Ana SayfaYazarlarKemal Taylan AbatanSınıf ve kimlik

Sınıf ve kimlik


Kemal Taylan Abatan


Kimlik (identity) kavramının kökeni Latince idem yani “aynı” olmaktan gelmektedir. Bu kavram karşımıza bir ortaklık biçimi olarak çıkmaktadır. Ortaklığı kimi zaman etnik grup, kimi zaman dil, kimi zaman ulus, kimi zamansa toplumsal cinsiyet belirlemektedir. Bu gruplar içerisindeki insanların aynılıkları, onları grup içerisinde özne haline getiren karakteristik özellikleri veya hak talepleri olarak tanımlanmaktadır. Bir insan, bir kimliğin içerisine doğabileceği gibi, kendisi de bir kimlik tercih edebilmektedir. İnsanların doğduklarında onlara verilen isimler dahi, geleceğine dair bir kimlik atfedebilmektedir. Bunun kabullenilişi veya reddedilerek farklı bir yöne doğru sübjektif bir kimliğe doğru seyretmesi de mümkün olabilmektedir.

İnsan, daima kendisini bir kimlikle tanımlamıştır. Dolayısıyla mevcut koşullarda kimliksiz bir mücadele mümkün görünmediği gibi, kimliklerin ortadan kalkacağı koşullar oluşturulmadan da bunu talep etmek ne yazık ki anlamsızdır. Her gün sırf cinsiyetinden kaynaklı olarak öldürülen bir kadının, kadın veya benzer saldırılara maruz kalan LGBTİ+ kişinin kendisini tanımladığı kimliği elinden alınabilir mi? Veya kendisine kimliğinden feragat ederek mücadeleye katılması dayatılabilir mi? Kürt’ün, Kürt kimliği veya herhangi bir etnik gruba mensup olan bir başka kimsenin, örneğin şu günlerde bir Ermeni’nin, kendisini o grupla tanımlamasına karşılık kimliğini bir kenara bırakması istenebilir mi? Şüphesiz, mevcut koşullarda bunu istemek, isteyen açısından küçük düşürücü olmaktadır. Olsa olsa bu grupların talep ettikleri haklar sağlandığı takdirde, ortada hedefine ulaşmış bir mücadele olacağı için kişinin kendisini bir kimlikle tanımlama ihtiyacı ortadan kalkabilecektir. Bu da uzun erimli bir mücadelenin sonucunda, ulaşılması ancak kimliğin talep ettiği hakların sağlanmasıyla mümkün olabilecek bir düzenin kurulmasıyla mümkün olabilecektir. Ki bu düzen kurulduğu takdirde bile, kimlik dolayısıyla sağlanması gereken hakların sürekliliğinin mümkün hale getirilebilmesi için kimliğe ihtiyaç duyulabilecektir.

Kimlik meselesine yine soldan fakat farklı bir perspektiften bakmak gerekirse, kimliklerin sınıf mücadelesini böldüğü düşüncesi sıklıkla dile getirilmektedir. Bu düşünce, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının, yek vücut haline gelmesi gereken gücünün kimliklere bölünerek burjuvazi karşısında güç kaybettiği düşüncesiyle temellendirilmektedir. Burjuvazi karşısında ana güç olarak konumlanan işçi sınıfı karşısında, özellikle neo-liberalizmle birlikte bireyciliğin körüklediği şekliyle özne imkanı kazanan kimliklerin, muhafazakarlaşarak işçi sınıfının ana gücünü parçaladığı ve burjuvazinin karşısında güçsüz kalacağı düşüncesiyle desteklenmektedir. Oysa kimlikler, kendilerini tanımlayan gruplar olarak işçi sınıfının ana gücünü bölmek yerine sınıf perspektifinin genişlemesine olanak sunmaktadır. Genişleyen mücadele alanı sayesinde, temsil imkanı bulan gruplar haklarını talep etmektedir. Bu haklar bir bütün olarak işçi sınıfının hakları olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü nihayetinde, çağımızın en büyük yönetimsel sorunu olarak karşımıza çıkan tek tipleştirici ulus-devletler ve onların gölgesinde büyüyen sermaye gruplarıyla girişilmiş bir mücadeleyi mümkün kılmaktadır.

Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’da vurguladığı biçimiyle, sınıf mücadelesi, tarihin her çağında o çağın egemen ekonomik üretim ve değişim ilişkilerinin yol açtığı toplumsal yapının sosyo-politik koşullarının üzerine inşa edilebileceği gerçeğine dayanmaktadır.[i] Devamında ortaya konulduğu biçimiyle işçi sınıfına, sömüren-sömürülen ilişkisini ortadan kaldırmak, kendisini burjuvazinin boyunduruğundan kurtarmaktan başka bir çıkış yolu olmadığı öğütlenmektedir. Çünkü burada işçi sınıfını sömürüye açık konuma getiren, üretim araçları üzerindeki mülkiyet kendisine ait olmadığı için emek gücünü satacak konuma düşmesiyle alakalıdır. Buradan baktığımız biçimiyle Engels, sınıf mücadelesinin bulunduğu koşulların sürekli değiştiğini kabul etmektedir. Tarihin ilerlediği biçimiyle işçi sınıfının karşısına burjuvazi tarafından sürekli engeller konulmaktadır. Bu engeller, işçi sınıfı mücadelesini güçlendirip genişlettikçe farklı formlarda karşısına çıkmaktadır. Buna karşılık yine Engels tarafından işçi sınıfına, kendisinin önüne konulan engellere çağın gereklerine ayak uydurarak karşılık verilmesi ve nihai olarak sömüren-sömürülen ilişkisinin yarattığı zor durumunun ortadan kaldırılması öğütlenmektedir.

Sınıf perspektifinin klasik metinlerinde böyle bir imkan bulduğumuz için tekrar kimlik meselesiyle bağlayabiliriz. Toplumların farklılıklara dayandığı ve bu farklılıkları oluşturan insanların insan oldukları için haklara sahip olduğu gerçeğini birlikte düşünelim. Kimliklerin, özü itibariyle haklarının henüz sağlanamadığı koşullarda talep ettikleri haklardan feragat etmesini dayatan siyasal hattın önüne evvela belirli bir grubun çıkarına olacak biçimde mücadeleye gidilmesi gibi bir sorun çıkacaktır. Örnek vermek gerekirse, erkek egemen bir işçi sınıfı mücadelesinin, kadın işçiler için haklarını talep edebileceği ne kadar gerçekçi? Bunun en azından sınıf mücadelesindeki en büyük sorunlardan biri olarak, feminist örgütler tarafından dile getirildiğini not düşmek gerekmektedir. Oysa sınıf mücadelesi, içerisinde bulunan diğer kimliklerle birlikte temsil edilebildiği takdirde hem genişleyecek hem de güçlenecektir. Böylelikle genişleyen mücadele alanı sayesinde, iktidarın çepeçevre bir biçimde kuşatılması imkanı yaratılabilecektir.

21. yüzyılda piyasa köktenciliğinin, özellikle Covid-19 pandemisi koşullarında ne derece radikalleşebileceği, burjuva diktatörlüğünün ne derece barbarlaşabileceği her gün sıcağı sıcağına tecrübe edilmektedir. Buna karşılık burjuvazi, karşısında herhangi bir kimliği herhangi bir fark gözetmeden sömürürken, bunun yanında, sömürülen kesimin de kendi içerisinde anlamsız tartışmalara girişmesi muhakkak ki yararına gözükmemektedir.

