“… devlet, despotun kafasından kulların kalbine ve yasadan kurtulan ya da serbestleşen fiziksel sistemin bütününe geçen arzudur”
[Deleuze]
Çok değil kısa süre önce topyekûn eve kapatıldık, aylarca evden çıkamadık. Şimdi ise eve giremiyoruz. Bu iki zıt durum boyunca tartışılan ortak konulardan biri, yaşananlar boyunca devletin yaptıkları ve yapmadıklarıydı.
Dün bir maske dağıtmaktan aciz olan kurumsallık, bugün de bir çadır, hijyen malzemesi veremiyor ve lavabo kuramıyor. Haliyle yerin altından ve üstünden devlet yok nidaları yükseliyor.
6 Şubat Maraş merkezli depremin kış ortası yarattığı yıkımın, Türkiye siyaset tarihini şekillendireceği açık. Her siyasal yapının söylem ve pratiğini ortaya dökmesi açısından kıymetli; fakat esas odak, Zweig’ın tasviriyle devlet denen yapının kalbine doğru zuhur ediyor.
Maraş depremi, başta yüzyıllık ulus devlet tahayyülü olmak üzere, sonra da AKP-MHP iktidarı şahsında beliren devlet illüzyonunu, iddialı gelebilir fakat açmaya çalışacağım, yerle yeksan etti. Tartışmalar güncelliğini kaybetmezken, akıllarda tek soru var: Devlet bu mu?
Soru haklı. Haklı olması yetmiyor, yeniden tartışılması gereken de bir soru.
Gerçek bir şirket kimliği ile davranan iktidar, 1999 depreminde Süleyman Demirel’in her şeyini yitirmiş insanlara “devletten değil depremden davacı olun” dediği yerde olsa da halk son derece öfkeli ve tarifi zor acılara sebebiyet veren sorumlularla yüzleşmek istiyor. Bu isteme verilen cevap çok geçmeden helalleşme oldu.
Daha önce de defalarca yaşadık fakat 11 ilin suretinde yaşananlar ve tanık olduklarımız, devleti hiç olmadığı kadar ‘gerçek yüzüyle’ teşhir etti. Son üç haftadır yaşadıklarımız, devlet-toplum ilişkisinin tam olarak hangi sınırlarda kesiştiğini ve kimin hayatının değerli olduğunu kolektif olarak imledi. Devletin iddia ettiği şeylerle bir alakası olmadığını, kendi gerçekliğinden dahi uzak olduğunu deneyimledik. Bir sonuç çıkar mı buradan? Tam emin değilim ama bazı sorular ve devlet ezberlerin yıkılması gerektiği de ortada.
Milyonların hayalini yıkan devlet gerçekten böyle bir şey mi?
Yaşam ve ölüm kantarında kendine yaşamı büken diğer herkese ölümü bırakan bir oluşum sonuç olarak. Yüzbinlere yardım etmediği gibi, giden yardımları ve dayanışmayı da engelleyen devlet için her koşulda öncelik kendisi. Kendisi kim? Bir avuç insan, bir avuç yönetici ve ideolojik aygıt.
Devlet, tarihsel bir süreç ve yaratımdır. Kavramlarını, gelişimini, total sürekliliğini ve karanlık taraflarını bu akış içinde var etti, ediyor. Tarihsel süreçler hep demokratik ya da halk eksenli değildir. Aslında burada iki temel hattı ayrıştırmak gerekiyor: Devletçi gelenek ile özgürlükçü halk geleneği.
Egemen olan, tarihi yazan devletçi gelenek ile ona karşı daima direnen bir geleneğin mücadelesi bugün de devam ediyor.
