Son yıllarda yükselen iktidar karşıtı toplumsal direnişlerin yarattığı heyecan ve bu direnişlerin neye dönüşeceği kaygısı hep at başı gitti. Ortada her biri kendi içinde tutarlı olsa da çok merkezli olmaktan kaynaklanan dağınık bir enerji vardı. Bu dağınıklığın alameti farikasının tam da dağınıklığından geldiğini savunanlar oldu ama direnişler konsolide olmazsa uzun vadede yorgunlukların oluşacağı ve nihayetinde sönümlenmenin gelebileceğini söyleyenler de az değildi.
Tüm bu fikirler üst üste yığılıyor ama bunların toplamından odaklı ve istikrarlı bir mücadele hattı oluşturulamıyordu. Saldırılar sistemselken karşı sistemi kurmak için çabalayanlar kapsayıcı ve bir o kadar da stratejik bir akıl yaratmak zorundaydı. Güçlü bir öncülük, radikal demokrasinin örgütlendirilmesinden geçiyordu. Ve ancak böylesi bir mücadele varsa bürokrasi karşıtı o kurumsallaşma oluşabilirdi. Ama demokrasiyi işletmek hele de radikal demokrasiyle mevcuda müdahale etmek öyle kolay değildi.
İçimizi delip geçmek isteyenlerin tüm aygıtları elinde tutmasının dezavantajlarından bahsetmiyorum. Çünkü bu durum zaten 3. Yolu savunanların 3. Yolu inşa etmeye girişmesinin temel gerekçelerindendi. Tahakküm ve tekelleşmeye karşı yataylık, çeşitlilik, radikal demokrasi, taviz verilemezlerdendi.
Aslında seçim sürecinde de bir çeşit demokrasinin işletildiği açıktı. Ama seçim sonucu, sürecin yataylık ve doğrudanlık açısından taşıdığı eksiklik sebebiyle söz konusu demokrasinin kimin-hangi ekolün demokrasisi olduğunu tam olarak anlayamadığımız karmaşayı beraberinde getirdi. Şu ise çok netti; hareketlerin etkili örgütlenmeler yaratamadığı yerde, adı HDP bile olsa siyasi partilerden mucizeler beklenemezdi. Kurtuluş, toplumun örgütlenmesinden geçiyordu ve bu da hareketlerin sorumluluğundaydı.
Henüz hareket formu kazanmamış ideolojik gruplarla, platformlarla ya da siyasi partilerle ittifaklar geliştirmek, meselenin ustalık isteyen bir kısmıyken ustalığın diğer kısmı bu kadar köklü bir hareketin kendini hiçbir odağına halel getirmeden sürdürmesi gerektiğindeydi. Genişlemek ne kendini eritmekti ne de yaşanan sonuçların tetiklediği milliyetçilik karşısında kendinden fazla emin olmaktı.
Pratikte ise kimilerinin günü geldiğinde piyasaya sürmek için hazırda tuttuğu o kadar çok fikir-hedef varmış ki seçim sonucuyla beraber ortalık asıp kesenlerden geçilmez oldu. Bu çevreler eliyle hepimize örtülü bir şekilde, seküler milliyetçilik, sine-i millet vs. dayatılmaya başladı. Moral bozukluğu, çaresizliğe kapılmak ya da işini yarıda bırakmak başka bir dert olarak dertlere eklendi. Ama Kürtlerin çözümlemesi dün olduğu gibi bugün de netti. Hangi aşamada olduğu bir tarafa, demokratik toplum demokratik siyasetle inşa edilebilirdi ve Kürtler başından beri bunu savunuyordu.
Hem muhalif kalacak hem de diğerlerini de kendin kadar gözetecektin ama Kürtlüğünü eritmeden. Hem kadın kalacak hem de bu özgünlüğü özerkliği kalkan olarak değil değiştiren dönüştüren cayır cayır bir güç halinde avucunda tutacaktın ama uzlaşmadan ya da yakıyor demeden. Hem sosyalist kalacak hem de ekmek kavgasını ayaklar altına düşürmeyecektin ama popülist zorbalara dönüşmeden. Hem büyüyecektin hem de katılanları büyütecektin ama ilkelerinden taviz vermeden.
