“Yeni Yüzyılında Cumhuriyet” başlığı farklı siyasi hareketlerin, partilerin gelecek tartışmasında önemli bir dönemeç halini almıştı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) “Türkiye Yüzyılı” sloganıyla duyurduğu projeler ve “başarı hikayesi” ile “Türklük” vurgusuna atıf yapıp 2071’i hedef olarak koydu. Bu sayede uzun süredir uç veren diskuru ete kemiğe büründürdü. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ise “Yeni Yüzyıl Belgesi” ile geleceğe dair kurgusunu paylaştı. Cumhur ve Millet ittifaklarının ana omurgasını oluşturan bu partilerin “Yeni Yüzyılında Cumhuriyet” değerlendirmesini belirli kalıplar içinde yaptığını bu vesileyle görmüş olduk. Dönüştürücü bir niyetin emarelerine ise pek rastlamadık. AKP, bol hamaset içeren belgesinde tarihi kendinden başlatıp bunu kutsayarak gelecek tahayyülü yaratmayı hedeflerken CHP, daha iktisadi bir belge ile “cumhuriyetin kazanımları” üzerinden son 20 yılın tahribatlarını gidermeyi hedeflemiş görünüyor. İki tutum açısından da bu dönemecin bir retorik olarak kullanıldığı da bu şekilde anlaşılmış oldu. Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenleri ise “Demokratik Cumhuriyet” vurgusuyla ve yayınladıkları belge ile kurucu bir iradenin oluşmasına işaret etti. Halklar, toplumsal kesimler açısından ayrımcılık dilinin nasıl oluştuğuna ve yapılması gerekenlere dair yol haritası tartışmalarını yürüttü. Karşılığında ‘üçüncü yol’ olarak tanımladığı hattın direklerini çakmış oldu. Ancak Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçim dinamikleri, ittifak ve aday tartışmaları gürültüsünde seçim sonrasına bu bakiyeyi ne kadar taşıyacağını şimdiden kestirmek zor görünüyor. Peki “Cumhuriyetin kaybettirdikleri” paradoksu hâlâ içimizi kemiriyorken geleceğe umutla bakmak mümkün mü? Anadili kullanımı üzerinden değerlendirelim. Ama öncesinde kavramları ortaklaştıralım.
Gramsci, hegemonya kavramının sınırlarını, sınıfsal temeli ve altyapısal olguları kabul edip, buna kültürel, ahlaki ve politik işlevleri de ekleyerek genişletir. Genel bir tanımla hegemonya, “toplumun tüm kültürel, ideolojik ve inanç sistemlerinin içine yayabilmeyi ve eklemleyebilmeyi başardığı kendi öğretilerinin (ideolojisinin), halkın geneli tarafından geçerli, doğru ve haklı kabul edilmesi ve böylece herkes tarafından paylaşılan ortak bir kavrayışa yani ortak duyuya dönüşmesi” olarak düşünülebilir. Kişisel düşünce ve fikirlerin toplumsal araçlar yardımıyla, rızaya dayalı bir biçimde şekillendirilmesi olgusudur. Üstyapının önemine vurgu yapan Gramsci, hegemonyayı ekonomik olmanın yanında kültürel bir egemenlik olarak da kavrar. Kültürel egemenlik için ise “konuşma dili-anadili” kullanımının ayrı bir yeri vardır.
Kanada Montreal Üniversitesi’nden Dr. Tevfik Bayram ve Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı’ndan Dr. Sibel Sakarya’nın, Türkiye’de Türkçe bilmeyen Kürtlerin sağlık hizmetlerine erişim sorunlarını araştıran çalışmaları 7 Ocak Cumartesi günü International Journal for Equity in Health dergisinde yayınlandı. Uzun zamandır konuşmadığımız, unuttuğumuz bir konu yeniden gündeme geldi. Şırnak’ta Türkçe bilmeyen ve Kürtçe konuşan 12 katılımcı ile yapılan görüşmelerin değerlendirildiği çalışmada sağlık hizmetlerinde erişime dil engelinin boyutları yeniden ortaya kondu. Makalede ve sonraki yorumlarda “içselleştirilmiş baskı” olarak ifade edilen regresif davranış biçimi dikkat çekici görünüyor. Gazete Duvar’a verdiği mülakatta Tevfik Bayram “içselleştirilmiş baskı”yı şu şekilde açıklıyor, “Dil sadece bir iletişim aracı değil, aslında sosyal statünün de bir göstergesi. Kürtler iletişimsizlik dışında da Kürtçe dilinin sosyal imajı nedeniyle ‘içselleştirilmiş baskı’ yaşıyorlar. İçselleştirilmiş baskının en önemli özelliği, baskı altındaki kişilerin veya düşük sosyal statüdeki kişilerin kendilerini sisteme uygun görmedikleri ve sistemi değiştirmek yerine kendilerinin değişmesi gerektiğine inanmalarıdır. Zira araştırmanın katılımcıları ‘keşke hizmetler kendi dilimde olsaydı’ yerine ‘keşke Türkçe bilseydim’ şeklinde cevap verdiler.”