Devleti, soyut manada, açıklayan çokça bakış açısı var. Egemenlik anlayışına göre, artık ürün ve artık değer üzerinden ekonomik anlayışa göre, güç-zümreye göre konumlanan birçok yüzü var. Bir iktidar metaforu olarak her kültürel aksta farklı içeriğe sahip. Antik Yunan’da temel gereksinimleri organize eden doğal olgu ve ruh-beden birlikteliğini vurgulayan devlet tanımının köklerini başta Sümerler olmak üzere birçok uygarlığın kökeninde görmek mümkün. Aydınlanma Çağı’nın hemen öncesinde güvenlik-özgürlük ve mülkiyet üçgeninde; parçadan bütüne, doğal durumdan devletçi hale, insan doğasından toplumsal doğaya varan Hobbes, Locke, Rousseau şahsında ‘sözleşmeler’ üzerinden tartışmalara sahne oldu, son şekli ise ‘vatan, pazar, dil ve din birliği’ anlamına gelen ulus devlettir.
Devleti merkeze alan açıklamalar ile toplumu merkeze alan açıklamalar için tanımlar hakeza aynı değil. Teolojik bakış ve etki de geçmişte olduğu gibi bugün de gücünü koruyor. Popülist sağ siyasetin yükselmesi ile tekrar görünürlük kazanan C. Schmitt’in devlete dair her kavramın kökeninde dinsel dünya var demesi boşuna değildir.
Kitâb-ı Mukaddes’te geçen Leviathan isimli bir yaratıktan esinlenerek adı konulan Hobbes’ın ‘Leviathan’ adlı kitabının kapak resmi, sanırım devlet tahayyülünün en güçlü imgelerindendir.
Kapak resmi, alt kısmında maddi ve manevi güçlerini iki tarafa ayırıyor. Kilisenin yetkilerini gösteren semboller ile onun somut iktidar güçlerini ifade eden top, taç, silah gibi şeyler var.
Üst kısımda ise bir şehir, şehrin üzerinde dağ silsileleri ve o dağın ardından yarım gövde bir insan figürü bulunuyor. Ellerinde adalet ve egemenliğin sembolleri olan kılıç ve asa vardır. Bu kudretli leviathandır. Bu bedene daha yakından bakınca bedeni oluşturan her bir noktanın insan figürü olduğu görülür. Bunlar yetmez, leviathanın tepesinde Eyüp Kitabı’ndan bir söz vardır: “Non est potestas Super Terram quae Comparetur” yani “Yeryüzünde onunla kıyaslanacak hiçbir güç yoktur.”
Bu kapak fotosu özetle her şeyi, tüm imgeleriyle birleştiren bir beden, sınırları belirlenmiş bir toprak ve belki de hepsine muktedir bir aklı temsil ediyor. Bu öyle bir beden ve akıl ki, ona taparsanız her şeyi size verir, ‘erdemlerinizin parıltısı ve gururlu gözlerinizin ışıltısını’ da satın alır.
Devlet tartışmalarının vardığı nihai nokta bugün ulus devlettir. Gerçi pandemi sonrası kapitalizm bu aşamayı da kendi içinde tartışmaya açtı. Şimdilik bu farklı bir konu, girmeyeceğim…
Ulus Devlet, iddia edildiği üzere kültürel beşiğin üst noktası ve toplumların özgürlük çağı mıdır gerçekten? Yoksa Nietzsche’nin soğuk canavarların en soğuğu diye erken bir zamanda uyardığı ve sonra ‘yalan söyleyen, kendini putlaştıran, yıkıcılığı ile övünen, tuzak kurup arzularını bunun üzerine asan, çalınan dişlerle ısıran ve her şeyi ile düzmece olan organize bir kötülük’ müdür devlet?
Elbette nereden bakıldığına göre cevaplanabilecek bir soru gibi duruyor olabilir, fakat bir felaket çağı olarak toplumsallığın cendereye alındığı, birey gerçekliğinin lime lime edildiği ve kültürel soykırımın her yönü ile inşa edildiği bir güncel zaman dilimi demek mümkün. Bu güncellik, yoğun bir duygu siyaseti ile savaş ve eşitsizlik üreterek, merkez dışında kalan herkesi denetime alma savaşımı vermeye tüm gücüyle devam ediyor. Biraz daha net ifade edersek ulus devlet çağı, var olduğu son iki yüz yıl boyunca tahakkümden, disiplin ve denetlemeden, mikro ve bio-iktidar ilişkilerinden, cinsiyetçilikten, dar grupçuluktan, teklikten, homojen fikriyat ve kutuplaştırmadan beslenerek kendini var etti. Bu anlayışın reddi anlamına gelen ve uğrunda amansız bir varlık/yokluk savaşının verildiği demokratik, özgürlükçü, ekolojik tüm yerel değerler, sürekli baskıya ve sessizleştirilmeye maruz kaldı. Bu baskı bugün bildiğimiz tüm sınırları aşarak ölüm siyaseti denilen bir boyuta demir attı.
