Ana SayfaYazarlarKemal Taylan AbatanNeo-liberalizmin felsefi temelleri üzerine (III): Bireysel özgürlük

Neo-liberalizmin felsefi temelleri üzerine (III): Bireysel özgürlük


Kemal Taylan Abatan*


Bireysel özgürlük konusuna girmeden önce, birey ve özgürlük kavramlarının içeriğine bakmak gerekir. Bu iki kavram, çokça tahrifata uğramış kavramlardır. Aynı zamanda birey ve özgürlük kavramlarına sık sık sağ ve sol düşünce tarafından başvurulur. Ancak bu iki düşünce biçiminin tanımladığı bireyin ve özgürlüğün içerikleri farklıdır. Dolayısıyla bu iki kavramın içeriğine açıklık getirmek gerekir. Çünkü liberal anlamda birey ve özgürlük düşünceleri kolektivist düşünceler içerisinde de kara delikler yaratmaktadır. Bu yazıda, birey ve özgürlük kavramlarının sağdan yorumlanışını merkeze alarak, soldan bir eleştirisini yapmaya çalışacağız.

Özgürlük, liberal düşünce tarafından dokunulmama talebini içerir. Dolayısıyla negatif bir durumu tanımlar. Bu durum bireyin, kendisinden başka hiç kimse tarafından istemediği bir duruma sevk edilmemesini talep eder. Bu düşünceyi esas alan neo-liberallere göre, bir önceki yazıda belirttiğimiz düzen kavramı açısından yapma düzenler bireyi istemediği sonuçlara yönelten zorlamaları beraberinde getirir. Neo-liberaller tarafından kolektivist düşüncelerle birlikte ele alınan bu zorlamalar, bireyin başka bireylerle bir araya gelerek oluşturabileceği topluluklarla hareket etmesine yönlendiren biçimde düşünülmelidir. Dolayısıyla neo-liberaller açısından hiç kimse yapması istenen bir şeye zorlanamayacağı için kolektif bir şekilde hareket etmesi de anlamsızdır.

Bireyin kolektivist anlayışlardan soyutlanması ise neo-liberal düşünce açısından birey kavramının içeriğini oluşturur. Yani bireyin toplumsallığından kopartarak tekilliğe terk edilmesi demektir. Böylelikle tekilliğine terk edilen birey kendi amaçları doğrultusunda hareket edebilir, mülkiyetini geliştirebilir, serbest piyasa düzeninde kazancını arttırabilir. Gayet cazip olan bu talep aynı zamanda bireyi serbest piyasa düzeninde daima kazançlı çıkamayacağı için, kazançlı çıkan küçük bir azınlığın sömürüsüne açık hale getirebilir. Friedrich A. Hayek, böylesi bir durumda bireyin korkmaması, serbest piyasada varlığını sürdürecek biçimde hareket etmeye devam etmesi gerektiğini söyler. Çünkü ancak bir yoksul, çok zengin bir insandan daha özgür olabilir. Kaybedecek bir şeyi yoktur ve özgürdür.[1] Özgür olduğu için de tercihlerinin bir bağlayıcılığı, toplumsallığından uzaklaştığı için de sorumlu olduğu herhangi bir kimse yoktur. Zaten herhangi bir topluluktan soyutlanmıştır.

Bu şekilde akla, hayale aykırı düşüncelerin kaynağı ise Hayek’in verdiği şu örnekten beslenir: ölümüne karar verebilecek pozisyonda bulunsa ve ölümü seçecek olsa bile o birey özgürdür.[2] Çünkü kararını kendisi vermiş, kendisinden önceki hiçbir bireyin kararından etkilenmemiştir; ona nasıl davranacağını söyleyen, onu yönlendiren zihinsel bir kategori ve kolektivist düşünce kabul edilmemelidir. Ölüm karşısında sadece “özgür irade”siyle bulunmalıdır. Akla aykırı gibi görünen bu örneğin gerçekleştiğini, “özgürlükler ülkesi” ABD’de, Covid-19 pandemisine yönelik kısıtlamaları protesto edenlerin açtığı “bana özgürlüğümü ya da ölümümü ver” pankartında bulabiliriz. Bu tip içeriklere sahip pankartlar ABD’de ve diğer ülkelerde kısıtlamalara karşı protestolar esnasında sağcılar tarafından sıklıkla kullanıldı.

Dokunulmama talep eden negatif anlamda özgürlüğün neo-liberaller tarafından “en yüksek ilke” olarak kabul edildiğini not düşmemiz gerekir. Bireyin gerek serbest piyasada, gerekse de devlet karşısındaki niteliğini bu özgürlük anlayışı belirler. Bu, bireye kesinlikle nasıl davranması gerektiğini buyurmayan, onu kolektivist herhangi bir anlayışa yönlendirmeyen bir ahlâk anlayışıdır. Yine düzenle ilgili olan bir önceki yazıda belirttiğimiz üzere, neo-liberallerin esas aldığı kendiliğinden doğan ve büyüyen düzenin merkezinde olan doğal eliminasyon sayesinde, bireyin işine yaramayacak olan her türlü gelenek yok olmaya mahkum olarak tasvir edilir. Dolayısıyla çağa ve bireyin tecrübesine göre değişecek olan bu ahlâk sayesinde birey, karşılaştığı olaylar karşısında nasıl tutum takınabileceğini yine en iyi kendisi bilir. Örneğin yukarıdaki biçimde birey, bir salgın karşısında kendisini savunabileceği bir ahlâki kategoriye ihtiyaç duymayacağı için hastalığı kapıp, sonrasında ise acılar içerisinde ölme hakkına sahiptir. Bu onun arzusuna dayanan bir durumdur ve kesinlikle tercih edilebilir.