İçselleştirilmiş baskının bu haliyle “rıza üretmenin” temel itkilerinden biri olduğunu söylemek mümkün görünüyor. Otorite, 100 yıllık araçlarıyla hegemonyasını tesis etmek için çalışmaya devam ediyor. Sonuç kısmında, “etnik/dilsel topluluklara yönelik sağlık hizmetlerine erişimde ana dille bağlantılı engeller, iletişim noksanlığının ötesine geçiyor ve uzun süreli siyasi baskı ve bunun içselleştirilmesiyle birlikte daha karmaşık bir hal alıyor” deniyor. Araştırmacılar, en üst düzeyden en alt kademeye dek sağlık hizmetleri sunumunda insan hakları temelli bir politika değişimi önerirken, sağlık hizmetine başvuranların da topluluk düzeyinde güçlendirilmesi ve bilinçlendirilmesini öneriyorlar.
Kürt siyasallaşmasının hızlandığı 1990’lı yıllarda sağlık çalışanlarının anadilinde sağlık taleplerini daha net ifade ettiğini biliyoruz. Kürtçenin kullanımı üzerinde yasakların ortadan kalkması ile primitif taleplerin yerini daha inceltilmiş ve günlük yaşam sorunlarıyla daha iç içe talepler aldı. Konu politik olmaktan daha fazla hayatın kendisine doğru kök saldı. Kürtçe sağlık hizmetleri nasıl olur, nasıl yapılır konusu üzerine kafa yorar ve talepte bulunurken 2000’li yılların başında Kürt siyasal hareketinin “kentimizi de kendimizi de biz yöneteceğiz” diyerek yerel yönetimleri aldığı dönem başladı. Kültürel alanda dönüşüm ve üretim çelişkili olarak bu dönemde azaldı. Anadilinde sağlık talepleri bilim çevreleri, sağlık meslek örgütleri ve siyasal yapılar tarafından istikrarlı biçimde bir politik talebe dönüşmedi. Anadilinde eğitim için 2001 yılında yapılan üniversite boykotu, Kürtçe özel kursların önünü açmış, sonraki yıllarda ara ara yapılan okul boykotları ise iktidarın agresyonunu tetikleyecek bir etki yaratmıştı. Akademik bazı çıktıları olan bu politik aksiyonlar toplamda anadilinde sağlık ve eğitim konularında siyasal ortamı etkileyecek düzeyde somutlaşmadı. Genel demokrasi mücadelesinin önündeki engellerin kalkmasını sağlamak yöntem olarak benimsendi. Foucault’nun önerdiği biçimiyle heterotopik mücadele çabası, anadilinin sağlık ve eğitimde kullanımı için gösterilemedi.
Cumhur ve Millet ittifakı bloklarının “tehlikenin farkında mısınız?” önermesi ile HDP’yi kriminalize etmeye çalışan tavrının basit bir siyasal çaba olmadığını söylemeye bile gerek yok. Ama tam olarak neyi ifade ettiğini de tekrar hatırlamak gerekiyor. Konu siyasi ikbal meselesinin dışında bir hegemonya meselesi. Tam da Gramsci’nin bahsettiği biçimiyle bir egemenlik savaşı. Egemenler açısından, makbul vatandaş tanımı dışında olanların kodları üzerine yeni yüzyılda cumhuriyeti kurtarma çabası. Basit bir otoriterlik önermesi de değil. Faşizme içkin uzantılarını, dönemin ruhuna ve araçlarına uyumlu hale getiren devlet organizasyonunu tesis etmek ya da devamını sağlamak için yüz metre koşusu…!
Cegerğun Polat kimdir?
Kardiyoloji uzmanı, Dr. Öğretim Üyesi. Çukurova ve Ankara Üniversitesi’nde eğitim aldı. İstanbul’da özel bir hastanede çalışıyor. TTB’nin çeşitli kademelerinde toplum sağlığı mücadelesini uzun yıllardır sürdürüyor. Demokratik eğitim pratiklerinin geliştirilmesi için çalışmalar yapıyor. İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi.