Çalışmalar hâlâ egemen sistemin sazlık biçiminde tanımlaması üzerinden yapılmaktadır. Oysa depremle gündemimize giren Mileyha sazlıkları ve onlarcasının toplumsal kabulü bulunmasına rağmen listelerde yer almamaktadır. Bu nedenle egemen zihniyetinin kabulü yerine, değişmesi ve toplumsal olanın etkin olması gerekmektedir. Bir daha tekrar edeyim; sazlıklara dair kriterlerde güncellemeler yapılmalı ve bu bölgelere gerçekten el değmemelidir. 27 Temmuz 2018 tarihinde Yeni Yaşam gazetesi için yazdığım yazıyı aynen paylaşıyorum.
Sazlıklar; ‘sulak alanlarda yetişen bitki grupları’ şeklinde kabaca tanımlansa da ekosistemin ev sahibidir; birçok flora ve faunadan oluşur. Tüm nehir, dere ve göllerde bulunan bodur bitki örtüsüdür. Birçok anlamda önemli bir türdür. Ekosistem olarak balıklar, kurbağa, kuşlar ve onlarca sucul canlıya, yüzlerce mikroorganizmaya ev sahipliği yapar. Doğal biyolojik arıtma sistemi olup suların bir nevi kirliliğe karşı öz savunma sistemidir. Binlerce yıl insanların evsel ihtiyaçlarını karşılamış bir türdür; kilim, sepet, ev çatı örtüsü yapımında kullanılmış doğal, ucuz, ulaşılabilir bir bitki türüdür. Bataklık ve sulak alanların korunmasını amaçlayan uluslararası Ramsar Sözleşmesi ile de koruma altına alınmıştır.
1971’de İran’ın Ramsar kentinde imzalanmış bu sözleşmeye Türkiye 1994 yılında katılmıştır. Ramsar Sözleşmesi’ne bakınca sözleşmenin koruma konusunda hiçbir eksiğinin olmadığı görülüyor ama caydırıcılığı bulunmayan ya da gerçekte yürürlükte olmayan sözleşmelerden biri olduğu da ortada. En ölümcül kriteri Ramsar alanının (sözleşme ile koruma altına alınmış alanlar) sekiz hektardan büyük olması maddesidir. Sözleşme imzalandığı yıllarda endüstriyalizm bu kadar hortlamamış, kapitalizm bu denli doğayı tahrip etmemişti. Barajlar, kum ocakları, maden ve enerji sektörleri, endüstriyel tarım politikaları bu denli sulak alanlara saldırmamıştı.
Elbette bu sözleşmede de açığa çıkan nokta, doğadaki sömürüyü sürekli kılmak adına sürdürülebilirlik ilkesini desteklemek. Karamsar olmaya gerek yok tabii. Sistem nasıl yaşam alanlarımızı, doğrularımızı elimizden aldıysa bizler de onların argümanlarını onlara karşı kullanabilmeliyiz. Ramsar’ın 47 yıl önce imzalandığını düşünürsek kendini güncellemesi ve azalan bataklık ve sulak alanlara dair kriterlerde yeniliğe gitmesi, belki de bir arpa boyu yol alması gerekir. En önemli güncellemesi de arazinin metrajının değişmesidir. Bu sürede bu ölçekte saldırıya uğramamış, parçalanıp talan edilmemiş alan kalmamıştır.
Hewsel sazlıklarına değinirsek; 186 kuş türüne, Fırat Kaplumbağası gibi endemik bir türe, su samuruna ve onlarca su canlısına ev sahipliği yapar. Kısa bir hesapla kum ocaklarının işgal alanları bile 21 km güzergâhta 8 hk’dan daha büyüktür. Orman Bakanlığı en son çalışmasıyla 921 alanı daha Ramsar alanı ilan etti ama Hewsel sazlıkları göz ardı edildi.
Yıllardır Hewsel sazlıklarına aralıksız-sürekli bir saldırı var ve sermaye bu saldırılardan vazgeçecek gibi değil. En belirgin saldırılardan bahsedersek; bir üniversite düşünün ki sivrisinek oluyor diye bataklığı kurutmaya kalksın, yetmedi asırlık binlerce ağacı çalı çırpı diye kessin. Bir diğer örnekte yıllarca hafriyat sahası ilan edilerek dolgu yapılmasıyla sazlıkların bitirilmesine neden olsun, kaçak yapılara izin versin. Ahlak seviyesi değişmiyor ve bu zihniyet bugün sazlıkların çirkin göründüğünü söyleyip güzelleştirme adı altında sazlıkları yok ediyor.
Diğer taraftan suyun ticarileşmesi için barajlar yoluyla can suyu dahi bırakılmayarak sulak alanların yok edilmesine, kimyasal gübrelerin salma sulama ile nehirlere drene olması beraberinde toprak ve ağır metalleri taşıyarak sucul yaşamı tehdit etmesine, kum ocakları ile su yatağını değiştirerek turbalar dahil alanı değiştirmesine, imar politikaları ile bu alanları betonlaşmaya açarak yok edilmesine göz yumuyorlar. Temel amaç insan ve insan dışı yaşamlara ev sahipliği yapan bu alanların yasa ve yönetmeliklerle sermayeye devri ve sömürünün sürekli kılınmasıdır.
Güner Yanlıç kimdir?
Ekoloji aktivisti, yazar.