Kimlik siyasetleri açısından kendini ‘işçi’ olarak tanımlamanın anlamsız olabileceğine dair düşünceler ortaya çıkmaktadır. Aslında kimliklerin işçi sınıfının özünü oluşturacağı biçimde düşünülmesiyle, kimliklerin sınıf perspektifinde kimi gedikler açabileceği gibi yapıcı eleştiriler de dikkate alınmalıdır. Kendisini ‘işçi’ olarak tanımlamayı anlamsız bulan bir beyaz yakalı, kimi alışkanlıkları bulunmasına, mavi yakalı işçiden görece daha rahat koşullarda çalışmasına ve hatta daha fazla kazanmasına rağmen nihayetinde işçidir. Dolayısıyla ortada bir artı değer sömürüsü halihazırda bulunmaktadır. Bunun yanında, neo-liberal çağın yaygın bir hastalığı olarak, mobbingten kaynaklı depresyonla karşılaşmaktadır. Bu depresyon, onu sınıf bilincinden izole edebilmektedir. İzole olan kişi, sınıf mücadelesinden uzak düştüğü kadar da sömürüye daha açık hale gelmektedir.[ii]

İşin özü kişinin, sınıf bilinciyle toplumsallaşmasında veya tam tersine bireyciliğin tuzağına düşerek kapitalizmin çarkları arasında daha sert bir biçimde öğütülmesinde yatmaktadır. Bunu diğer kimlik mücadelelerine uyarlayabiliriz; dolayısıyla sınıf mücadelesinin konumu ondan uzaklaşmak yerine yakınlaşarak, toplumsallaşarak ve örgütlenerek güçlendirilecektir.

Tekrar vurgulamak gerekirse, insan daima kendisini bir kimlikle tanımlamaktadır. Ancak bir insanın kendisini kimlikle tanımlaması diğer yandan bir öteki yaratmaktadır. Yaratılan ötekinin düşmanlaştırılması kimlikleri muhafazakarlaştıracağı gibi, ötekiye gösterilecek olan tolerans da kimliklerin bir aradalığını mümkün kılabilmektedir. Tolerans kavramını, güçlü olanın güçsüz üzerinde tahakküm kurabilmeye yetecek gücü olduğu halde bunu yapmaması, onun ifade ve eylem özgürlüğü hakkını koruması olarak tanımlamak gerekmektedir. Böylelikle kimliklerin bir aradalığı, kültürel kimliğin çoğunluğu sağladığı halde bile mümkün hale gelebilecektir. Eğer ki, kültürel kimlik çoğunluğu elde ederse ve yönetimin işleri de ona göre düzenlenirse, hiç şüphesiz ki bu, bir kabile devletinden öteye geçemeyecektir.

Farklılıklara göre oluşturulmuş bir yönetim anlayışında, farklılıkların kendilerini ifade edebilecekleri şekilde yönetimin işlerinin düzenlenmesi gerekliliği karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, farklılıklara dayanacak bir biçimde oluşturulacak yurttaşlık biçiminin oluşturduğu kimliklerin varlıklarına özgü olan haklarını talep edebilmeleri, angaje oldukları siyasal mücadelenin de bu talepleri gözeterek kendi talepleri haline getirmesi gerekmektedir. Böylelikle mücadele alanı içerisinde doğrudan müdahil olan kimlik grupları sayesinde hem çok seslilik sağlandığı gibi, hem bu kimliklerin hakları politikleştirilmekte ve dolayısıyla da doğrudan bir biçimde siyasal katılıma imkan verilmektedir. Bununla birlikte, yukarıda içeriklendirdiğimiz tolerans kavramıyla birlikte düşünüldüğü takdirde, bu mücadele alanı içerisinde kültürel çoğunluğu elde eden grubun, diğerlerinin ses ve eylemlerini bastırmayacak bir biçimde hareket etmesi, onların azınlık olsalar dahi ifade ve eylem özgürlükleri haklarını güvence altına alacak bir biçimde kendi alanını organize etmesi gerekmektedir.


[i] Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Çev. Tanıl Bora, s. 31-32.
[ii] Byung-Chul Han, Psikopolitika, Çev. Haluk Barışcan



Önceki Haber
Bolivya'da seçim: İlk sonuçlara göre sosyalist aday Luis Arce kazandı
Sonraki Haber
Soda işçileri: Haklarımızı alana kadar üretim yapmayacağız