Burada eleştirilmesi gereken, bireyi böylesi akıl almaz bir biçimde davranabilecek şekilde yönelten düşüncelerdir. Bireyi toplumsallığından kopartıp korkunç bir sömürü düzeni altında, yani kapitalizmin etkisinde yalnızlaştırmaya teşvik eden, en iyisini onun bileceğini telkin eden, kendisinden başka hiç kimsenin düşüncesinin önemli olmadığını öğütleyen düşünce biçimidir. Böylelikle kendi kararını veren birey, intihara sürükleniyor olsa bile verdiği karardan kimse sorumlu tutulamaz. Çünkü özgür iradesiyle kararını vermiştir. Oysa ki birey, toplumsallığından kopartıldığı takdirde gideceği yer nihai olarak yok oluştur. Sömürü altında olması da bu yok oluşa dahildir. Psikolojik anlamda sıkışmışlığa sürüklenen bireyin çıkış yolu toplumsallaşmasında, politikleşmesinde, onunla birlikte herkesin haklarını savunabilecek biçimde muamele etmesinde ve görmesindedir. Yani kişi olmasındadır.

Toplumsallığından kopartılan birey karşısında, toplumsallaşan kişinin dahil olacağı politik ortamda özgürlüğün gerçek anlamına, yani harekete geçilen, uygulanan ve kendisiyle birlikte herkesin özgürlüğünü besleyen anlamda pozitif özgürlüğe katkı sunması beklenebilir. Bireyin sadece dokunulmaması talebi onu özgür kılmaz. Dokunulmayan birey, kendisiyle birlikte herkesin kaderini olumsuz yönde etkileyebilecek biçimde eylemlerde bulunabilir. Örneğin serbest piyasa düzeninde bir girişimcinin yarattığı teşebbüsün yarattığı çevresel kirliliğe karşı kendisiyle birlikte herkesin soluduğu havayı kirlettiği gerçeği karşımıza çıkar. Yönetim[3] tarafından buna herhangi bir müdahale olmaması girişimci bireyi zenginleştirse ve elde ettiği özel mülkiyeti geliştirse de, kendisiyle birlikte herkesin temiz hava soluma hakkını elinden almış olur.

Şüphesiz ki buna karşı toplumsallaşan kişinin, özgürlüğün pozitif yönüyle birlikte kendisiyle birlikte herkesin temiz hava soluma hakkını koruması beklenir. Yönetimin de burada tüm yurttaşlarının ekolojik haklarını olumlu yönde etkileyebilecek düzenlemeler yapması ve uygulaması gerekir. Toplumsallaşan kişilerin, yani yurttaşların politik ortamda bir araya gelerek toplumu oluşturmasıyla mümkün halen yönetimin işi bireysel girişimleri desteklemek, onların yaratacağı tahribatları korumak değildir. İyi bir yönetim, tüm yurttaşlarının haklarını eşit bir şekilde sağlayabilecek biçimde örgütlenmesiyle ve bu yurttaşların eğitimini ve güvenliğini sağlama yoluyla sayılarının artmasını garanti altına almasıyla mümkün olabilir.


[1] Friedrich A. Hayek, Kölelik Yolu, Çev. Turhan Feyzioğlu-Yıldıray Arsan-Atilla Yayla
[2] Friedrich A. Hayek, Özgürlüğün Anayasası, Çev. Yusuf Ziya Çelikkaya
[3] Yönetim kastedilerek burada insana dair tüm işleri düzenleyen bir devlet ideası olarak bahsedilmektedir. Günümüzdeki devlet anlayışıyla karıştırılmaması açısından yönetim kavramı tercih edilmiştir. Bunu devlet konulu yazıda daha geniş bir biçimde ele almaya çalışacağız.

  Neo-liberalizmin felsefi temelleri üzerine (I): Giriş
  Neo-liberalizmin felsefi temelleri üzerine (II): Düzen

* Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih Bölümü’nde lisans eğitimini, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Anabilim Dalı’nda ise yüksek lisans eğitimini tamamladı. Yakın dönem Ortadoğu ve dünya tarihi, Türkiye iç ve dış siyaseti, siyaset kuramları ve insan haklarının kuramsal çerçevesi üzerine bağımsız araştırmalar yürütmektedir.

PAYLAŞ:
    WhatsApp'da Paylaş!   Telegram'da Paylaş!     Yazdır   E-Posta Gönder

Önceki Haber
Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali bu yıl çevrimiçi
Sonraki Haber
Mevcut en güncel haber.