Fırtına kuşağı
Size bugün özel bir kuşaktan bahsedeceğim. Hepsi de nevi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…Kim bunlar diyeceksiniz? Anlatayım. 1950 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı 70 yaşında olan ve hala 18’lik deli taylar gibi ideallerinin peşinde koşan hesapsız bir nesil, özel bir kuşak bunlar. Tabi mesele sadece 50-70 meselesi değil, söz konusu olan özel bir kuşak, ya da ayırırsak kuşaklar. (Ama ben kuşak sözcüğünü kullanınca siz ikisini de anlayabilirsiniz). Bu kuşak sözcüğü önemli. Şöyle ki; sırf doğum tarihine bakılarak kuşak belirlenmez, onu söyleyeyim. O tarihlerde doğmuş özel bir kesimden bahsediyorum; 68’li ve 78’lilerden.
Onun için bir kuşağı belirleyen şey sadece doğum tarihleri değildir. Hele söz konusu anlattığımız kuşaklar olunca hiç değildir. Kuşak olmak; fikirleriyle, siyasal eylemiyle, üslubuyla, edebiyatıyla, toplumsal duruşuyla, refleksleriyle, isyancı ruhuyla, (hatta) giyimi-kuşamı ve alışkanlıklarıyla ve en önemlisi tarihe müdahale etme cüreti ve hayatı değiştirme iddiasıyla ilgili bir şeydir. 68’li, 78’li olmak da böyle bir şey zaten.
O yüzden diyorum ki, kurulu düzeni ve yerleşik değerleri sarsmaktır 68’li ya da 78’li olmak. Asi olmaktır, isyandır… Kurulu düzene baş kaldırmak ve düşünsel bakımdan bir şekilde devrimci olmaktır. Bunlar olmadan bahse konu 68’li veya 78’li olmak mümkün mü?
Peki onlar, o şarabi eşkıyalar nasıl böyle oldu?
Tabi her şey ve herkes gibi onlar da koşullarından soyutlanarak anlaşılamazlar. Onların yaşadığı yıllar onları biçimlendirdi, onlar da dönüp o yılları şekillendirdi. O yıllar, lacivert rüzgarların devrim fitillerini tutuşturduğu yıllardı. Dünyada değişim rüzgarları esiyordu. Rüzgâr onlara ulaştığında kapüşonlu yeşil parkalarını ve ağır postalarını giymişlerdi. Çekiştirip durdukları yeni bitmiş gür ve aşağı taranmış bıyıkları vardı. Gökten paraşütle inmiş gibiydiler. Palaskalarına sıkıştırdıkları silahları, ağızlarında devrim marşları ile yürüdüler.
Gerçekçi ol imkansızı iste, diyorlardı. Birbiriyle zıt gibiydi yaşamları ve aşkları o sözlerde olduğu gibi. İlk aşkları tabi oldukları örgütün kararı ile kah dondurulup, kah serbest bırakılıyor, nihayetinde yerini devrim nikahlı aşklara bırakıyordu. Hücre evlerinin duvarları arasında özgür kalan cinsellikleri, örgüt ilkeleri ile sınırlanmış aşkları, yürüyüşlerde, korsan gösterilerde yeni anlamlar kazanıyordu. İlhan İrem’lerin, Neşe Karaböcek’lerin, Nilüfer ve Ajda Pekkan’ların şarkılarına “emperyalizmin kozmopolit yoz kültürü” diyerek karşı çıkıyorlardı; faşizme karşı direnirken genellikle dudaklarında Cem Karaca’nın “tamirci çırağı”, “1 Mayıs”ı, “Edip Akbayram’ın “eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”ı, Selda Bağcan’nın yanık türküleri vardı.
Onlar halkların ve emekçilerin özgürlüğü için haykırdılar. Ezene karşı ezilenin saflarını gürleştirdiler. Özgürlükten tasarruf esareti getirir, diyerek başkaldırdılar. Hiç geri adım atmadılar. Ayağa kalkıp çelik iradeleri, sarsılmaz inancaları ile ölümüne yürüdüler.