İyi ama ne oluyordu da bu çok kimlikli ve derin mücadele hattı toplumsallaşmakta zorlanıyordu?
Bir kere, ittifaklar dahil kendini mevcut iktidar karşısında gören çoğu kesimin Kürtlere bakışı rasyonalistti. Ele alışları, yorumla(ya)ma(ma) hali ve hatta ittifak kurma zemini Kürtleri sahip olmadıkları üzerinden görmenin ötesine geçemedi. Devleti olmayan, statüsü olmayan, haklara erişemeyen, seçilemeyen, seçilse de yönetmesi engellenen koca bir mağdur yığınıydık bu kesimler için. Ama aslında girişmeye cesaret edemedikleri devletli sistemden sahici bir kopmaydı. Kürtleri görme biçimleri de bundan besleniyordu.
Kürt özgürlük hareketinin başka yerellerde yakaladığı kurumsallaşmanın aynı düzeyde oluşmadığı, Kürt halkının seçime katılma biçiminin sadece var olma-yok olma gibi son derece anlaşılır bir kaygıyla şekillendiği kimi yerler vardı. İttifaklar buraları neden istediler, diyelim ki teklif edildi neden kabul ettiler? Ya da pozitivizmin özne-nesne ayrımına meydan okumak varken mağrur bir tavırla “kendi yapabileceklerini görmek” neden her şeyin önüne geçti? Birkaç vekil için mücadele ittifakı olmaktan taviz vermeye değer miydi? İttifak denen siyasi hamle Kürt gücünün paylaşıldığı değil de bileşenin gücünü katacağı bir şekilde formüle edilse sonuç değişmez miydi?
Peki ya şu milliyetçilik dayatması? Kendi kendini, batının oryantalist aklıyla ele alma bugüne kadar kime ne kazandırdı ki? Bu aklın getireceği yer, en hafif ifadeyle bir ulus olarak Kürtlüğü tiranlaştırmak olacaktı. Çünkü ulus devlet denen bela, düpedüz iktidarın uluslaşmasıydı. Kapitalist tekel, krizleri çözme adına en kolay yol olarak ulusu oluşturan etkenlerin hepsini, siyaset, ekonomi, din, hukuk, sanat, spor, diplomasi, yurtseverlik gibi olguların tümünü aşırı uluslaştırarak kurumsallaştırır; böylelikle iktidarlaşmamış tek bir toplum öğesi bırakmazdı. Kürtlerin dili, kültürü, sanatı, siyaseti derinliğinden koparılarak gücün kaba bir nesnesine dönüşecekse bunca direnişin ne anlamı kalacaktı? Yarın öbür gün sınırına namus diyebilecek bir yönetim benim hayalim değildi.
Halbuki halkların demokratik birlikteliğini savunanlar bir an olsun Kürt kimliğinden vazgeçmedi. Zaten ezilirken payına düşenin farkında olanlar kurtuluş için de yapılması gerekeni yaptı, çekirdek oylarıyla yine sandıktalardı. Bunu yapanları her koşulda oy verecekler olarak görmek ise akıl tutulmasıydı; bu kitle ideolojik bağlılığını, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü çizgiye olan inancını “mevcut siyasi ortama” bağlamayanlardan oluşuyordu. Cezaevlerinin, kayıpların, diline, kültürüne, inancına dönük saldırıların yani devletin ne olduğunu sahiden bilenlerden oluşuyordu.