Devlet tahayyülü gerçekten toplumdan mı yana? Devlet hep toplumun bir parçası mıydı? Sürekli soran, sorguya çeken, durmadan soruşturan kaydeden, gerçeklik arayışını kurumsallaştırıp meslekileştiren, ödüllendiren, mahkûm eden, belirli bir yaşam ve nihayetinde ölüme, ölme biçimlerine zorlayan aygıt halktan yana mı tavır alır?
Yaşamsal en ufak bir gereksinimi bile karşılayamayan ve bunu talep edenlere hakaret ile karşılık verenlerden kurucu bir süreç, yataylık beklemek mantıklı mıdır? Sorular çok…
Burada iktidar, siyasal yönetim ve devlet kavramlarının tamamen ayrışması gerektiğini düşünüyorum. Fransız antropolog Pierre Clastres’in “Devlete Karşı Toplum” ve “Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu” çalışmaları kısmen cevaplar veriyor bize. Burada Clastres devlet efsanesini yıkmaya çalışır. Guayaki kabilesi, Çulupi yerlileri, Güney Amerika’da yaşayan son özgün kabile sayılan Yanomanoları inceler. Toplumun ve siyasal iktidarın devletsiz var olamayacağını öne süren geleneksel antropolojiyi tersine çevirerek, toplumun temelinin devlet değil, siyaset olduğunu ve siyasal yaşamı olmayan toplumun olmadığını ama devletsiz toplumların var olduğunu söyler… Clastres bu çalışmasında ilginç konulara veri, gözlem ve kişisel anekdotlarla girdikten sonra; yerli kabilelerin yaşamından çıkardığı şey bir modernizm ve devlet eleştirisidir. Tanımı net koyar: Toplumlar devletsiz gayet güzel yaşar. Devlet olmadan toplum olunamayacağı söylemi bir safsatadır. Durum tam tersidir…
Harold Barclay’ın “Efendisiz Halklar” kitabı da benzer bir kulvarda tezler ortaya koyar. Chris Harman “Halkların Dünya Tarihi” adlı kitabında ‘aşağıdan bir tarih’ anlatısı kurar ve devlet kavramının toplumsal davranış segmentinin %95’lik diliminde olmadığının altını çizer. Biraz daha geriden, 17. yüzyılda La Boetie’nin ‘İnsanın doğal özgürlüğünü yitirip kulluğu, köleliği arzulayacak kadar kötü bir duruma düşmesi ancak devletin ortaya çıkması ile gerçekleşir. Bölünmüş bir toplum, yani yönetenler ve yönetilenler şeklinde ikiye ayrılan her toplum zorunlu olarak bir kulluk toplumudur’ tespitini de not etmek gerekiyor. Devletin iş bölümü ile değil, fetih yoluyla doğduğunu söyleyen F. Oppenheimer, devlet dediğimiz şeyin modern bir savaş aygıtı olarak ortaya çıktığını ve bu durumun gerçekliğine göre örgütlendiğini söyleyen Charles Tilly gibi modern düşünürler de bu hatta durur. Tilly’e bir parantez açmak istiyorum. Modern devletin en iyi tanımlarından birini, onu “koruma şantajıyla haraç toplayan organize suç örgütü”ne benzetmesiyle yapar. ‘Devletler savaşları, savaşlar devletleri yapar’ der. Bundan ötürü de toplumsal hayattaki rolü toplumdan yana değildir, olamaz. Ona göre, vatandaşların kendisini koruması gereken esas tehdit devletin kendisidir. Bu çıkarımlar tam da ulus devleti tarif ediyor. Tilly’nin düşünceleri Platon’un Devlet eserinde, Thrasymachus’un devlete ilişkin ‘güçlünün kendi işine gelecek şekilde koyacağı kurallar’ dediği eksene yakındır.