Çocuklukları en değerli hazineleriydi
Nevi şahıslarına münhasır bir hayat yaşadılar. Sadece gençlikleri değil, çocuklukları da nevi şahsına münhasırdı. Mesela hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamıştı. Şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymişler…Okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş, bir garip nesil… Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış… Hatta hiç bebeklik, çocukluk resimleri olmamış… Hiçbiri kreş, dershane, özel okul görmemiş… Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…
Gençlikleri deli taylar gibiydi
Harp görmüş, darp görmüş… Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüşler… Karakolda Filistin askısıyla, cezaevinde isyanla tanışmışlar. En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış bir ender kuşağın çocuklarıdırlar. En az 10 ekonomik krizden nasibini almış; tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil… Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmıştır bu dev kuşak.
Eğer bir isim vermek gerekirse, 68’de esen deli rüzgârın fırtına kuşağıdır 78’liler. Ve onlar, bin yıldır bu topraklarda kurulu düzene karşı örneği görülmemiş bir isyanı ve saldırıyı gerçekleştiren yegâne kuşaktır. Zalimlerin her ölçekte başlattığı saldırıları göğüsleyen, kapitalizmin temellerine saldıran ve bu nedenle sadece yerli para-militer güçlerle, devlet ve sermayeyle değil; emperyalizm ile de “savaşan” bir kuşak.
Daha güzel bir dünya için savaştılar
Daha güzel bir dünyayı akıllarına koymuşlardı. Onlar hep insanın insan tarafından sömürülmediği, hak hukuk ve adalet dolu bir dünyanın hayalini kurdular. Herkese ihtiyacına göre, herkese yeteneğine göre bir toplum ideali peşinde koştular. Örgütlenip, örgütler kurdular. Çok geçmeden bilmeyi istemeye, istemeyi almaya dönüştürerek topyekûn bir savaşa girdiler. Titanlarla. Meydanlara, sokaklara, duvarlara, teksir kağıtlarına yazdılar epik savaşlarını. Okul önlerinde fabrikalarda dağıttılar bildirilerini. Yürüyüşlerde en gür sesleri ile sloganlarını haykırdılar.
Zaman geçiyor devrim bir türlü gerçekleşmiyordu. Artık birer kocaman adam olmuşlardı. Büyük laflar ediyorlardı. Laos’tan, Kamboçya’dan, Vietnam’dan, Angola’dan bahsediyor, ‘Ho, ho Hoşimi, iki, üç daha fazla Vietnam’ diye slogan atıyor, Ernesto’ya ‘bin selam’ gönderiyorlardı.
Rüzgâr gibi estiler, aslanlar gibi kükrediler. Akın var akın, güneşe akın deyip güneşe yürüdüler. 68’liler de 78’liler de bu neslin en deli tayları, ipe sapa gelmeyen savaşçılarıydı. Bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır… Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız sevdiler yurtlarını… Boş lafla değil, gereğini yapıp bedelini ödediler.
Hayal kırıklıkları da yaşadılar
Bu kadarından sonra akla şu soru gelebilir: Peki, 60’li, ’70’li yıllarda yaşanan her şey güzel, her eylem doğru ve her akım her grup her örgüt her parti kusursuz ve mükemmel miydi? Kesinlikle hayır.. O kuşak hata yapmadı mı, yanlışları yok muydu? Olmaz olur mu? Sadece deliler ve ölüler hata yapmazlar. Onlar hem akıllı ve inançlı hem de ölümüne diriydiler. O yüzden doğrularının yanında çok hataları da oldu.
Sorular çoğaltılabilir bu babda. Mesela, dalga dalga mücadeleye gelenlerin önemlice bir bölümü aynı hızla geri çekilip alanı terk etmediler mi? Evet ettiler… İtirafçıları ve dönekleri olmadı mı? Elbette oldu. Ama bunlar bahsi diğerdir. O kuşak bunları en az 20 yıldır tartıştı ve tartışıyor; kendi tarihini acımasız bir eleştiriden (hem de haksızlık etmek pahasına) geçirdi ve geçiriyor. Gerekirse bunu yeniden yapar.
