Ana SayfaÖzelKonur, kent, Çatalhöyük – Deniz Nazlım

Konur, kent, Çatalhöyük – Deniz Nazlım


Deniz Nazlım


Ankara da diğer her yer gibiydi. Eskiye duyulan özlem her geçen gün artıyordu. Koronavirüs sokakları boşaltmadan önce zaten sokaklar elimizden kayıp gitmiş, değişimin simgesel halleri ortaya çıkmıştı. Bu hal elbette Konur’dan izlenebiliyordu. Salgından önce sokağın hangi kafesine gitsem, eski dostlardan kiminle sohbet etsem özlem hep aynıydı; heykel çevresinde dost beklemenin, mülkiye önünde bağdaş kurmanın, eski kitapçının kaldırımlarında sohbetin etmenin keyfi.

Gazeteci Selman Güzelyüz’ün “Konur Sokağın yeni yüzü: kitap değil bıçak satıyor” haberi, “ne günlerdi” dedirten dönüşümü çok iyi özetliyor. Artan yoksulluk ve çatışma süreçleri, ölümler, değişimi kaçılmaz kılıyor. Üzerine bir de bu salgın eklendi.

Şeylerin salt fotoğrafını çekmek onların seyrini anlamamıza yetmiyor. Sokağın değişiminin, aynı doğrultuda zihinlerimizde bir değişime sebep verip vermediği bu anlamı ortaya çıkartabilir. Konur’u izleyen “gözetleme kulesi” yer değiştirip -bir adım geri iki adım öne misali- çarpıcı şekilde ilkokul önüne yerleşirken, sokağın insanlarının, evlerinde, işinde, gücünde, sınıf ve kimlik karmaşasında kendini bulması -salgından önce olduğu ya da sonrasında da olacağı gibi- can yakıcı. Bu yanık hali, geçmişe özlemi beraberinde getiriyor. Tabi, sokağın eski durumu öyle geçmişe tutkunluk yaratacak gibi değildi ama deneyimleyen herkes hatırlar ki, sokağın yarattığı ruh birlikteliği ve tartışmalara zemin hazırlayan niteliğiyle insanları diri tutan bir güce sahipti.

MA

Konur’da, sıradan bir günde, stantlar açılmış, müzikler çalıyordu. Rahattık, her konu konuşulabilinirdi. 2014’ün bahar ayları, hareketliydi. Mülkiyelilerin önünde duran bir grup genç, kentlerin kökeni üzerine tartışıyordu.

“Ekonomi, güvenlik ve teknoloji” diye özetlemişti bir genç, kentlerin ortaya çıkışının kökenlerine işaret etmek maksadıyla. Hâkim batı paradigmasına göre tarım toplumuna geçişle birlikte, alet kullanımı daha fazla teknolojiye neden olmuş, böylelikle artı-değer ortaya çıkmış, göçebe topluluklar ve diğer kentlerden korunması gereken birikim, güvenlik ihtiyacını doğurmuştu.

Bu bakış açısı her ne kadar içinde temel doğrular barındırsa da günümüzün egemenleri tarafından kullanışlı bir araç halinde. Ve sanki başka bir yol yokmuş gibi söyleniyor. Bu fikrin güncel kullanımı, geçmişi bugünden anlamamızı ve böylelikle bugünün tüm insan ve doğa karşıtı politikalarının meşrulaştırılmasını ifade ediyor. Mesela, salgın günlerinde gündemden düşse de Ankara’nın Şam ile olan ilişkisi… Korunması gereken sınırlar, paylaşılmaması gereken birikimler, savaş sanayinde gelişen teknoloji, silah satışlarının yarattığı iç ve dış pazar… Hepsi onlara göre kentlerin kurulmasındaki ana nedenler! Meşru güvenlik kaygısı, yerli ve milli silahlar, onları satan akrabalar…

Türkiye Kültür Portalı

Bunun üzerine, başka bir genç “Çatalhöyük” dedi. Ona göre sihirli kelimeydi. Bundan 9 bin yıl önce kurulan, 6 bin nüfuslu ve neden kurulduğunu cevapladığımız anda hâkim paradigmayı sorgulamamıza yol açan bir kent. Belli ki, Kentsiz Kentleşme kitabı, elindeki bildirileri bitirme derdinde olan gencin referansıydı.