Bugün hegemonik durumdaki ideoloji olan neoliberalizmin elit grubun koruyucu maskesi, ekonomik kartelin koruyucusu ve meşru şiddet tekelinin uygulayıcısı olan devleti ‘bir hizmet’ aracı olarak gösterme uğraşı takdire şayan olsa da devlet mefhumu, genel manada kişisel güvenlik, maddi refah ve ortak bir kimlik üzerinden var ediyor kendini. Fakat dünya nüfusunun büyük çoğunluğunda artan eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik ve küresel iklim tehdidi var. Demek ki devlet iddia ettiği şeylerin hiçbirini karşılayan bir yerde değil. Sahip olduğu işletim sisteminde toplumsal bünye adeta bir bug olarak tasvir edilebilir. Olası krizlerde bu küçük hataları hemen devre dışı bırakan ve tüm kurtarma faaliyetlerini egemen sınıfa veren, çıkardığı yasalarla kendini de korumaya alan bir sistem bu. Neoliberal sistem açısından devleti formüle edersek: çeşitli tekel gruplarının çekişmesidir. Seçimlerle devralınan bir şey değil, güçle, birbirlerine karşı sağlanan üstünlükle alınan bir yönetim aygıtıdır.
Devlet olgusunun ‘kutsallığına’ bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü kurnazlığın yeşerdiği çukur bu bağlamdır. Devletin yeryüzüne inen tanrı, tanrının gölgesi (zillullah), tanrının somut hali oluşuna dair geçmişin kaynağı mitolojiden başlayıp tek tanrılı dinlerden günümüze kadar varıyor. Kadim bir ideolojik anlatı bu! Bu anlatıya çok önemli biçimi veren Hegel’dir. Napolyon’la çerçevelediği ulus-devleti “tanrının yeryüzüne inmesi” biçiminde değerlendirmesi, devletin modern tarihinde bir kırılma eşiğidir. Ayrıca devleti özgürlüğün sağlandığı gerçek alan olarak belirlemesi, modernitenin tüm tahakkümcü̈ görüş ve yapılanmalarının temelini oluşturdu. Bu sayede ulus-devlet, tanrı-devletin en son aynı zamanda en tehlikeli biçimine dönüşmüştür.
Peki bugün için alternatif neler söylenebilir?
Devlet ve toplum kesişimi, devlet öncesi durum ve yaşam, az devlet çok toplum, yerinden yönetim, özgürlük ve devlet çelişkisi gibi başlıklarda uzun süredir Kürt Özgürlük Hareketi konuşuyor, tartışmalar öneriyor. Deprem sürecinde olan biten, tüm söylediklerinin somutlaşması da denilebilir.
Peki Kürt Özgürlük Hareketi neler söylüyor? Kısaca değinmekte fayda olacaktır…
Devlet, analitik zekanın bir laneti olarak, öncelikle bir zihniyettir. Her olgu, bir zihni inşaya dayanır. Bu inşayı toplumsal inşa takip eder. Devleti ‘kurumsal ve zihni akış olarak’ tanımlamak önemlidir. Bu akış geliştikçe, büyüdükçe kendi krizlerini de oluşturuyor.