İspanya iç savaşında cumhuriyetçiler ne kadar “masum” değilse 78 kuşağı da o kadar masum değildi.. Tanrıların dünyasından ateşi çalanlar ve onu yeryüzüne, insanların dünyasına indirenler ne zaman “masum” oldu ki. Evet, o fırtına kuşağının çocukları vuruldukları gibi vurdular da. Ama ilk ateş eden onlar değildi, saldırıya ve kıyıma uğradılar. Onlar sadece karşı koymaya ve bu savaşı yürütmeye cesaret ettiler.
Ekonomik hal ve gidişleri çetindi
1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretimdi. Hatırlayın, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış insanlardı… Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş bir kuşaktı… Çoğu simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık, hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır… Ne ailesine ne devlete ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur… Muhannete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamıştır. Dik durmuş dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…
Görev insanıydılar, onur ve gururu önemsediler. Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu 1950 ile 1970 yılları arasında doğanlar…
Cesurdurlar
Fark yaratanın cesaret olduğunun ayırdındaydılar. O yüzden problemlere yaklaşmada korku nedir bilmediler. Karar verirken korku hissetmediler. Doğru bir konuda adım atarken korkuya kapılmadılar. Korkunun taviz olduğunu biliyorlardı… Cesaretin, özünü korumak olduğunu ve de kendi kalmak olduğunu da…
Onlar hikayedeki korkak horozun sonunu bilenlerdi: Horoz her sabah adeti üzere ötüyormuş. Bundan rahatsız olan sahibi bir gün horoza demiş ki; “her gün ötmenden rahatsız oluyorum, bir daha ötersen keserim seni” Horoz üzülmüş fakat, canından olmamak için ötmeyi bırakmış ve şöyle düşünmüş “bir ben ötmesem n’olacak, bir sürü horoz kardeşim var”. Bir süre sonra sahibi yine gelmiş ve demiş ki; “Eğer tavuk gibi gıdaklamazsan seni keserim” Üzülmüş hem de çok, fakat başka çaresi olmadığını düşündüğü için gıdaklamaya başlamış. Yani canını kurtarmış! Aradan biraz zaman daha geçmiş ve bu kez sahibi demiş ki; “Hiçbir işe yaramıyorsun, eğer tavuk gibi yumurtlamazsan seni keserim” Horoz hüngür hüngür ağlamaya başlamış ve demiş ki “Keşke öterken ölseydim”
Onların çoğu ölüme yürürken bile haykırmayı asla ihmal etmediler.
Çok özeller
Neden bu nesil özel biliyor musunuz..? Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti… Dozer gibi dünya milletleri geçti… Hayat bu nesli sınadı, ama tüketemedi… Onlar daha ilk günden zalime karşı mazlumun safında durdular.
Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi… Dostu için can vermeyi de elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi… Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir… Bir o kadar da merttir, hoş görülü ve merhametlidir… Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…
İyi bakın bunlara. Bunlar, kadifeye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan son özel nesildir, onların öfkesinden sakının.… Bunlara iyi bakın. Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere… üretimi sonlandı… Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalkıyorlar…
Yenildiler ama yılmadılar
Evet, romantiklerdi. Kulaklarında eleştirmelerine rağmen hala unutamadıkları aşklarını anlatan 45’lik şarkılar vardı. İşte tam da bu anda onları titretip doğal seyrinden alan, düşüncelerinden yüreklerine akan devrim marşları sızıyor. Farkında değillerdi. Disipline olduklarını sanıyorlardı ama bir “kayıp zaman” daha yaşıyorlardı.
Kan oluk oluk akıyordu. İran, Irak savaşında bile bu kadar kan akmıyordu. Sorumluluk ağırlaştıkça devrimi taşıyan omuzlar kuvvetleniyordu. Daha doğrusu öyle sanıyorlardı. Devrim ay ışığı gibiydi. Uzansan tutacakmış gibi yakın ama asla ulaşmayacakları kadar uzaklıktaydı. Oysa dünyada peş peşe devrimler olmuştu.