Çatalhöyük’te saban ve evcil hayvan izlerine rastlanmadı, kadınlar kent kültüründe sıklıkla temsil edildi ve Ana Tanrıça sembolleri bulundu. Evlerin büyüklüğü birbirine eşitti, kentte açık bir pazara işaret edilmedi, açık bir yıkım, surlar ya da şiddet belirtisi de bulunmamıştı. Bu unsurlar kentte hiyerarşi ve savaşın toplumsal yaşamın belirleyicisi olmadığını gösteriyordu. Ve dünyanın ilk kentinin, hâkim kent paradigmasının iddia ettiği gibi değil, dinsel uygulamaların, toplumsallaşmanın, iletişimin ve eşitliğin desteğiyle yaratılan ruhun, kentin kurulmasında öncü olduğunun işaretini veriyordu.

Mülkiye önündeki tartışma kendi seyrinde sürdü, konuşan, dinleyen herkese bir faydası dokundu ama bir daha Mülkiye önünde stantlar açılmadı, tartışmalar nihayete varmadı. Daha sonra Konur’un ruhu değişti, işte kitap yerine bıçak satılır oldu.

Karantina günlerinde olmasaydık ve bugün Mülkiye önünde bir kez daha stantlar açabilseydik ve de tekrardan kenti konuşabilseydik, muhtemelen 2019 yılının en önemli arkeolojik keşfi içinde yer alan Çatalhöyük’te bulunan şiddet izlerinden bahsederdik. Yine muhtemeldir ki genç kadına, bu şiddet izleri, kentin eşitlikçi, şiddetsiz, toplumsallığa önem veren anlamını ve gerçekliğini değiştirdiği üzerinden sorular yöneltilirdi.

arkeofili

Geçen yıl, Çatalhöyük’te yeni arkeolojik keşifler yapıldı ve ortaya çıkan makaleye göre ilk kez şiddet izlerine rastlandı, evet. Kentlerin oluşumundaki güvenlik, ekonomi ve teknolojiyi yadsımak gerçeği tamamıyla görmezden gelmek olabilir ona da evet. Ama Çatalhöyük’de salt şiddet izlerinin ortaya çıkması tek başına anlam içermiyor. Önemli olan bu arkeolojik kanıtların hangi kültürel çıkarımlara neden olacağı. Şiddet izleri, neden, nasıl ve ne için soruları olmaksızın, Çatalhöyük’ün batı endeksli kent paradigmasına karşı durduğu zemini kayganlaştıramıyor. Keza, Nil kıyısında kurulan, sadece tarım yapmadan aynı zamanda avcı-toplayıcılığı da içerisinde barındıran Wadi Kubanna gibi birçok arkaik ve antik kent, hakim paradigmayı hala sorgulatabiliyor.

Kenti, iktidarı, devleti ve tüm bunların kökenlerini konuşmak, Mülkiye önünde sohbetlere konu etmek değerliydi. Nihayetinde 60’lar ve70’ler Ankarası’nın bize bıraktığı mirasta; Ankara’yı izleyen bir ağaç dibinde, fakülte kantinlerinde ve Kurtuluş’un sokaklarında kurulan fikirler, bugünlerde devletli zihniyetin ve onun tüm ürünlerinin baş belası halinde. Bu yüzden Ankara sokaklarına özlem, sadece nostaljik, kısa bir ara; Ankara’nın yakın tarihten gelen fikri, duyguları ve pratiği, bizi geleceğe, bağrında devleti barındırmayan Çatalhöyük gibi kentlerin işaret ettiği eşitlikçi ve toplumsal bir dünya hayaline yaklaştırmaya devam ediyor. Ortaya çıkan arkeolojik kanıtlar ise bize tartışmak için sadece daha fazla alan sağlıyor ve “devlet denilen organizasyon toplumların mutlak kaderi değildir” fikrini sonlandıramıyor aksine daha da güçlendiriyor.

MA

Eğer, Korona günlerinde, eldivenlerimiz ve yüzümüzde maskelerle, sistemin ifadesi gibi “sosyal” değil fiziki mesafemizi koruyarak, Mülkiye önünde bir araya gelseydik, kent, devlet ve toplumsal kanserleşmeyi konuşurduk. Kentlerin, yine hakim paradigmanın iddiası gibi, kır ve ekoloji karşıtı bir yerde değil, kır ile iç içe olduğunu bir birimize anlatır, içinde bulunduğumuz durumun ekolojik ve sistemsel bir hastalık olduğu noktasında kafa yorardık. Toplumsal alanın inşasında ekolojik özgürlükçü paradigmadan bahseder, sözü yine dönüp dolaştırır Ankara kökenlilere getirmek zorunda kalırdık.

Ve herkesi buna ikna ederdik; “Sistem bindiği dalı keserken, Ankara kökenliler alternatifi sunmaya devam ediyor…”




Önceki Haber
Kemeraltı, UNESCO Geçici Listesi'ne dahil edildi
Sonraki Haber
İSİG: Salgının ilk bir ayında Covid-19 nedenli en az 52 iş cinayeti yaşandı