Devletin hacmi, toplumun hacminden küçük olmalı. Fakat hacimsel olarak her yeri kaplaması sorundur. Kendi iş/koordinasyonu ile sınırlı kalması gerekirken bugün her yerdedir. Toplumun dört bir yanındadır, zihnimizdedir, içimizdedir, evimizdedir, ilişkilerimizdedir. Yani toplumla olan sözleşmesinin dışındadır, ihlal noktasındadır. Engels 19. yy’da ‘devletin sönümlenmesi’ gerektiğini söyler. Çünkü devlet ve öncesinde büründüğü yüzler, en eski hiyerarşik ve sınıflı toplum geleneği olarak, özgürlük ve eşitlik elde etmenin bir aracı olarak seçilemez. Kürt Özgürlük Hareketi açısından da devlet tartışmalarının başladığı nokta amaç ve araç meselesidir. Özgürlük, eşitlik ve paylaşım ilkelerini pratikte yaşanır kılacak ve yıkılmayacak araçlar bulmak mümkün müydü? Bunlar devlet ile mi sağlanırdı? Hayır. Devlet ve iktidar gibi baskı, sömürü, talan ve tekel anlamına gelen araçla hayata geçirilmek ve başarılmak istenen özgürlük, eşitlik birbirine ters. Doğru bir amaç için doğru bir araç gerekiyordu. Devletsiz, iktidarsız toplum tartışması buradan yeşerdi. Ulusal özgürlüğün ulus devlet sistemiyle gerçekleşmeyeceği tespiti yapıldı ve devlet+demokrasi tartışması doğdu. Bu tartışma devlet ve mevcut kurumsallığını kökten reddetmenin şu aşamada rasyonel olmadığını da söyler. Çözüme duyarlı devlet yaratmak gerekiyordu. Çünkü ‘devletin alternatifi’ demokrasidir. Demokrasi dışında hiçbir rejim, devleti sınırlamaz, hukuk içinde tutmaz, daraltmaz ve küçültmez. Bir devleti yıkmak, devlet kültürünü aşmak anlamına gelmez. Yerine her an yenisi kurulur veya başka biri boşluğunu doldurur. Sadece demokrasi, devletle alan paylaşır, onu sınırlayarak toplumun özgürlük alanını genişletir; el koyduğu değerleri azaltarak eşitliğe biraz daha yaklaştırabilir. Ne devletin demokrasiyi ne de demokrasinin devleti dışladığı ara noktayı tanımlamak, barış ve istikrarın esasıdır. İkisinden birinin diğerini tam inkârı, savaş demektir. Devletler idare eder, demokrasiler yönetir. Devletler iktidara, demokrasiler kolektif rızaya dayanır. Devletlerde atama, demokrasilerde seçim esastır. Devletlerde zorunluluk, demokrasilerde gönüllülük esastır.
Özce, demokrasiyi, devlet dışı toplumun kendini yönetme hali olarak tanımlayabiliriz deniyor. Demokrasi, devlet olmayan yönetim demektir, toplulukların devletsiz kendini yönetebilme gücüdür. Sanıldığının aksine insan toplumu oluştuğundan günümüze kadar, daha çok devleti değil demokrasiyi yaşamıştır. Doğal toplum gerçekliği bunu ispatlar. Belki genel bir ülke veya ulus demokrasisi durumu yoğun yaşanmamıştır, ama toplumun varoluş şekli, komünal ve demokratik pozisyonludur. Komünalite olmadan, demokratik reflekse sahip olmadan toplumun yalnız devletle yürütülmesi olanaksızdır. İkisi arasında diyalektik bir bağ vardır. Dolayısıyla toplum ile uygarlık bir araya geldiğinde temel çelişki, devlet ile demokrasi arasındadır. Birinin azı diğerinin çoğudur. Tam demokrasi, devletsizlik halidir. Tam devlet egemenliği ise, demokrasi yoksunluğudur. Buradan çıkaracağımız sonuç, demokrasi ile devlet arasındaki ilişkinin birbirini yıkma değil, aşma tarzında olduğudur.
Demokrasiyi devletin bir uzantısı, örtüsü gibi gören birçok çağdaş anlayış, son derece yanlıştır. Demokratik yönetimleri, kesinlikle devletin idari yönetimiyle karıştırmamak gerekir.
Toparlarsak;
Devlet toplumdan yana bir oluşum olmadı, olmayacak.
Doğal refleksi, görevini yerine getirmek değil, manipülasyondur.
Önceliği enkaz altında bir banka kasasıdır, insan değil.