Siyasal rejimlerin ve toplumsal hareketlerin aynı anda yerel, bölgesel ve küresel ölçekte sorunlara cevap olmakta zorlandığı bir tarihsel momenti yaşıyoruz. Değişimin, dönüşümün olası olduğu ve yeniden inşanın mümkün olabileceği bir eşik. “Tarihsel bir süreçten geçiyoruz” söyleminin bu sefer şakası yok gibi görünüyor. Yersiz, zamansız ve zayıf bağlamlarla ileri sürülen tarihsel momentlerden bahsetmiyoruz. Yaşadıklarımız, zaman zaman mitolojilere kök söktürecek boyutlara varmasına rağmen herhangi bir mit yaratma peşinde değiliz. Tarihten bahsediyoruz; yani insan eliyle yazılan, yapılan ve yine insan eliyle, zihniyle ve örgütlenme tarzıyla değiştirebilen bir olguya işaret ediyoruz. Bu nedenle “sürecin tarihselliği” birçok açıdan fazlasıyla hayati. Zira sürecin tarihselliğinin çok farklı aktörler tarafından bu kadar vurgulanması boşuna değil.
Bu eşikte sistemin doğayı ve toplumu yağmalayan yönetim, üretim ve tüketim paradigması büyüyen sorunlar karşısında çözümcü veya krizi yöneten bir misyondan tamamen soyutlanmıştır. Sorumluluk sahibi iktidar özneleri yaşanan herhangi bir krizde toplumu savunmasız bırakıp sistemi koruyup kollama işini öncelemekle meşgul oluyor. İktidar öznelerinin olağanüstü durumlarda yaşadıkları sistemsel, kişisel ve ailesel tedirginlikler sayısız insanın hayatına mal olmakta, geleceğimizi tamamen cehenneme çevirmektedir. Kendini yaşatma ve kurtarma önceliği ile hareket eden dar menfaat klikleri, büyük felaketlere neden olmalarına rağmen ne iktidardan tamamen kopmakta ne de muhalefette zayıflamaktadır. Bu önemli bir sorundur. Bu sorun böyle kaldıkça sistemin doğayı, toplumu ve bireyi kemirme stratejisi sürmekte; toplumsal, ekonomik ve ekolojik krizler derinleşmektedir. Bu yeni bir şey mi? Hayır, asla değil. Süregelen sadece iktidarın tekerrürü. Çoklu iktidar biçimleri, devletli siyaset ve sermaye odaklı kent dokusu uygarlığın başından beri aynı kültürün taşıyıcısı. En son Türkiye ve Suriye’de yaşanan deprem sonrası ortaya çıkan tablo kent, devlet ve iktidar odaklı kültürün en ölümcül sonuçlarını acı bir şekilde bize göstermiştir.
Sistemin bizzat ürettiği risklerle eş zamanlı olarak toplumsal ihtiyaçların değişmesi, daha fazla özgürlük talebi, kadınların, gençlerin ve ekolojistlerin yaratıcı örgütlenme formlarıyla yaşama müdahalesi, bilinç düzeyinin yükselmesi ve bilgiye erişimin kolaylaşması sistemde büyük bir altüst oluşa neden oluyor. Alt üst oluş, değişimin ve dönüşümün en gerçekçi habercisidir. Küresel ölçekteki alt üst oluşa karşı gelişen direniş repertuarları ise bize toplumsal savunma formlarının değişmesi gerektiğini ve mevcudun artık sürdürülemez olduğunu net bir şekilde ifade ediyor. İki binli yılların başından itibaren batıda gelişen sokak gösterileri, 2010’lu yıllarla birlikte tüm Ortadoğu ülkelerine yayılan Arap Baharı, hemen akabinde başlayan Kürt Baharı ve en son İran’da Kürt kadını Mahsa Emini’nin katledilmesi ile ‘Jin Jiyan Azadi’ sloganıyla küresel bir direnişe dönüşen Kadın Baharı bu eşiğin en kalın hatlarıydı. Bu direniş hatları mevcut düzenin büyük bir çürümeyle karşı karşıya olduğunu, halkların, sınıfların ve toplulukların bu düzene boyun eğmeyeceğini gösteren tarihsel parametrelerdi. Bu parametrelere İspanya’da Podemos’un, Türkiye’de HDP’nin ve Yunanistan’da Syriza’nın yarattığı rüzgârı eklemeliyiz.