Küba’da da böyle olmamış mıydı? Yıllar süren silahlı savaşın ardından, zalim Batista’nın sarayı sarılmış, diktatör kaçmamış mıydı? Bu kış olmasa, bir dahaki kış devrim olacak, bu kaçınılmazdı. Devrim nehrinin hızla sınıfsız, hayallerle dolu bir topluma aktığı sanılıyordu. Bu da onları öldürücü yanılgılara itiyordu. Yanıldıkça hatalar yapıyor, gerçeği görmekten hızla uzaklaşıyorlardı.
Nehrin üzerindeki ters dalgalar yanılsamalı tablolar çiziyordu. Gerçekte nehir görülen yönün tersine yer çekimine akıyordu. Bu güç zehirlenmesinin sonu korkunç trajedilere gebeydi. Çok geçmeden devrim hayalleri, karşı devrim şelalesinden faşizmin kucağına akacaktı. Ve istedikleri olmadı. Yenildiler.
Bilindiği gibi tarihsel yenilgilerin sonuçları ağır olur. Yaşayanlar bilir; büyük yenilgilerin yıkımı da büyüktür, hayatlar dağılır. Resmi tarihi ise galipleri yazar, yenilenler mahkûm edilir. Ve bir Afrika atasözü şöyle der; “Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar, bütün tarihçiler avcıların kahramanlıklarını anlatacaktır”.
Artık antika gibidirler
Kah acının kah hüznün harmanında yaşamaya devam ettiler. Zaman geçti onların farkı daha net ortaya çıktı. Yani demem o ki, bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan bu nesil antika nesildir… Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba, amca, dayı, teyze, hala, yenge dede anneanne babaanne her neyiniz varsa (68’li, 78’li) değerini bilin..! Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…
Oturun onlarla konuşun, dinleyin, onlardan geçmişi öğrenin… Sonra arasanız da bulamazsınız…
Ahmet Özer kimdir?
Van’da doğdu, Van Atatürk Lisesi ikinci sınıf öğrencisiyken Hakkâri Lisesine sürgün oldu, 1977 yılında Diyarbakır Lisesinden mezun oldu. 1980’de Van Eğitim Enstitüsü’nü, 1986 yılında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünü birincilikle bitirdi, aynı üniversitede Sosyoloji Bölümünde yan dal yaptı.
Hacettepe üniversitesinde “Sosyoloji”, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde ise “Bilim ve Siyaset Felsefesi” alanında olmak üzere iki mastır yaptı. 1995 yılında Hacettepe Üniversitesinde Sosyoloji Doktoru unvanını aldı.
GAP Projesinde çalıştı. 1989 yılında hazırlanan meşhur Kürt Sorunu Raporu’na katkıda bulundu. Merkezi Diyarbakır’da olan “GAP Belediyeler Birliği’nin” kuruluşunu gerçekleştirdi, Genel Sekreterliğini ve Yönetim Kurulu üyeliğini yedi yıl yürüttü. Almanya, İtalya, İsrail, Filistin, Kazakistan ve Azerbaycan’da inceleme ve araştırmalarda bulunuldu, bu çalışmaları kitap olarak yayınlandı.
1997 yılında doktora sonrası ABD’nin sekiz eyaletinde demokrasi, insan hakları, başkanlık sistemi ve sosyolojik konularda araştırma ve incelemelerde bulundu ve bu çalışmalarını daha sonra profesörlük tezi olarak sundu. 1999 yılında Mersin Üniversitesinde Siyaset Bilimi doçenti oldu.
2001 yılında YÖK tarafından Isparta SDÜ’ne sürgün edildi, bir yıl sonra geri dönmeyi beklerken üniversite ile ilişiği kesildi. YÖK aleyhine açtığı davayı 2004 yılında kazandı, tekrar üniversiteye geri döndü.
Milliyet, Radikal, Özgür Gündem, Cumhuriyet gibi gazetelerde yazı ve makaleleri yayınlandı. Birçok ulusal ve uluslararası toplantı tertipledi, kongre ve sempozyumun düzenleme kurulu başkanlığını yaptı. Bugüne kadar yayınlanmış 150 ulusal ve uluslararası bilimsel makalesi, 350 civarında bildirisi ve 36 adet kitabı bulunuyor. Çok sayıda ödülü bulunan Özer, dört dil biliyor.