yaşayan üç yüz bin çiftçiden sağ kalanların geçimlerini sağlamada çok zorlanacağı, üretimde yaşanacak bu büyük sıkıntının Türkiye’de ciddi bir gıda krizine yol açacağı görmezden geliniyor.
Ne yazık ki tüm bu işlemler Hafriyat ve Yıkıntı Atıkları Yönetmeliği, Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Yönetmeliği dikkate alınmadan, uygulanmadan yapılıyor… Üstelik deprem bölgelerinde bu yıkıntıların içinde yönetmeliklerde olmayan çok önemli bir farklılık var: Bu hafriyat ve inşaat yıkıntılarının içinde hala cesetleri çıkarılamayan yakınlarımız ya da onların parçalanmış vücutlarının bazı kısımları var… Geride kalan insanların acısını katmerleyen bu nobranlık ve saygısızlık yüreklerimize kazındığı gibi tarihe de geçecek elbette…
Antakya’da bunlar olurken diğer deprem bölgelerinde durum farklı mı? Ne yazık ki hayır, aynı hoyrat, aynı nobran uygulama her yerde havanın, yeraltı ve yerüstü sularının, toprağın zehirlenmesine neden oluyor. Bu aceleci ve yanlış tutum devam ederse yalnız deprem bölgesindeki kentlerde değil tüm Türkiye’de yakın zamanda toprağın ve suyun zehirlenmesi nedeniyle ciddi bir gıda krizi, akciğer ve kalp hastalıklarında artış ve ağırlaşma, ortalama on yıl içerisinde başta akciğer kanserleri olmak üzere bir kanser fırtınası yaşayacağımızı konunun uzmanları ve bilim insanları tekrar tekrar anlatıyor, uyarıyor…
Depremden etkilenen 11 ilin Türkiye tarımsal üretiminin yüzde 21’ini sağladığı ve enkazların yaratacağı toksik ortam nedeniyle göçün kalıcı hale gelerek artacağı, bunun üretimde ciddi düşüşler yaratacağı düşünülürse olası gıda krizinin boyutlarını tahmin etmek zor olmuyor.
Peki ya bu karmaşa içinde çocuklarımız ne yaşıyor, onların bu süreçten erişkinlerden çok daha fazla etkileniyor olduğu ve etkileneceği çok açık… Deprem bölgelerinde toplam çocuk nüfusunun yaklaşık beş milyon olduğu ve bu çocukların hem sağlıklı beslenemediği hem de eğitim alamadıkları düşünülürse özellikle çocukların sağlıklı beslenmesini ve eğitimlerinin bir an önce başlamasını sağlamaya yönelik bir destek ve sağlık izleme programının acilen uygulamaya geçilmesi gerekliliğini ne Sağlık Bakanlığı ne Milli Eğitim Bakanlığı dikkate alıyor.
Amacın bir an önce enkazları temizleyerek şehri TOKİ binalarının yapımına uygun büyük bir arsaya çevirmek, böylece Sur, Sulukule, Tarlabaşı, Cizre örneklerinde olduğu gibi mülksüzleştime ve insansızlaştırma ile göçe zorlamak olduğu çok açık. Antakya’nın 2300 yıllık hafızası, bin bir farklı renkliliğiyle bir arada yaşama kültürü, Antakyalıların yeniden kurulacak kentleriyle ilgili beklentileri, istekleri dikkate alınmaksızın inşa edilecek bir kent istediği kadar adı Antakya olsun Antakya olmayacaktır. Bu nedenle biz Antakyalılar kentleşme sürecinin bir parçası olmak için direniyoruz, direneceğiz…