Fakat ne yazık ki ne direnenler ne de direnenlere boyun eğdirmek isteyenler yeni bir düzen inşa edebildiler. Oysa riskler büyüyor, krizler birçok hayati alana sirayet etmeye başlıyor, doğa, toplum ve bireyler büyük bir saldırı ile karşı karşıya. Yerel ölçekte baktığımızda Kürt savaşı (en az 70 bin can kaybı), salgın (101 bin can kaybı) ve deprem (50 bin üzeri can kaybı) korkunç sonuçlarıyla bunu bize net şekilde ispatladı.
Popülizm neoliberal çöküşe nefes oldu
Yukarıda bahsedilen küresel, bölgesel ve yerel ölçekte gelişen direnişler belki yeni bir sistem inşa edemedi ama kapitalizmin güncel sürümü olan neoliberal çöküşü hızlandırdı. Sistemik krizler derinleştikçe sistemi kurtarma arayışları da çoğaldı. Sağ popülizm dalgası neoliberal krize rahat bir nefes aldırdı; ikili bir görev üstlenen sağ popülizm hem krizlere karşı harekete geçen direniş dinamiklerini bastırma, hem de direniş aklını alternatif olmaktan çıkararak hakikati perdeleme projesi olarak önemli bir karşılık buldu. Toplumsal krizler karşısında gelişebilecek toplumcu akla karşı alt tabakaların örgütlenmesini engelleyebilecek, ezilen toplumların ve halkların sol ideolojilerle buluşmasının önüne geçebilecek ve sistemi yeniden konsolide edebilecek en işlevsel tuzak sağ popülizm olabilirdi. Popülizm ile Kürt meselesi gibi 19. yüzyıldan kalan tarihsel meseleler ve sınıfsal eşitsizlikler, etnik ve dinsel fay hatlarının kırılmasıyla rahatlıkla manipüle edildi, ediliyor. Irkçılık, gericilik ve etnik milliyetçilik üzerinden yeni kutuplaşma alanları üretilerek kitleler asıl hakikatten uzaklaştırılıyor, sorunlar perdelenebiliyor ve böylece dar bir elit tabaka istediği gibi iç ve dış siyasette top çevirebiliyor. Böylece sağ popülizm veya yeni faşizm toplumsal bir dalganın oluşmasının önünü alabiliyor ve kendisini sistemin asıl sahibi olarak ilan edebiliyor.
Bunun karşısına koyabileceğimiz akıl sağ popülizme karşı sol popülizm olmamalıydı. Tam aksine tabandan örgütlenen radikal demokratik programdan asla taviz verilmemeliydi. Popülizme popülizm ile yanıt vermek kişilerin etrafında örülen politik hazların ötesine geçemediği gibi bir çok toplumsal sorunun üzerini de örttü. Popülizmin en büyük tehlikesi, toplumu öz örgütlenme aklı yerine, sürekli kendine bir kurtarıcı arayan kaderci bir noktaya sürüklemesi olabilir. Toplum popülizm ile siyasallaşmaz ama çok iyi kutuplaşır. Kutuplaşma ise hiçbir soruna çözüm olamaz. Kalıcı bir siyasallaşma ancak ve ancak toplumun öz örgütlenmesi hedefiyle köylerden mahallelere, mahallelerden büyük kent merkezlerine doğru kendi ihtiyaçları temelinde, kendi sorunlarının öznesi olabilecek şekilde, yerinden ve yerelden kurulacak kolektifler, kent konseyleri yoluyla sağlanabilir. Siyasallaşma meselesi sağ popülizmin karşısına sol popülizmi koyarak başarılabilecek bir süreç değil; siyasallaşma yüz metre koşusu hiç değil, maraton koşusudur.
Yeniden inşa için
Böylesi bir süreçte Türkiye 2023 seçimlerine giriyor. Cumhuriyet, çözemediği Kürt meselesini ikinci yüzyıla taşıyor. Sınıfsal sorunlar derinleşerek devam ediyor. Şehirlerin kenar mahallerinde yaşayan milyonlarca yoksul, açlık sınırında yaşıyor. Kadınlar şiddetin olmadığı özgür ve eşit bir dünyada yaşamak istiyor. Milyonlarca genç gelecek sorunu yaşıyor. Kent sorunları, ekolojik sorunlar çözümsüz bir şekilde katmerlenerek genişliyor. Türkiye orta boy bir demokrasi ülkesi olmaktan çıkıyor. Silaha, savaşa, popülizme, kleptokrasiye aktarılan bütçe ülkeyi büyük bir krize sürükledi, sürüklemeye devam ediyor.
