Yeşil Sol Parti’nin Diyarbakır Milletvekili Adayı Azad Barış, Ezidi bir Kürt. Ailesi 70’li yıllarda o henüz çocukken Urfa Karacadağ’ın bir Ezidi köyündeki evlerini bırakıp, Avrupa’ya göçmüş. Barış, lise ve üniversiteyi Almanya’da tamamlamış. Lisans ve yüksek lisans derecelerini Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden, doktora derecesini ise felsefe alanında Leuphana ve Ruhr üniversitelerinden almış. Türkiye’ye dönmeden evvel Leuphana Üniversitesi’nde Kültürlerarası İletişim ve Uygulamalı Kültürel Çalışmalar alanında öğretim görevlisi olarak çalışmış. 1998’den beri Ezidiler başta olmak üzere azınlıklarla ilgili birçok çalışma ve projede yer almış.
Uluslararası pek çok gazete ve dergide sosyal bilimler alanındaki çalışmaları yayınlanan Azad Barış aynı zamanda Gazete Karınca yazarı…
Ezidiler’i temsilen Yeşil Sol Parti’nin aday listesinde yer alan Azad Barış’la “73. Ferman” olarak adlandırılan Şengal Katliamı’nın ardından Şengal’in ve Ezidilerin durumunu, azınlık meselesine bakışını ve seçilmesi halinde Meclis’e Türkiye’deki azınlıkların hangi taleplerini taşıyacağını konuştuk.
Ezidiler, pek çok insan için ancak Şengal Katliamı’ndan sonra hakkında biraz daha fazla bilgi sahibi olunan bir halk. Yine de bilgilerimizin o dönemdekileri çok fazla aştığını sanmıyorum. Biraz anlatır mısınız? Temsilcisi olduğunuz Ezidiler kimdir? Özellikle Türkiye’deki Ezidi topluluğu nasıl bir hayat yaşıyor?
Etno-dinsel bir grup olarak Êzidîler, Mezopotamya, Kürdistan ve Orta Doğu’nun sürgün ve fermanlarla sürekli yer değiştirmek zorunda bırakılan otokton bir topluluğudur. Bu yer değiştirme, sürgün ve pogrom dinamiği Êzidîlerin kolektif belleğinde 73. Ferman olarak yer almıştır. Şengal Katliamı 73. Ferman ise, ondan önce yaşanmış 72 Ferman da Êzidîlerin maruz kaldığı kolektif kıyımın arka planını ve mahiyetini göstermektedir. Evet, Şengal Katliamı Êzidîlerin maruz kaldığı son ferman girişimi olarak sadece Êzidîlerin değil bir bütün olarak Kürtlerin ve bölge halkının hafızasında yer aldı. Bunun elbette sebepleri var.
Êzidîler her ne kadar 2014’teki Şengal Katliamı ile daha çok gündeme gelmiş olsalar da aslında yüzyılın başından itibaren hem antropolojik, hem de etno-dinsel çalışmaların merkezinde yer alan topluluklardan biri. 20. Yüzyıl Kürt historiografisinin nasıl inşa edildiğine baktığımızda Êzidîlerin önemli yapı taşlardan ve Kürt kimlik inşa/tahayyülünün DNA’sı olarak işlendiğini görüyoruz. Sadece Kürt kimliğinin inşası bağlamında değil aynı zamanda İranî-Fars ve Bağdat merkezli Arap kimlik tahayyüllerinde de bu benzerliği görüyoruz. Özellikle primordial denilen, ilkçi ve inşacı anlatıların Êzidîleri arkaik bir topluluk olarak merkeze aldığını, dahası Zerdüştlüğe varan bir bağlamda işlediğini söylemek mümkün. Êzidîlerin hem dini ve kapalı bir grup olması hem evlilik ve kan bağı gibi faktörlere bağlı olarak diğer etnik ve dini grupların etkileşimine kapalı olması, hem kadim bir inancın temsilci ve taşıyıcıları olması hem de ibadet ve inançlarını Kürtçe yapmaları bu anlatının arka planını oluşturmaktadır.
Evet, Êzidîler özetle Şengal, Qerejdax, Çiyayê Evdilezîz gibi üç dağ merkezinde yerleşik bir grup. Dağ merkezli yerleşimin güvenlik boyutu ve dağın muhtemel saldırılar karşısında korunaklı karakteri düşünüldüğünde bu durumun Êzidîlerin maruz kaldığı sürgün, ferman ve kıyım cenderesinin arka planını ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Şengal’in Başûr, Qerejdax’ın Bakur, Çiyayê Evdîlezîz’in ise Rojava’da olduğunu düşündüğümüzde ise Êzidîlerin üç parçada da meskûn olduklarını söyleyebiliriz.
Êzidîlerin hem Kürt olması hem de Müslüman olmaması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş kodları bağlamında onları daha da tehlikeli bir topluluk yapmıştır. Bunun bir sonucu olarak da Êzidîlerin topraklarına, köylerine el konularak göçe zorlandıklarını söyleyebiliriz.
Êzidîlerin bugün Türkiye ve Bakur’da nasıl bir hayat yaşadığına bakmak için kısaca şunları belirtmekte fayda var: Êzidîler 20. Yüzyıl’da Kafkaslar ve Sibirya’ya doğru, 1960’larla beraber ortaya çıkan yeni sürgün, göç ve yer değiştirme dinamikleri bağlamında Avrupa’ya ve Orta Doğu’nun muhtelif bölgelerine doğru, 2014-2017 (Şengal-Afrin) süreci bağlamında ise yine Avrupa’ya doğru göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu üç temel sürgün ve göç sürecinin sonucunda Êzidîlerin bugün Türkiye ve Bakur’da sayılarının yok denilecek kadar azaldığını söyleyebiliriz.
Êzidîlerin hem Kürt olması hem de Müslüman olmaması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş kodları bağlamında onları daha da tehlikeli bir topluluk yapmıştır. Bunun bir sonucu olarak da Êzidîlerin topraklarına, köylerine el konularak göçe zorlandıklarını söyleyebiliriz. Bugün göç etmeyen ve hala yerleşik olan Êzidîlerin de baskılara maruz kaldıklarını, kolektif bir topluluk olarak inanç ve ibadet özgürlüğüne sahip olmadıklarını ifade edebiliriz.
Ezidilerin 73. Ferman olarak adlandırdıkları soykırım saldırılarının ardından neredeyse dokuz yıl geçti. Geçen sene Şengal’de toplanan sivil toplum örgütlerinin açıklamasına göre 2 bin 882 Ezidi hâlâ kayıp, 82 toplu mezardan sadece 31’i açıldı. IŞİD 68 tarihi yapıyı yıktı, şu ana kadar sadece iki defa yargılandı. Bu vakte kadar devletler tarafından Şengal’in yeniden inşası için herhangi bir adım atılmadı. Anlaşılan Şengal halkı yalnız bırakıldı. Şu anda Şengal ne durumda?
Evet, 2014 yılındaki 73. Ferman maruz kalınan son büyük kıyım girişimi olarak Êzidîlerin kolektif hafızasında derin yaralar açtı. Birleşmiş Milletler tarafından soykırım olarak kabul edilen 2014’teki fermanla birlikte kadın ve küçük yaştaki kız çocukları IŞİD tarafından cinsel köleliğe zorlandı, binlerce erkek topluca infaz edildi. 2014’teki saldırılarda yaklaşık 5 bin kişinin katledildiğini, 10 bine yakın kişinin ise esir düştüğünü ve binlercesinin akıbetlerinin bugün de bilinmediğini söyleyebiliriz. Yine 73. Ferman ile birlikte 500 bine yakın Êzidî, ata topraklarını terk etmek zorunda kaldı.