Bu anlayışın Türkiye toplumunda ne kadar örgütlendiği ne kadar toplumla buluştuğu ise elbette sadece Kürtlerin derdi olmamalıydı. Kredilerini ödeyebilmek için maaşlara bağımlı kılınanlar sadece Kürtler değildi. Tepelerine dikilen, onları dünyadan koruyacakları öğretilmiş erkeklere bağımlı kılınan ve bizzat o erkekler tarafından kırımdan geçirilenler de Kürt kadınlardan ibaret değildi. Ya emek vermeden zengin olabilecekleri zeminlerde ya da gerontokrasinin ediminde tutulan gençlerin tamamı da Kürtlerden oluşmuyordu. Sadece Kürt’ün sanatı, sanatçısı yok edilme, ucube bir şeye dönüştürülme eşiğinde değildi. Doğayı yok eden madenlerin, santrallerin işçileri çoğunlukla Kürt olsa da işçilik çok ulusluydu ve hepsi akşam eve ekmek götürmek zorundaydı.
Şüphesiz itiraz edemezken de herkesin haklı bir gerekçesi vardı. O kadar haklıydık ki devletin pekâlâ bir sapma olabileceğini, tüm bunları tam da devletli akla adapte olduğumuz için yaşadığımızı düşünmeye bir türlü sıra gelmiyordu. Çünkü başlarken kendini muhalefet olarak kuran ama günün sonunda merkezileşen yönetimler teorik, ideolojik, politik açıdan ne kadar güçlü olursa olsun taban hücre hücre bu hakimiyeti taşımıyorsa nafileydi.
Marifet gücün toplumun tamamına dağılacağı demokratik siyaseti yaratmaktı. Saldırılar devam etse de avuçlarda alev topuyla mücadeleyi sürdürmek dışında yol yoktu. Kurtulmak isteyenler buzdan da olsalar eriyemezlerdi. Yarıda bırakamaz, küsemez, terk edemezlerdi. Hele toplumu suçlamak en büyük günahtı. Ama Türkiye toplumu inanılmaz bir pasifleştirme, Kürdistan toplumu ise yakıcı bir özel iç savaştayken her halükârda ders verilmesi gereken tek adam rejimi olmak zorundaydı.
Zaten Cumhuriyet’in 100. yılı olacak 2023 yılının bu hegemonya altında karşılanacağı, yeni bir öngörü de değildi. Mevcut iktidar partisi, devletin yeni bir tasarımla hegemon haline getirilmesi projesiydi ve tuttu. Bildiğimiz beyaz faşizm yerini ılımlı İslam’ın temsiliymiş gibi servis edilen ve kapitalizmle son derece barışık bu yeşil tasarıma bıraktı. 12 Eylül darbesi ile başlayan ve 93’te devlet içi tasfiyeyle yerleşikleşen bu sistem 2023’te artık yaşanamaz bir ülke oluşturdu. Türkiye, toprağın içindekiler, altındakiler ve üstündekilerle artık erkek egemen ve kapitalist karakterli, ulus ötesi sermayedarların resmi bir sömürgesi haline getirildi.
Bu seçim ise yeşilin yerine tekrar beyazı getirmeden itiraz etme seçimiydi. Bu seçimde itiraz edilmesi gereken hâlâ tam olarak bu. Desteklenen de beyaz olmaktan ve 100 yıllık cumhuriyet aklından boşanmak zorunda. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt illerinde karşılaştığı ve normalde hayalini bile kuramayacağı tablo, bu talebin deklarasyonuydu, bunu görmek zorunda. Cumhuriyeti, ikinci yüzyılında demokratik cumhuriyet anlayışıyla örmeye cesaret etmek zorunda. Onu bu çizgiye çekmek de iktidar karşıtı toplumsal direnişlerin sorumluluğunda. Sadece Kürtlerin değil “ve” Kürtlerin sorumluluğunda.
Ruşen Seydaoğlu kimdir?
Avukat. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitiminin ardından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde İnsan Hakları Hukuku alanında yüksek lisans yaptı. Selis Kadın Derneği’nde ve Demokratik Toplum Kongresi’nin hukuk çalışmalarında yer aldı. Jineolojî Dergisi yayın kurulu üyesi. Kadınların ve Kürtlerin statü ve hukuk mücadelesine ilişkin çalışıyor, yazılar yazıyor.