Tarihsel süreç tam da burada başlıyor. Kriz, seçimler ve düzen… Cumhuriyet kendini demokrasi ile güçlendirecek mi yoksa 1923’ün gerisine mi düşecek, bu çok önemli bir soru. Bu soruyu Türkiye’de kimler ne kadar sorun ediyor bilemiyoruz ancak görünen şey Türkiye’nin tarihsel bir tercihte bulunması gereken bir seçimle karşı karşıya olduğudur. Siyasal İslam’ın çeyrek yüz yıla varan pratikleri demokrasinin, ekonominin ve de sosyolojinin alt üst oluşuna neden oldu. Siyasal İslam büyük bir enkaz bırakarak bu seçimleri kaybedecek. Vaat ettikleri sözlerin hiçbirini tutmadılar. Yurttaşına depremde çadır satan AKP devletinin 2023-2053-2071 mitlerinin trajikomikliği uzun yıllar tartışılacaktır.
Bu anlamda AKP ile ilgili üretilen mitlerin sonuna geldiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle özünde bir AKP propagandası ve övgüsü olan “kazanamayacağı seçime girmezler” safsatalarını artık geride bırakmak gerekiyor. Geleceği planlamamız gerekiyor artık. Yeniden toplum olabilir miyiz, kendi sorunlarımızı çözebilir miyiz, bunları düşünmemiz lazım. Gençlere yeni gelecek sunabilir miyiz; Kürt meselesini daha fazla ölümlere ekonomik ve toplumsal kırımlara mahal vermeden siyasal ve barışçıl yollarla çözebilir miyiz; yeniden bilime sanata dönebilir miyiz; yeniden insanlarımız sokak aralarında rahatlıkla dolaşabilir mi; bombasız, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya sunabilir miyiz? Bunlara odaklanmamız gerekiyor.
Eğer tarihsel bir süreçten geçiyorsak çok güçlü tarihsel dinamiklere, planlara, hedeflere ve bu tarihselliği taşıyabilecek güçlü bir siyasi iradeye ihtiyacımız olacak. Bu nedenle muhalif dinamiklerin ortak bir gelecek için polemiklere, tuzaklara, iç rekabete mahal vermeden büyük fotoğrafa odaklanmaları gerekiyor. Herkesin büyük sorumluk hissedebileceği bir süreç yaşıyoruz çünkü. Hem içeride hem dışarıda yaşanan devasa sorunlarla karşı karşıyayız.
Bu bağlamda Kürt siyasi hareketi ve Türkiye sosyalist hareketinin önündeki tarihsel sorumluluk herkesin sorumluluğundan çok daha fazladır. Eşitlik, özgürlük ve barış temelinde demokratik bir inşanın anahtarı Emek ve Özgürlük İttifakı’nın elindedir. Basit hataların büyük maliyetlere yol açacağı ve kimlerin hangi fedakarlığı, hangi yolu tercih ettiğinin asla unutulamayacağı, dahası tarihe not düşeceği bir tarihsel momentteyiz. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Emek ve Özgürlük İttifakı, Türkiye’nin ikinci yüzyılında Kürt meselesi başta olmak üzere birçok temel meselenin barışçıl çözümünün teminatı olabilir. Bu nedenle aklı başında olan herkesin yaptığı çağrıyı bu köşeden bir kez daha yapalım. Seçimlere tek parti çatısı altında girilmelidir. Şayet bunu yapamazsak büyük bir vebalin altına girmiş olacağız. On yıllarımızı sarsabilecek bu denklemde sadece kendi evini düşünmek depremden kaçarken sele kapılmaya, selden kaçarken yangına maruz kalmaya benzer.
Günther Anders’in dediği gibi eğer biz bugün evimizi ateşe verirsek, bugünün alevlerinin henüz doğmamış çocukların, henüz inşa edilmemiş evlerine sıçramasını ve onları küle çevirmesini engelleyemeyeceğiz. Gelecek nesillerin evlerine şimdiden yangını taşımamak için şimdiyi örgütleyen, geleceğin tehlikelerini şimdi de iptal eden bir siyaset lazım bize. Bu siyaset geçmişten ders alan, anı doğru okuyan ve geleceğin tehlikelerini şimdi önleyerek geleceği aydınlık tutan umutlu bir siyaset olmak zorunda. Emek ve Özgürlük İttifakı meseleye bu temelde yaklaşırsa ölümcül paradigmada büyük bir çatlak yaratabilir ve toplum olarak büyük kazanabiliriz.
Mehmet Nuri Özdemir kimdir?
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. Üç yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.