Şengal’de IŞİD’in yarattığı yıkımın etkilerini bugün de görmek mümkün. IŞİD’in ve bölgedeki hamilerinin kıyıma uğrattığı Şengalli Êzidîler her ne kadar daha sonra kendilerini ferman, soykırım gibi kitlesel cezalandırmalara karşı korumak ve öz savunmalarını sağlamak amacıyla bazı mekanizmalar geliştirseler de dokuz yıldır bu saldırıların bilfiil devam ettiğini biliyoruz. Êzidîler her ne kadar Şengal’i IŞİD’den özgürleştirseler de sonraki süreçlerde Şengal’e yönelik saldırılar da artarak devam etti. Özellikle Türkiye tarafından yapılan hava saldırıları ve 9 Ekim 2021’deki Şengal Anlaşması ile Hewlêr, Bağdat ve Ankara’nın eşgüdüm içinde Şengal’de Êzidilerin kendilerini soykırım ve fermanlara karşı muhafaza etmek amacıyla kurduğu mekanizmaları ortadan kaldırmaya çalıştıklarını biliyoruz. Şengal’in yeniden inşası ve Êzidîlerin muhtemel saldırılara karşı korunmasını sağlamak bir tarafa, Şengal’de IŞİD’in yarattığı yıkımı ortadan kaldırmaya yönelik bütün çabaların da önüne geçilmeye çalışıldı. Bu politika bugün de devam ediyor ve esas amaç Şengal gibi jeo-stratejik bir bölgeyi Êzidîsizleştirmek/Kürtsüzleştirmek ve emperyal amaçlara ulaşmak.
Şengal bugün de son dokuz yıllık saldırı dalgasının etkilerini yaşayan bir kent. Şengalliler bugün de hem hava saldırılarıyla hem de Tahran, Bağdat, Ankara ve Hewlêr’in eşgüdüm içindeki saldırılarına, ablukalarına karşı mücadele ediyor. Şengal Êzidîlerin yoğun bir şekilde yaşadığı tek kent. Şengalliler bölgenin savaş, çatışma, sürgün, kıyım girişimlerine karşı adeta varlık yokluk savaşı veriyor. Kentte 2014’teki soykırımın hem sosyal, hem psikolojik hem de mimari etkilerini görmek mümkün. Şengalliler adeta hem kaderleriyle baş başa bırakıldı hem de muhtemel yeni saldırılara açık hale getirilmeye çalışıldı.
Bu politika bugün de devam ediyor ve esas amaç Şengal gibi jeo-stratejik bir bölgeyi Êzidîsizleştirmek/Kürtsüzleştirmek ve emperyal amaçlara ulaşmak.
Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi’nde Süryani, Keldani, Ermeni ve Alevilerin temsilcileri ile bir araya geldiğinizi ve bir kısmı ortak olan sorunlar üzerine bir basın toplantısı düzenlediğinizi okuduk. Bu toplantıda ‘azınlık’ demek yerine ‘az bırakılanlar’ ifadesini kullanmışsınız, neden?
“Azınlık”, “minority”, “ekalliyet” kavramları hem siyaset biliminin hem de uluslararası hukukun konusu olan kavramlar. Bu konuda siyaset biliminde birçok tartışma ve buna bağlı olarak geniş bir literatür var. Hukuk literatürü anlamında ise en temel referans ve dayanaklar Birleşmiş Milletler metinleri. BM Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu Raportörü Francesco Capotorti’nin Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesine dair hazırladığı rapordaki ölçütler, bugünkü “azınlık”, “ekalliyet”, “minority” kavramlarının hukuki dayanağını oluşturuyor. Kısaca özetlemek gerekirse “sayıca bir devletin nüfusunun geri kalanından az olan”, “hâkim olmayan durumda bulunan”, “devletin vatandaşı olan üyeleri nüfusun geri kalanından farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip”, “üstü örtülü bir biçimde de olsa kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumaya yönelik bir dayanışma gösteren bir grup” şeklinde tarif edilebilir bu gruplar.
Her şeyden önce “azınlık” kavramı hukuki statüsü olan bir kavram. Yani eğer teknik ve sembolik de olsa bir azınlık grubuna mensupsanız, bu sizin varlığınızın kabul edildiği, bu varlığın hukuki bir dayanak ve temelinin olduğu anlamına gelir. Bağlayıcı metinlerle ilgili temel çerçeve bu şekilde. “Az bırakılma” tabiri ise henüz azınlık “bile” olunamayan, azınlık olarak tarif edilen gruplara ait kolektif hak kullanımından mahrum, varlığıyla yokluğunun hukuki bir temelinin olmaması olarak değerlendirilebilir. Ve eğer sizin bir grup olarak varlığınızın hukuki bir temeli yoksa, yok hükmündesinizdir; ortadan kaldırılmanız, sürülmeniz, fermanlarla kıyımlara uğratılmanızın bir cezası, müeyyidesi de olmaz.
Kolonileştirilmiş halklara dair yazılan literatüre baktığımızda, egemen unsurların hem nitel hem de nicel olarak belirli bir grubu minimize etme, demografik olarak kontrol edilebilir bir düzeyde tutma ile ilgili sistematik politikaların hayata geçirildiğini biliyoruz. Elbette egemenlerin etnik soykırım ile tamamen ortadan kaldırmadıkları/kaldıramadıkları grupları zaman zaman hem salt kültürel/dini bir boş gösteren varlık, hem de etnografik bir sembolizasyon bağlamında onları makul ölçülerde tuttuklarını biliyoruz.
Yani azınlık kavramı ile ilgili literatür ve bu literatürün Türkiye’deki azınlık olarak kabul edilen grupların durumunu tam olarak ifade ettiğini söylemek zor. O nedenle “az bırakılma” en azından etnik temizlik ve demografik mühendislik bağlamında Türkiye’deki azınlıkların durumuyla ilgili yeni bir çerçeve…
Eğer sizin bir grup olarak varlığınızın hukuki bir temeli yoksa, yok hükmündesinizdir; ortadan kaldırılmanız, sürülmeniz, fermanlarla kıyımlara uğratılmanızın bir cezası, müeyyidesi de olmaz.
Seçildiğinizde Meclis’te bütün azınlıkların sesi olacağınızı söylüyorsunuz. Hem diğer azınlık gruplar hem de Ezidiler açısından soruyorum, Meclis’e Türkiye’deki azınlıkların, sizin deyiminizle “az bırakılanlar”ın hangi taleplerini taşıyacaksınız?
Türkiye’de hukuki olarak “azınlık” şeklinde tarif ve kabul edilen topluluklar için bağlayıcı anlaşmanın Lozan Anlaşması olduğunu, bu anlaşmanın da azınlıkların sorunlarını çözemediğini, daha da çetrefilleştirdiğini belirtmek lazım. Lozan Anlaşması’na göre Türkiye vatandaşlarından sadece “gayrimüslim” olanların azınlık statülerinin olduğunu, bunların da sadece Rum, Yahudi ve Ermeniler olduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında Êzidî, Süryani, Keldani gibi diğer toplulukların hukuki statülerine işaret eden herhangi bağlayıcı bir metin yahut anlaşma ise yok. Bu durum onların varlığını da tartışmalı hale getirdiği için, muhtemel saldırı ve kıyımlara açık hale getiriyor. Hukuki statünüz yoksa maruz kaldığınız baskının, dışlamanın, ayrımcılığın bir yaptırımı da olmuyor.
Sadece Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler Lozan bağlamında azınlık olarak kabul edilmelerine rağmen bu toplulukların “azınlık” hukuku bağlamında bile bazı kolektif haklarını elde edemediklerini yahut elde edilen haklar bağlamında yaşamlarını sürdüremediklerini biliyoruz. Ayrımcılık, gündelik faşizm, pogrom, yapısal ırkçılık gibi nosyonlara bağlı olarak bu grupların temel haklarından mahrum bırakıldıklarını, eğitim hakları, okullar ve ibadetlerle ilgili ayrımcılığa maruz kaldıklarını biliyoruz. Rum, Ermeni, Yahudi, Êzidî gibi gruplara karşı nefret suçları başta olmak üzere dışlayıcı, ayrımcı hiçbir uygulamanın, fiilin herhangi bir hukuki müeyyidesi yok maalesef.
Êzidî, Süryani, Keldani, Ermeni ve Rumlara ait gasp edilen topraklar, köyler, ibadet mekânları başta olmak üzere el konulan ve koruculara peşkeş çekilen arazilerinin iadesi için çalışmalar yapacak, bu toplulukların güven içinde geri dönüşünü mümkün kılacak yasal düzenlemeler için bütün imkânları seferber edeceğiz.
Halkımız temsiliyet yetkisi verirse elbette Êzidîlerin temel sorunları başta olmak üzere, azınlıklara ve dezavantajlı gruplara uygulanan ayrımcı, dışlayıcı politikaların kalıcı bir şekilde çözümü için çalışmalar yapacağız. Hem Türkiye’de hem de uluslararası platformlarda azınlıkların, dini grupların maruz kaldıkları yapısal, yasal engelleri, onların topluluk olmaktan kaynaklı haklarının güvence altına alınması için çalışmalar yapacağız.
Yine Êzidî, Süryani, Keldani, Ermeni ve Rumlara ait gasp edilen topraklar, köyler, ibadet mekânları başta olmak üzere el konulan ve koruculara peşkeş çekilen arazilerinin iadesi için çalışmalar yapacak, bu toplulukların güven içinde geri dönüşünü mümkün kılacak yasal düzenlemeler için bütün imkânları seferber edeceğiz.
Son yüzyılda Cumhuriyet’in üzerinde kurulduğu tekçi anlayış, bu ülkeyi bir halklar, inançlar ve kültürler mezarlığına çevirdi. Bu toprakların kadim toplulukları hem sosyal, hem siyasal hem de idari düzenlenişin sebep olduğu ayrımcı ve dışlayıcı politikalara maruz kaldılar. Bu sistematik politikaların ortadan kaldırılması için çalışmalar yapacağız.
14 Mayıs seçimlerinde tüm partilerin adayları arasında azınlık gruplarına mensup olanların sayısı geçmiş yıllara oranla az. Geçmiş yıllarda kimi siyasi partilerin azınlık gruplarından aday çıkarmasında da ‘dostlar alışverişte görsün’ tavrı vardı. Siz kendi partinizin azınlıklara yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye siyasi tarihinin en önemli ve kritik seçimleri olan 14 Mayıs seçimlerinde azınlık gruplarına mensup olan kişilerin daha az listede olduğunu söylemek maalesef mümkün. Elbette bu durum her şeyden önce bir temsiliyet krizi ve partilerin temsiliyet meselesine yaklaşımlarının bir sonucu. Böylesi önemli bir süreçte azınlık gruplarına mensup kişilerin maruz kaldığı bu muamele, seçimlerin tarihi karakteri bağlamında da büyük bir sorun olduğu gibi azınlıklara yönelik “dışlayıcı” pratiklerin inceltilmiş halini ortaya koymaktadır. Eğer temsil edilmiyorsanız, bu aslında örtük olarak “yok sayıldığınız” ya da “görmezden gelinebilir” olduğunuzu ortaya koymakta. Elbette yok saymak, görmezden gelmek her şeyden önce bir muktedir yahut çoğunluk refleksidir.
Seçime giren partilere, ittifak bloklarına ve bunların temsiliyet iddialarına baktığımızda hemen hemen hepsinin Türkiye’nin ikinci yüzyılına vurgular yaptıklarını, büyük misyon ve vizyonlarla seçime hazırlandıklarını, buna yönelik propaganda yaptıklarını görüyoruz. İkinci yüzyılın arifesinde azınlık temsilcilerinin maruz kaldığı bu dışlama pratiği, bugünden sonra da bu gruplara yaklaşımın nasıl olabileceği konusunda kaygıları artırmaktadır. Bu durum maalesef ikinci yüzyılda bizi bekleyen parametrelerin ne olduğu konusunda önem arz ediyor. Aynı zamanda mücadeleye hazır günlerin bizleri beklediğini de…
Kürtlerle barışmanın, ittifak kurmanın, temel haklar konusunda mutabık kalmanın tüm bölgenin barışına katkı sunduğunu biliyoruz.
Benim de mensubu olduğum parti, hem tüzüğünde hem de pratiğinde halklar, inançlar, dezavantajlı gruplar, azınlıklar, gençler, kadınlar ve engellilerin de partisi. Bu konuda şimdiye kadar çok iyi bir pratik ortaya koymuş bir partiyiz. Bu konu bizim için çok temel ve yapısal bir konu. Bütün noksanlıklarına rağmen Türkiye’de azınlıkları ve saydığımız bütün grupları aynı dairede birleştirecek, onlara temsil yetkisi verecek tek parti de Yeşil Sol Parti’dir.
Hem seçim sonuçları açısından hem de seçimden sonraki icraat bakımından sorarsak: Diyarbakır’da Yeşil Sol Parti’nin hedefi ne?
Yeşil Sol Parti hem Türkiye genelinde hem de Amed’de en yüksek düzeyde temsil yetkisi almaya çalışan, Türkiye’nin yeni yüzyılında önemli bir aktör olma iddiasında olan ve bu doğrultuda çalışmalarını sürdüren bir parti. Yeşil Sol Parti Türkiye genelinde 100 vekil çıkarmayı bir hedef olarak önüne koymuş ve bu amaçla çalışmalarını devam ettiriyor. Amed’de ise elbette hedefimiz 12 vekilin tamamını almak. Eğer bunu sağlayabilirsek büyük bir siyasal, toplumsal dönüşüme kapı açacağız. Değişim Amed’den başlayacak inancındayız.
Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan Kürt meselesinin çözümünün Amed’den geçtiğini, burada ortaya çıkan bir değişim dalgasının metastaz etkisi yaratarak tüm bölgeye yayılacağını ve bunun da Kürtler başta olmak üzere tüm bölge halklarının menfaati ve salahiyeti için iyi olacağını düşünüyoruz. Kürtlerle barışmanın, ittifak kurmanın, temel haklar konusunda mutabık kalmanın tüm bölgenin barışına katkı sunduğunu biliyoruz. Tersi bir durumun da benzer şekilde bölge barışını zedelediğini. Son 500 yıldaki gelişmeler ve tarih, bu durumu teyit etmektedir.
Amed son yüzyılda iktidarların Kürt meselesine yaklaşımından kaynaklı olarak çok boyutlu siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunları olan bir kent. Kimlik sorunlarıyla sosyoekonomik sorunların iç içe geçtiği, devletin güvenlikçi anlayışının sebep olduğu ciddi bir sorunlar yumağı var. Elbette Amed’in sorunları çok boyutlu sorunlar ve bu sorunların çözümü de öyle kolay olmayan, zaman alan çözümler ve dahası Kürt meselesinin çözüm iradesine göre şekillenmekte…
Amed’de herhangi bir değişimin etkilerinin bütün bölgede hissedildiğini biliyoruz. Amed’in huzur, barış ve refahının tüm bölgenin huzur, barış ve refahına olumlu katkı sunduğunu da… Biz de Amed’deki seçimlerin sonuçlarını bu bağlamda değerlendirmekte, Amed’de tarihi bir zafer hedeflemekte, bunun için çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.